Gültekin Çoygun
Istanbul
Savaş(ın) Şiiri mi Aşk(ın) Şiiri mi?
BEKLE BENİ
– Simonov ve Babam –
Nedir en güzel şiirleri yazdıran insanoğluna?
Nedir duyguları yoğunlaştıran, doruğa çıkaran olgu?
Kavuşulmuş ya da kavuşulmamış sevgiliye duyulan aşk mı?
Her türden özlem mi?
Yaradan, vatan, halk, insan sevgisi mi?
Acı mı yoksa, hele acıların ardı ardına sıralandığı savaş ortamı mı?
Zor, çok zor bunun yanıtı. Ama, her ne kadar zor olsa da, zorlansak da, tarihte yaşanmış aşklara, özlemlere, sevgilere ve acılara bakarak, yani insanın insan olmasına yol açan olgulara bakarak, bir karar verebiliriz.
Kerem ile Aslı,
Vera ile Nazım,
Karadut,
Bir Hilal Uğruna Batan Güneşler,
En-el Hak,
Seferberlik,
gibi nicelerinin öykülerine bakarak bir sınıflandırma yapmamız olası.
Öte yandan, öylesi şiirler var ki, ne yaparsak yapalım, hangi duygunun eseri olarak ortaya çıktıklarına karar veremeyiz.
Aşk vardır; can yakar, can alır.
Aşk vardır; yaşam gücü verir, can verir.
Savaş vardır, isterse vatan savunması olsun, mübah olsun, sadece acı verir, can alır.
Sadece mi? “Bekle Beni” şiiri, savaşın acımasız ortamında bireylere can veren türünden, yaşama tutunma azmi verenlerden.
İşte diyalektik de burada; savaş mıdır şaire bu şiiri yazdıran, yoksa aşk mı?
Veya, “Her iki olgunun aynı anda olmasıdır” da diyebiliriz. Yine de, bu karardan da, şüphe duyarım.
Şairle tanışıyorum, yoksa tanıştığım Babam mı..?
Çocukluktan delikanlılığa adım attığım yıllar. Çoğu çocuk gibi, baba mesleğine, -askerliğe- meraklıyım o zamanlar ve deyim yerindeyse konuyla ilgili ne bulursam okuyorum. Aile kitaplığımızda, “E” yayınlarından yayımlanmış bir üçlemenin ilk kitabı ilişiyor gözüme, ilişiyor elbet, çünkü kapağı bir savaş anı görüntüsünden oluşmuş, adı: “Silah Arkadaşları.” Tam bana göre…
….. Akşam yemeğine yine geç kaldım, haytalıktan. Sofra çoktan kurulmuş, tüm aile yemeğe başlamamış, evin en küçük veledinin eve teşrif etmesi bekleniyor çünkü. Önceden belirlenmiş bir program yoksa, aileden bir kişinin eksikliği durumunda, babama yemek yedirmek mümkün olamazdı.
“Hoş geldin evlat” diyor babam. Kızmaca yok, nerde kaldın yok, sorgu sual yok, dayanılmaz bir mahcubiyet veriyor bu bana. Keşke kızsalar, bu kadar yanmaz yüreğim.
Okul ve dersler konuşulmazdı akşam soframızda, babam sevmezdi. Arada ağabeyim ya da ablam kırık not aldığım için serzenişde bulunmaya kalksa, babam, “Şimdi yeri değil, herkes yemeğini rahat yemeli” diye tavrını koyardı, ardından da eklerdi: “Benden sonra ağabeyin” diye…
Yaşam konuşulurdu bizim sofralarımızda. Sohbet boldu. Hepimiz bir tarafından tutardık sohbetin. Annemizin pratik yaklaşımları, Anneannemizin nereden bulduğunu bir türlü anlayamadığımız her olguya özgü özdeyişleri, ağabeyimin “Kızın elini tutabildin mi” diye alttan alta sıkıştırmaları, ablamın “Ben biliyorum, tutamamış enayi” diye mırıldanması, neler neler…
Kızgınlık da var sofrada, yaşam konuşulurdu dedim ya. Kızgınlığım, ağabeyimin babamla rakı içmesine; ona izin var, bana yok. “Ben ne zaman rakı içeceğim seninle” diyorum babama, diyor ki; “4 raf dolusu kitabı okuduktan sonra.” Bir hesap yapıyorum, en az 4 yıl lazım bu kadar kitaba, yani 18 yaşıma gelmem gerekiyor.
