SENİN GÜL YÜZÜN KARARMIŞ
(Öznel – kişisel – anısal bir yazı)
A.Cengiz Büker
Altmışbeş yıl sonra, işte bu yazıyla dışavurabiliyorum ömür boyu beni ağlatan acı bir anıyı.
Çok küçük yaşta nasıl olduğunu bilmeyerek öğrenmiştim okuma yazmayı. Cumhuriyet gazetesi okunurdu evimizde. Reklâmlarına varana dek okurdum. Altı yaşımda okula başladım, ki bence bu çok yanlıştı. Çünkü beden ve cüsse olarak yaşımın çok gerisinde, fakat zekâ ve zihin olarak yaşımın çok ilerisinde, özel durumda ve özel eğitime gereksinimi olan bir çocuktum.
Yedi yaşımdayken Çanakkale’de sulara gömülen Türk Denizaltısı’nda ölen denizciler için şiir yazmıştım; çizgili defterimde hâlâ saklıyorum. Çizgili defterimde çünkü o zaman güzel kâğıtlı şık şiir defterleri yoktu; kaba kâğıtlı okul defteri bile zor bulunurdu.
Oyun ve oyuncak bilmezdim, toprak bahçede yağmurda yeryüzüne çıkan solucanları incelerdim, ayrıca boş kibrit kutularıyla yaptığım oyuncaklar, benim ve büyük kardeşimin vaktimizin çoğunu alırdı. Tenekeden yabancı cigara ya da hap kutuları servet sayılırdı bizler için.
Yalnızlık ve yoksulluk[1] nedeniyle olsa gerek, küçük yaşta filozof[2] olmuştum. -Ya da öyle doğmuş da olabilirim?- On yaşımdayken Karınca dergisini alıp okuyor, biriktiriyordum. Baskısı, kâğıdı, dizgisi, bugüne göre, son derece kötüydü; ama bana Baytekin’li[3] – ‘Jülvern’li teknoloji kavramını, Truvalı mitoloji anlayışını ve ‘Klasik Kültür[4]’ü sevme duygusunu öğreten de bu dergiydi. İçinde o günün koşullarına göre, kötü kâğıda – kötü mürekkeple – kötü baskı makineleriyle, ama yine de yapılabilenin en iyisi olarak basılmış olsalar da, resimli – resimsiz öykülerle tefrikalar[5], çocuksu düşlerimi kanatlandırabiliyordu.
(Bu arada, “tırnak içinde”, benim çok az olan harçlıklarımdan arttırarak satın aldığım bu dergiyi eve korkarak soktuğumu da belirtmeliyim; annem ders çalışmak dışında kitap okumayı
iyi karşılamazdı, yardımcı ders-kitabı bile olsa… Çünkü annem Gebze’de[6] yobazlığı din, câhilliği de erdem sanan temiz yürekli, aydınlatılmamış Anadolu ailelerinden birinde yetişmişti; sonradan Istanbul’a gelip ömrünce burda yaşasa da, küçük yaşlarda içine kazınarak yerleştirilmiş olan gerici korkuları aşamamıştı… Ders kitabının arasına saklayarak okuduğum Almanca kitabından kendi kendime Almanca öğrendiğim de yaşantımın bir olgusudur.)
Haftalık çocuk dergisi Karınca 1952’de çıktı. O târihte ben on yaşındaydım. Birinci Sayı, Sayfa 5’te şöyle yazar: “Sahibi: Nihat Bali (1928-1991), Yazı İşlerini Fiilen İdâre Eden: R.Gökalp Arkın[7], Ankara Caddesi, İzzettin Han, Dâire 19, İstanbul. Sayı 14 – Sayfa 2’de bildirilen adres değişikliği => Çemberlitaş, Peykhâne Sokak, No.8/1, İstanbul – Posta Kutusu: 11 – İstanbul”.
Daha sonra, günler ve yedigünler[8] ilerledikçe, Sayı 18, Sayfa 7’de derginin “sâhibinin” değiştiği bildiren şöyle bir yazıyla karşılaşıldi: “Karınca’nın bu sayıdan sonra sahibi olarak beni göreceksiniz. Bir çok okuyucuların mektuplarının cevapsız kaldığını, rozetlerini almadıklarını, abonelerin vaktinde varmadığını, yığılan mektuplardan anladım. Beni en çok üzen siz sevgili çocukların karşısında mahcup olmaktır. Lütfen bu yazıyı okur okumaz bir şikâyetiniz varsa acele bana yazınız. Hemen karşılığını bulursunuz. Adres şöyle olacak: Karınca – İstanbul posta kutusu 11 – (Yazı işlerini fiilen idare eden: Reşat Altay – Basıldığı yer: Osmanbey Mat.T.L.Ş.) İmza: R.G.ARKIN ”[9]
Dergide mitoloji, Türklük geçmişi, Türk anlatıları, çeviri öyküler – süreyazılar, bolca resimli “tefrikalar” yayımlanması yanında, çocuklara ve gençlere yönelik bilgiler vererek onlarda bilim – sanat-kültür-toplumsal güzeldavranış biçimleri ve Türk dili anlayışını geliştirmek yolunda eğitim verilmesi dışında, çocukları yönlendirici ve gönüllendirici doğaçtan “interaktif” etkinlikler de yapılıyordu. Çocuk okurlardan dergiye mektuplar yazması, yır (şiir) – resim gibi amatör çalışmalarını, yayınlanmak üzere, dergiye göndermeleri isteniyor, bu tür özdışavurum eylemleriyle gençlerin kişiliklerinin gelişmesi, yeteneklerinin değerlendirilmesi sağlanıyordu. Rasgele seçtiğim bir örnek olarak; Sayı 14, Sayfa 2’de Beşiktaş’tan mektup gönderen Lütfü Bozkurt adlı genç bir okura verilen yanıtta “Şiiriniz sıraya konmuştur.” diyordu.
