OTELDEN SANATA
A. Celal Binzet
Denizli’de bir otelin önü.
Küçük ama ilk bakışta dikkat çeken bir adı var: “Şiir Otel”.
Hemen önünde şiir yazmayı simgeleyen bir heykel.
Pek de alışık olunmayan bir görüntü olduğu açık.
Onu benzerlerinden ayıran da bu yönü.
Genelde otel sözcüğü bir yalnızlık çağrısına benzer. Bulunduğu yerden kopup başka duraklara savrulmuş insanlar için bir tür sığınak sayılır. Her odasında önceden belirlenmiş ve birbirinin aynı eşyalara bağlı yaşam alanı. Öncesinde başkalarınca kullanılmış o eşyalarla geçici bir süreliğine bütünleşip solunan havayı paylaşmaktır. Her şeyden önce de gelip geçiciliğin özetidir. Oraya ait olmamayı anımsatır insana.
Yaşamında yolu otellerden geçmeyen kimse var mıdır bilinmez. Durağanlıkla örtüşmeyen, bulunduğu yerden kopanlar için bir uğrak yeri, dahası sığınma alanı sayılır buraları. Gelip geçiciliği, biraz da hüzünlü olarak anlatır. Çünkü oraya ait olmadığının bilincindedir konaklayan kişi. Kendini çevreleyen dört duvarla arasında kalıcı bir bağ kurması hemen hemen olanaksız sayılır. En çok da ölümün yalnızlığını duyumsatır galiba. Eşyalar yabancıdır. Sizden önce kim bilir kimlerin eli değmiştir o eşyalara? Üzerine uzanılan yatakta, öncesinde yatanları düşünün bir. Hangi kırık düşler ya da hangi zorunlu nedenlerle geçen yorgun gecenin ardından toplanan çarşaflara benzer yaşamlar.
Bir gecelik zamanın ardından yenilenen umutlar gibi.
Penceresinden içeri doluşan sabah ışığıyla biten geceden arta kalan gibi.
Bir örnek kapılar, duvara iliştirilmiş eğreti tablolar ve ayna önünde birkaç eşya. Perdeler ağır ve tozlanmış sanki. İçine yerleşilen odaya ait olmadığının bilincindeki kimlikler. Biraz yorgun ve bıkkın yüzlerin gerisine saklı başka duygular.
Her otel başka bir yaşam alanı demektir.
Birbirinden ayrı iklimler, benzemez adlar ülkesi örneği.
İnsanın aklına “Anayurt Oteli” düşmez mi önce!
Uzak bir Ege kasabasındaki sıradan bir konaklama yeri. Ona, Yusuf Atılgan gibi bir sanatçı dokunduğundan olsa gerek Nazilli’deki bilinmezliğinden kurtulup toplumsal belleğimize yerleşmesi salt bu yüzdendir.
Zebercet diye birisi gerçekten yaşadı mı? Bilinmezlerimizden birisi de bu işte..
Zamanında gerçekten yaşayıp ta bu dünyadan göçen onca insanın adı bilinmezlikler arasında kayıp giderken Zebercet’i unutmamamız bu yüzden olmalı.
O yaşamayı sürdürüyor.
Yukarı doğru kıvrılıp çıkan merdiven boşluğuna sıkıştırılmış daracık kaidenin arkasındaki solgun yüzlü adama ilişkin sözümüz.
Konaklayanlar üzerine kurduğu düşlerden başka avuntusu olmayan kişi.
Kıstırılmış bir yaşam alanında düşlerinin sonsuzluğuna sığınmaktan başka çıkar yol bulamamış bir kasaba insanı. Bunalımlarla geçen günlerinden çıkış yolunu kendince çözümlemeyi seçen ve umutsuz sona sürüklenen bir sanal kahraman. “Şiir Otel” gibi, yalnızlık çağrısına benzemeyen bir başka yer olduğunu öğrenmek de o denli sevindirici. Yine Anadolu ama bu kez coşku verici ve ışıklı bir ortam. Girişinden başlayarak her yerinde bir ozanımızın dizeleriyle karşılaşmak içini ısıtıyor insanın. Yemek yerken masa kenarında, odanızda ayna kenarına iliştirilmiş kâğıtlar üzerinde birkaç dizeyi okumanın sevinci yüzlere kondurulan gülümsemeyle eşleşiyor.
Sait Faik’ten Attila İlhan’a, Turgut Uyar’dan Nazım Hikmet’e..
Oradan alıp Ritsos, Mayakovsky, Neruda ve Lorca ve daha niceleriyle yüzleşmenin şiiri nasıl anlatılabilir ki? Evet, Anayurt Oteli’nin bir yaşam gerçeği üzerine kurgulu iç karartıcı yapısından sonra bir başka gerçeğe, sanatın yaşam coşkusunu yücelten dokunuşlarına kavuşmak.. Otellerin yalnızlığı çağrıştıran yapısı, yerini, o sanatçıların dünyasıyla bütünleşmeye bırakıyor burada.
Çelişik iki duygunun salınımları arasında gidip gelmek böyle bir şey olmalı.
Bu zıt duyguları yaşatan sanatın ta kendisi.
Zaten bu yerleri ayrıcalıklı kılan da bu değil mi?
Bu açıdan bakıldığında Anadolu’nun ne denli umutlar barındırdığını söylemek fazla gelecek.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.