….. Yemeğin sonuna doğru kitabımı çıkarıyorum ve tabağın yanına koyuyorum, annem serzeniyor ama bana değil babama söyleniyor; “Senden görüyor” diye. Anneannem ise her zamanki gibi, muzip, “Bana da anlat okuduğunu” diyor. -Sahi, bir gün anlatmalıyım Anneanneme gazete, dergi, kitap okuduğum günleri.-
Soruyorlar “ne okuyorsun” diye. “Savaş Romanı” diyorum. “Kim yazmış” diye sordular bu kez. Hazırlıklıyım, biliyorum soracaklar çünkü.
Konstantin Mikhailovich Simonov
Dediğim anda, yeni sohbet konumuzu da bulmuş oluyoruz. “İyi de, bu temelde bir savaş romanı değil” dedi ağabeyim. Ablam ise onay makamı olmak istemedi sanırım. “Keşke önce Solohov’un ‘Ve Durgun Akardı Don’ kitabından başlasaydın” dedi. Görmüştüm kitaplıkta, ama kapağında savaş resmi yoktu ki..?
“Neden” dedim her ikisine birden. Ağabeyim, “Şimdi Simonov’un üçlemesinin tümünü birden mi anlatacağız sana? Oku, anlarsın” dedi.
“Olur mu ağabeyim” dedim, “adam kitabında, uzun uzun, 20. tümenin şu alayının bu taburunun falanca bölüğüne ait takımın yerleşim düzenini, arazi durumunu, savunma düzenini anlatıyor. Savaş romanı işte” dedim. İnatçı bir çocuktum. Babama seslendim ardından ve sordum; “Kademeli ve güçle orantılı geri çekilme ne demek?” Ağabeyim sarmaya başladı hemen makarayı; “Bu çocuk da sormadan duramaz, en tuhaf soruları bulur çıkarır.”
Baba, baba işte, o ana kadar dinliyordu, ama müdahalesi gecikmedi: “Ne yapalım” dedi, ardından ekledi: “O da inanmak istemeyenlerden, bilmek isteyenlerden, yaradan böyle yaratmış.”
Ağabeyim müdahaleye aldırmaz durumda; “Yaratmış ve leylek bizim eve getirmiş” diyor.
Babam, üzerinde durmuyor. Simonov’un, savaşı anlatıyor gibi gözükse bile, aslında insanları anlattığını söylüyor. Kısa bir özet yapıyor hemen:
“….. ‘Silah Arkadaşları’, arkadaşlığı ve vefa duygusunu anlatır, insanların birbiri için yapabileceği fedakarlık boyutunu ortaya koyar. İkinci cilt olan ‘Yaşayanlar ve Ölüler’, savaşa gidenlerin ardında bıraktıklarını, cephe gerisini anlatır, anlarız ki cephe gerisinde, savaşa gidenlerden daha büyük acılar yaşanmaktadır. ‘İnsan Asker Doğmaz’ da ise, savaşın kahramanlık olmadığını söyler, sıradan insanların çaresizlik ve acı içinde, kahramanlık yapmaya hiç de niyetleri olmadan, salt yurdunu savunmak için, nasıl savaşabildiğini anlatır.”
Benim için yeni bunlar. O ana dek, savaş demek, kahramanlık demekti benim için. Sustum, sadece o kitapları okumam gerektiğini, ama başka gözle bakarak okumam gerektiğini seziyorum.
Babam sürdürdü konuşmasını; “Simonov’u kitaplarıyla biliriz, ama bir şiirinin, tek bir şiirinin, bütün kitaplarından daha fazla okunduğunu bilmeyiz” dedi. Hepimiz susmuştuk bu kez. Tıpkı, doksan dokuz oyun anlatan bir pehlivanın, kendisine sakladığı son oyunu, yüzüncü oyununu, anlatacağını sezen çıraklar gibi…
Hiç üşenmezdi bu gibi durumlarda. Kalktı, küçük bir kağıt getirdi içerden. Hep küçük küçük kağıtlara yazardı notlarını.
Bize, “Bekle Beni” şiirini okudu…
Bekle beni, döneceğim ben.
Çok çok bıkmadan bekle!
Sarı yağmurların
Hüznü basınca,
Kar kasıp kavururken,
Kızgın sıcaklarda… bekle.
Başkaları dünden unutulmuşken .
Beklenmedikleri zaman bekle.
Uzak yerlerden mektuplar kesilince
Bekle beni.
