ARSEVEN’İN SARAY VE SANSÜR ANILARI
A.CELAL BİNZET
Dönüp dolaşıp aynı yerlerde oyalanmanın açıklamasını yapmak zor iş. Olanlara bakıldığında bir karamsarlık kaplıyor içinizi. Geçmişte yaşananlardan ders almak gibi bir sorunun bulunmadığını görüyorsunuz. O günkü olayları anlamaya çalışırken, aynısıyla şimdilerde yaşamanın şaşkınlığını sindirmek oldukça güç. Bu anlamda tarihe bakmanın anlamı daha da büyüyor. En azından hangi yerlerde debelendiğimizi görmek acıtıcı. Sözgelimi, günümüzdeki yapay Osmanlıcılık hevesinin “Türk” kavramıyla hesaplaşmaya çalışmasını izlerken benzer oyunun II. Abdülhamit döneminde oynandığı gerçeği çarpıyor yüzünüze. Bir tür Abdülhamit’çilik oyunu oynanır gibi. İçinizden geçen söz: “Ben bu filmi daha önce görmüştüm.”
Celal Esad Arseven’in “Sanat ve Siyaset Hatıralarım” kitabından okuyoruz bunları.
Şimdilerde adı pek anımsanmayan bu değerli sanatçı kim?
II. Abdülhamid’in sadrazamlarından Ahmet Esat Paşa ile Fatma Suzidil Hanımın oğlu olarak 1875 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş.
Türk sanat tarihçiliğine getirdiği çağdaş bakışıyla biliniyor. Mimarlık, kent ve resim sanatları üzerine yaptığı çok sayıda çalışmayla kendinden sonrasına iz bırakan bir aydın örneği.
Ve ressam.
Ayrıca 20. yüzyılın başlarında Kadıköy Belediye Başkanlığı görevini de üstlenmiş birisi.
Adı geçen anıları birçok yönden ilgi çekici olaylarla dolu. Şimdilik bunlar arasından ikisinin seçilme nedeni benzerlerinin günümüzde yaşanması.
Az önce değinilen olay da, Arseven’in Türk sanatıyla ilgili yazdığı bir inceleme yazısı üzerine.
Bilinir, Abdülhamid dönemi sansürün zirve yaptığı yıllar. Sarayda oturan süt kardeşi Fehim Paşa da sansürcü başı. Sayısı bilinemeyecek denli çok ajanın dört bir yana dağılarak -o günlerin moda deyimiyle- jurnalleri gönderdiği merkez. Herkesin herkesi ihbar ettiği karanlık günler kısacası. (Bu paşanın yaşamı ve sonu da ayrı bir konu. Ressam Eşref Üren’in, babasının bu konumunu benimsemediğini anımsatarak ayracı kapayalım.)
Nelerden söz ediyor anılarında sanatçı?
Arseven’in Türk sanatı üzerine yazdığı bir makale, inceleme sonrasında sansürlenerek “Türk” sözcüğünün üzeri çizilip, yerine “Osmanlı” yazılmış. Ayrıca başka yerler de kırmızı kalemle işaretlenmiş. Düşülen bir notta, bu tür yazılara devam edilmemesinin yüksek bir yerlerden istendiği okunuyor. (s. 91) “Yüksek yer”in neresi olduğu besbelli. Saraydaki zat. Türklüğün hangi çevreler tarafından istenmediğine ilişkin örnek aranırsa çıkışını burada aramak gerekiyor galiba. Ulusalcılık adına ne varsa silinip, yerine uysallaştırılmış ümmet modelinin temelleri böyle atılıyor. Kültür ve sanat üzerinde o gün kurulan baskının izlerini bugün kanıksayarak okuyoruz. Düşünceden korkan yöneticilerin başvurduğu ilk yöntemin yasaklamak olduğu kimsenin bilinmezi değil.
Değinilecek diğer konuyu aynı kitabın ilerleyen sayfalarında görmek olası.
Sanatçı bir gün evinde dinlenirken saraydan çağrılır. Mabeyinci İzzet Paşa kendisini karşılayıp söyleşirken arada kendisini sultanın ailesi arasında görmek istediğini söyler. Böyle bir istek elbette “yüksek yer”deki sultandan habersiz olamaz. Saraydaki hanım sultanlardan birisiyle evlendirilmek istendiğini gören Arseven bir bahaneyle öneriyi geri çevirir. Benzer öneriyi kabul eden başka gençlerin paşalığa değin yükseltildiğini anlatan yazar kendisinin damat olmayı kabul etmediği için ilerleyemediğini ekler sözlerine. (s. 97-99)
Görüldüğü gibi devlet yönetiminde yükselmenin eş-dost ve akraba ilişkileriyle gerçekleştiği günlere güzel bir örnek.
Genel geçer sözlerin ötesinde bir dönemi anlamanın en kolay yolu o günlere ilişkin anı, not ya da anekdotlara bakmak.
Zamana tanıklık yapanlar, yaşananları belleğin unutkanlığından kurtaranlardır. Hemen burada ekleyelim ki tarih kavramı tüm bu olguların ötesinde nesnellik ve güvenilirlik gibi değerleri üzerinde barındırmalı. Yoksa inanılırlığından söz edilemez.
Bu bağlamda anı kitaplarının önemi öne çıkıyor.
Bir dönemi öğrenebilmemizi birinci elden sağlayan kaynaklar olarak görmemiz gerek bu kitapları. Arseven’in anılarını okurken bunları düşünmekten geri kalamıyor insan. Çünkü, sanat bakımından olduğu denli dönemin politik yapısına ilişkin ilginç ipuçları aktarmakta günümüze.
Bugünün sanat çevrelerinde çokça anılmasa bile alanında öncü olmuş, dahası sanat üzerine yazdığı kitaplarıyla kuramsal yönden katkıları yadsınamayan bir sanatçımızdan söz ediyoruz.
Anılmamak durumu da günümüzdeki sanat eğitiminin yanlış ve eksik bilgilenmesiyle ilintili bir sonuç. Yoksa, resimleri dışında sanat üzerine hazırladığı ansiklopedi ve inceleme kitaplarıyla önemli bir kişilik olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yok. Doğru olan çağdaş sanatımızın kısa tarihi içerisinde yer alan değerleri öğrenebilmemizdir. 1971 yılında kaybettiğimizi sanatçımızın yaptıkları başlı başına incelenmeye değer. Yaşam öyküsünün olaylarla örülü yönü ise Osmanlı’nın son dönemine ilişkin çarpıcı örneklerle dolu. Devlet yönetmeye kalkan sarayın düştüğü açmazlar ile iktidarını uzatabilmek adına kurulan korku imparatorluğunun durumunu anlatan iyi bir kaynak.
(Celâl Esad Arseven- “Sanat ve Siyaset Hatıralarım”, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993)
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.