10 yaşında, erken okula giden ve okuma yazmada hızlı gelişme gösteren bir çocuk olarak ben de içimde bir yapıtımın yayınlanması ateşini duydum. Tutup, kendimce bir yır yazdım, o zamanın on para ve kırk paralarıyla kâğıt ve zarf satınaldım. Özenerek, kendimce en iyi yırlarımdan birini seçtim. Dolmakalemle temiz ve okunaklı yazıp dergiye postaladım.
Yırımı tümüyle anımsamıyorum, ama akşamın alacakaranlığını anlattığını anımsıyorum. Hiç unutmadığım son dizesi şöyle idi: “Senin gül yüzün kararmış.”
İşte şimdi, haftalık dergi almalar benim için özel bir anlam da kazanmıştı. Şiirimin beğenildiğini ve ilk fırsatta yayınlanacağının bildirileceğini umduğum okur mektupları sayfasını heyecanla dergiyi okumadan önce açıyor, sonra, bana seslenen bir yanıt bulamayınca, öbür yazılara bakıyordum.
12.7.1952 günlü, Cilt 2, Sayı 28… benim için beklemediğim bir şaşkınlık getirdi. Sayfanın en altında altalta üç satırda benim adım geçiyor ve bana, yaklaşık aklımda kalan biçimiyle (mealen), oldukça azarlayıcı bir biçemle şöyle sesleniyordu: “Senin yaşında bir çocuk bu şiiri yazamaz. Kendin yazmadığın, başkasından aldığın, şiirleri gönderme!” Sanki beni tanıyormuş gibi!!
Yıkıldım.
Görüyor musunuz başıma geleni! On yaşında “suçlu” diye yaftalanmış, bugünün yaygın söyleyişiyle, “yargısız infaz” uygulanmıştı! Zeki ve akıllı olmanın ödülü buydu işte!
Nerden biliyordu kendim yazmadığımı? Aptal mıydım ben, yoksa yalancı mı? Nasıl böyle kötü bir vuruş vurulurdu 10 yaşındaki üstün nitelikli bir çocuğa? Tertemiz ruhlu küçücük bir çocuğun böyle bir yalancılık düşünebileceği nasıl düşünülebiliyordu?
Çok ağladım. Ama ne yapabilirdim ki?
Çok üzüldüm, çok korktum. Çünkü şikâyet etmesini bilmiyordum, hiç böyle bir durum yaşamamıştım. Üstelik anneme – babama söylesem belki de kızacaklardı… Çekingen – ürkek bir çocuktum ben. Hattâ şiir yazdığımı anneme bile söyleyemiyordum. Çocukluk işte!
Ben her sınıfta iftihara geçtiğimde de utanırdım, söylemezdim. Annemi çağırıp ona söylerlerdi.
Bilmem, ola ki, yayınlansa gösterirdim sanırım, gururlanarak. Kimbilir! Kesin olan o ki çok sevinirdim. Annemin bana âferin demesi beni nasıl mutlu ederdi!
Ömürboyu alamadığım “âferin”!..
Anneler çocukları için nice önemli olduklarını bilseler, sanırım, pekçok kız cesâret edemezdi, evlenip çocuk yaparak, böylesi bir sorumluluğu yüklenmeye.
Nice kişiler bilirim, ömrünün tümünü kendini annesine sevdirebilme çabasıyla geçirip, başarısız kalarak yıkılan. Bu yıkımı ömür boyu sürdürüp, bir türlü benliğine kavuşamadan tükenen!
*
Nerden bilebilirdim ki ve ne yazık ki, bu benim tek ve son yıkılışım olmayacaktı. Yalnız yazarlık yaşamım değil, tüm yaşantılarım yıkılışlarla doludur. Say deseniz, belki, uğradığım büyük haksızlıkları sayabilirim: Oysa, sayısını bilemeyeceğim denli çok sayıda bu tür ufak tefek zulüm ve felâketleri ekleyip üstüste koyarsak, tüm yaşamımı dolduran büyük bir yıkım dizisini görebiliriz.