Birlikte bekleyenlerin beklemekten
Usandığına bakma, bekle.
Bekle beni döneceğim.
Unutmak zamanı geldiğini
Ezbere bilenleri
Hayırla anma!
Varsın oğlum, annem
Hayatta olmadığıma inansın,
Dostlarım beklemekten usansın,
Ocak başında toplanıp
Acı şarapla
Yadetsinler beni.
Sen bekle onlarla birlikte
İçmekte acele etme.
Bekle beni; döneceğim,
Bütün ölümleri çatlatmak için
Döneceğim!
“şansın varmış desinler.”
Beklenmedikleri için,
Beni bekleyerek
Düşman ateşinden
Nasıl korunduğunu anlayamazlar.
Sağ kalışımın sırrını yalnız
Senle ben bileceğiz…
Bütün sır… senin
Başkalarının bilmediği gibi beklemeyi
bilmende.
Okumayı annemden, bir erek duygusuyla okumayı ise babamdan öğrenmiştim. Kitaplarla düşkün bir adamdı babam. Dolayısıyla, kitaplar hakkındaki yorumlarına alışıktım. Ama, şiir okuması, tam bir sürprizdi benim için. Yeniyetmelik olsa gerek; çünkü babam askerdi ve asker adamla şiir arasında bir ilişki kuramamıştım doğrusu. Belki bu nedenle, o zamanlar, -dürüst olmalıyım ki- bende pek bir iz bırakmamıştı bu “bekle beni.”
Yıllar geçti, ansızın geçti hem de; babamızı toprağa verdikten sonra, baba ocağına, evimize geldik. Babamın “Benden sonra ağabeyin” dediği gibi, ailemizin sorumluluğu onda. Taziyelerle o ilgileniyor dolayısıyla, ben ise herkesden uzak, içerde, kitaplıktayım, kaçış değildi bu, eve geldiğim zaman, -her zamanki gibi- babamı yine kitaplıkta bulurum umudunu taşıyordum.
Evimizin küçük odasını kitaplık olarak düzenlemişti babam. Çekilerek açılan iki çalışma masası da yerleştirmişti. Çalışmak, araştırmak isteyen, bu odaya geçerdi. Ayrı eve çıkana değin, yaşamımın büyük bir bölümü bu odada geçmişti. Babamla, bu odada, zaman geçirmeyi, ufacık bir bilgi kırıntısı için kitaplığı karıştırmayı çok severdik. Bu oda, bizim için kutsal bir mabedden farksızdı, bizim mabedimizdi.
Raflarda, gözüme “Silah Arkadaşları” ilişti. Şaşırdım, çünkü mülkiyet duygusundan uzak bir adamdı. Okumak isteyene, istediği kitabı verirdi kitaplıktan, çoğu da geri gelmezdi. Bu kitap ise, orada, tam karşımda, göz hizamda, duruyordu.
“Silah Arkadaşları”nı görünce, ansızın, o keyifli gecemiz ve babamın okuduğu şiir geldi aklıma. O şiir ile, yılların babası, artık benim arkadaşım olmuştu çünkü. Küçük kağıtlarını karıştırdım saatlerce, ne çok not almış, “şu kitapları almalıyım” diye yazdığı son notu ise, …. neyse, artık tüm sırları biliyor O.
Şiiri yazdığı notu bulamadım. Yıllarca aradım bu şiiri, çok hayıflandım ararken, keşke babamın o kağıdını saklasaymışım diye. Ancak iletişim teknolojileri gelişince bulabildim.
… Ve babamla beni arkadaş kılan adam: Konstantin Mikhailovich SIMONOV eklemeyi bilmende.
Üçlemenin ardından, Simonov’un “Albay’ın Aşkı”, “Günler ve Geceler”, “Anayurdun Dumanı” ve “Lopatin’in Notları”nı sıraladım. Şimdi, hiçbiri aklımda değil. Ama, “Bekle Beni” şiirini, hiç unutamadım.
Simonov, İkinci Dünya Savaşı’nda ön saflarda hem savaşmış hem de Kızılordu gazetesinin savaş muhabirliğini yapmış. Savaş sırasında bile, her zaman barış için yaşamış, çok duygusal ve insan sevgisi ile dolu bir yazar.
Simonov, gazetesi tarafından savaş muhabiri olarak Stalingrad cephesine gönderilmiş. Simonov, böylece İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı günlerinin yaşandığı Stalingrad cephesinde, sadece bir gazeteci değil, aynı zamanda, hem de yarbay rütbeli bir asker olarak savaşmış.
Derken bir gece, diğerleri gibi cehennemi andıran bir gece, yarı beline kadar çamura battığı, sağına soluna top ve şarapnel parçalarının düştüğü, başının üzerinden vızır vızır mermilerin uçuştuğu bir gece, her zamanki gibi sevdiği kadını, güzeller güzeli Valentina Serova’yı düşünürken, bu kadına karşı duyduğu aşk ve hasretin dayanılmaz bir hale geldiğini hissetmiş. Simonov, çok sonraları, o geceyi anlatırken, “Çıldırmak üzere olduğumu anladım ve bunu önleyebilmenin tek yolu Valentina ile konuşmak, ona aşkımı ve hasretimi anlatmak ve mutlaka geri döneceğimi söylemekti” demiş.
“Bekle Beni” şiiri işte o gece yazılmaya başlandı. Simonov, o sıralarda henüz yirmi beş yaşındaydı ve önünde Valentina ile birlikte yaşanacak uzun yıllar olduğuna yürekten inanıyordu. İzine çıkan bir askere şiirini verdi ve yolu düşerse şiiri gazeteye bırakmasını söyledi. Sonra da savaşın acımasızlığı her yanını kuşattı ve Simonov şiirinden herhangi bir haber alamadı.
Oysa asker şiiri gazeteye ulaştırmış, şiir gazetenin savaşın henüz sıçramadığı şehirlerden birindeki baskısında yayımlanmıştı. Sonra bir gün askerlerden biri şiiri görmüş, onu kesmiş ve Stalingrad yakınlarındaki bir kasabada yaşayan nişanlısına göndermişti. Şiirden çok duygulanan genç kız da bunu arkadaşlarına gönderince, ortaya “Bekle Beni” fırtınası çıkmıştı. Bütün bir savaş boyunca cephenin göbeğinde savaşanlardan, Rusya’nın çok uzak ve griler içindeki Kuzey limanlarında görev yapan bahriyelilerine kadar bütün bir Sovyet ordusunda bu şiir, hem subaylar hem de erler tarafından ezberlendi. Yüzlerce değişik biçimde ama hep hüzünlü bir tonda bestelendi. O dönemde cephede vurulup ölen ya da yaralanan tüm Sovyet askerlerinin tam kalplerinin üzerine denk gelen göğüs ceplerinde, ya gazeteden kesilip çoğaltılmış ya da kargacık burgacık harflerle yazıya dökülmüş “Bekle Beni” şiiri çıktı.
Bu şiirin, Ortodoks kutsal metinlerinden sonra, Rus halkı tarafından en çok okunan ikinci yazı olduğu söylendi.
Rus halkının yanısıra, II. Dünya Savaşı’na katılmış tüm askerlerin en çok okuduğu bir diğer metin de İncil’den bir alıntıydı:
“… Onbinlercesi düşüp kalsa da yanıbaşında,
Ölüm seni bulmayacak, bilesin…”
Simonov, yaşadığı süre boyunca sevmekten bir an bile vazgeçmediği Valentina Serova’yı ilk kez Moskova yakınlarında bir tren istasyonunda gördü. O zamanlar yirmibir yaşında ve Sovyet sinemasının oldukça ünlenmiş bir sanatçısı olan Serova, sarı saçlı, ince ve uzun boylu güzel bir kadındı. O yaz günü Moskova yakınlarındaki Kolomenskoye istasyonunda tesadüfen Valentina’yı gören Simonov, genç kadına hemen o anda vurulduğunu hep anlattı. Simonov’un anlattığına göre, “Bolahnin dantelleri ve Gorodets işlemeleriyle süslü gök mavisi bir elbise giymiş olan Valentina, uçuşan sarı saçları, yaramazca havalanan eteği ve boynundaki beyaz inci gerdanlığıyla” çok güzel bir kadındı ve ona âşık olmamak imkansızdı. 1943’te evlendiler. Simonov, Valentina’ya “Senin yüzün benim kaderim” diyordu ve bu kaderi severek yaşıyordu. Sonra savaş yılları geldi. Simonov, cephelerde kanlı savaşların içinde Valentina’ya yazmayı hiç aksatmadı. Bekle Beni’den sonra “Seninle ve Sensiz”, “Kızma Yazarsam” adlı uzun şiirlerini hep bu dönemde ve elbette Valentina Serova için yazdı. Bunları gönderip gönderememek, Valentina’nın bunları okuyup okumaması değildi önemli olan. Önemli olan, onun Valentina’ya olan aşkını her gün, her dakika, her sabah, her akşam fısıldayabilmesiydi. Gerisi önemsizdi ve Simonov daha sonra da söylediği gibi, bunu yapamazsa çıldıracağını biliyordu.