Yıkım, görece bir kavram elbette. Herkesin yıkımı kendine göredir. Her bir bireyin evreninin de kendine göre olduğu gibi.
Birçok buluşlar, acaba belli kişilerce bulunmasaydı, insanlık onları hiçbir zaman bilemeyecek miydi? İşte, nice üzerinde düşünürsek düşünelim yanıtını kolay kolay bulamayacağımız sorulardan biri!
Mozart’ın üç yaşında, piyano ile oynuyor diye dayak yediğini düşünün!! Tesla’nın başına gelenler?.. İnsanlık Olgubilimi (Tarihi) buna benzeyen ve benzemeyen daha nice haksızlıklar ve kıyımlarla doludur; öyle değil mi?
Çok seviyorum çocukları, onları anlıyorum. Ah, çocuk
olmak öyle zor, öyle zor ki!
[1][1] yoksulluk: o yıllarda, yâni “harp senelerinde” ulusça fakirdik, yiyecek ekmek bile bulamazdık da, askerlerden tayın satın alırdık.
[2] ‘filozof’ tilciğinin bendeki çağrışımı şöyle: Küçükken, Yemen’e ve Balkanlara hep yürüyerek gidip onyıllarca askerlik yapan eski bir Türk Eri olan, annemin babası çok sevdiğim dedem, birisine kızdı mı, ona karşı kullandığı en ağır sövgü sözü ‘filozof’ sözcüğüydü. Kendisine sonradan kılıç teklif edilerek yapılan subay olma önerisini de reddetmiş.
[3] Baytekin: Cumhuriyet’in, Ulusalcılığın ve, Arapçılıktan uzaklaşarak, Batılılaşma’nın heyecânının hâlâ egemen olduğu o yıllarda, çağdaş yazın akımlarına uymak üzere ulusal adlar yaratılırdı. Baytekin adı da böyle bir öztürkçe kaynaklardan yaratılmış addır.
[4] Klasik Kültür: Batılılaşmanın Batı ülkelerinin yozlaşmış güncel şımarık akımlarına öykünmek olmayıp, gerçek Batı Kültürünün temellerini oluşturan Antik Çağ Bilgeliği olduğunu anlamak isteyenlere anlatmaya çalışan bir inceleme alanıdır.
[5] tefrika: eskiden gazetelerde, şimdiki dizi filimleri anımsatan biçimde, sürekli romanlar yayınlanır, bu tür süreli yazınlara da tefrika adı verilirdi.
[6] Gebze: Elbette burada sözü edilen Gebze’nin bugünkü Gebze ile hiç benzerliği yok. Çok uzaktı; Istanbul’dan Gebze’ye sabah çok erken yola çıkıp, vapurla ve tirenle bir günde ancak varabilirdik. O zamanki Gebze, tıpkı Osman Hamdi‘nin Gebze adlı tablosundakine benzerdi; havası suyu tertemizdi; bize uçsuz bucaksız görünen bir Yazı’sı vardı ki, bugün yerinde yeller esiyor, -nereye gitmiş olabilir acaba? Kültürü de çok farklıydı; tipik bir taşra kasabasıydı denebilir. Üzüm bağımız vardı, yürüyerek giderdik; yumrukaya suyu’nden getirilen o tatlı suyu içerdik evimizdeki küpe doldurup, maşrapa ile bardağa aktararak… Bağ bozmasını, harman savurmasını ve ‘düvene’ binmesini burada öğrendim.
[7] R.Gökalp Arkın (Malatya, 1914 – İstanbul, 26 Ocak 2011)= Ramazan Gökalp Arkın, Şair, gazeteci, yayıncı. Balıkesir’de öğretmen okulunu (1936) ve Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdi (1940). Mersin ve İstanbul’da 10 yıl ilköğretim müfettişliğinde bulundu. Sonra yayın hayatına atıldı. Son Posta ve Tan gazetelerinde çalıştı. Bir Yayınevini (1949), Arkın Kitabevini, Arkın Ofset Basımevini kurdu (1961). Değişik konularda ansiklopediler yayınladı. Eserleri: Bir Zaferin Yası (Oyun, 1936), Gönüllerin Türküsü (Oyun, 1938), Ezber-İnşa Öğretimi ve Çocuk Manzumeleri (1940), Rıza Tevfik-Hayatı ve Şiirleri (1940), Yüzgörümlüğü (Şiirler, 1941), En Güzel Çocuk Şiirleri (1944), Seçme Çocuk Şiirleri (1944), Haydi (Adapte oyun, 1945), Hayat Bilgisi-Türkçe (1952), Canlı Alfabe (1952), İstiklal Savaşı Destanı (Manzum, 1956).
[8] yedigünler: haftalar
[9] Tüm bu bilgileri, bugün, bilgisayar olanaklarıyla elde edebildim.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.