Savaş bitti. Simonov, Valentina’nın yanına döndü. Bazı şeylerin yolunda gitmediğini de işte ilk kez o günlerde anladı. Yaşam, insanlar, ilişkiler zaten değişmek zorundaydı ve savaş bu değişimi daha da hızlandırmıştı. Valentina, Sovyet sinemasının en ünlü yıldızlarından biriydi artık. Simonov ise sanki Stalingrad cephesinde yaşıyordu, hâlâ. Uğruna ölümlere gidip geldiği, sadece ona kavuşmak umuduyla hayatta kalabildiği bu kadını artık pek tanıyamıyordu. O hâlâ ılık bir yaz gününde muzip bir rüzgârın eteklerini havalandırdığı, sarı saçlı bir kadın görmek istiyordu ama göremiyordu. Nedir ki, aşkından ve sevgisinden de asla vazgeçmiyordu. Valentina’nın dedikodulara yol açan bir hayat sürmesi, ortalıkta bazı yakışıklı sinema aktörlerinin adının dolaşması da Valentina’ya olan aşkını zerre kadar azaltmıyordu. Ama, bir insan olarak etkilenerek, günün birinde, bu canı kadar sevdiği kadını incitebileceğinden de korkuyordu. Belki de böyle bir şey yapmamak için, Valentina’yı kırmamak için 1957 yılında hiçbir açıklama yapmadan onu terk etti. Konstantin Simonov, bir zamanlar beklemesi için yalvardığı kadını, karlı bir Moskova sabahı bırakıp gitti ve bir daha hiç geri dönmedi. Yazmayı yoğunlaştırdı. “Albayın Aşkı”, “Savaşsız Yirmi Gün”, “Günler ve Geceler”, “Savaş Günleri”, “İnsan Asker Doğmaz”, “Silah Arkadaşları” ve “Yaşayanlar ve Ölüler” gibi kitapları yazdı. Sovyet Yazarlar Birliği Başkanı seçildi. Ülkemiz de dâhil, bir çok ülkeyi ziyaret etti.
Valentina Serova, 1975 yılında öldü. Simonov cenazeye katılmadı. Ertesi sabah Serova’nın mezarının üzerinde bir saksı içinde mavi hareli, sarı yapraklı bir menekşe çiçeği bulundu. Kırmızı saksıya küçük beyaz bir kağıt yapıştırılmıştı ve kağıtta işlek bir el yazısıyla “Zhdi Meny” yani “Bekle Beni” yazıyordu. Bu çiçeği kimin bıraktığı ve küçük notu kimin yazdığı daha sonraki günlerde Simonov’a defalarca soruldu. Simonov, her defasında acı bir şekilde gülümsemekle yetindi ve yanıt vermedi. Yıllar önce “sağ kalışımın sırrını yalnız senle ben bileceğiz, bütün sır senin beklemeyi bilmende” diye yazmıştı ve sevdiği kadın da onu beklemişti. Şimdi bekleme sırası ondaydı.
Konstantin Mikhailovich Simonov, 28 Ağustos 1979’a kadar bekledi.
Sonra kendisini bekleyen sevdiği kadının yanına gitti…
Babam artık beni akşam yemeklerine beklemeyecek. Şimdi bekleme sırası bende.
Bekliyorum baba; insanlığa, vatanıma, çalıştığım kuruma, yararlı olmak için çalışarak, sorgulayarak, bilgi edinerek bekliyorum, onurumla bekliyorum, tıpkı senin bana öğrettiğin gibi, beklemenin sırrını bilerek bekliyorum.
Sen de bekle beni, yine de bekle,
Belki henüz değil ama, birgün,
Bekliyorum,
Sen gelemeyeceksin ama,
Ben geleceğim…
Ya siz;
Yanıtı buldunuz mu?
Aşk(ın) şiiiri mi Savaş(ın) şiiri mi “Bekle Beni”..?
Ve karar verdiniz mi?
Nedir en güzel şiirleri yazdıran insanoğluna?
* * *
Yorum Kapalı.