Köy Yazınının İlk Örneği
Karabibik
Sanatta, yazında ilkleri gerçekleştirmek her zaman güç iştir. Türk yazını için de bu gerçek sözkonusudur. Roman türü düşünüldüğünde doğallıkla bir roman geleneğimizin olmadığı görülür. Çünkü roman kentsoylu sınıfın bireyi, birey özgürlüğünü, insanlık durumlarını, toplumsal-ekonomik üretim ilişkilerini oluşturma çabasıyla doğrudan ilişkili bir tür olarak çok yenidir.
Türk yazınında roman türü görece yeni olmasına karşın kuşkusuz ki öykü (hikâye) türü çok köklü ve güçlü bir birikime, geleneğe sahiptir. Giderek, başlarda romanımızın doğuşunu öykünün beslediğinden söz etmek de pek yanlış olmaz.
İlk köy romanı mı öyküsü mü olduğunda kararsız kalınan bir yapıtımız var ki edebiyatımızda etkili olmuş, bir sürecin başlamasını sağlamıştır. Bu kitap aynı zamanda gerçekçi-doğalcı (realist-natüralist) akımın da Türk yazınındaki ilk örneği olarak bilinen, Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik” (1890) adlı kitabıdır. Karabibik’in türünün ne olduğu sorusu bir yana köy edebiyatının ilk örneği olduğu kesindir. (İlk köy romanı bağlamında hemen ardından anılan, Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın “Küçük Paşa” (1910) adlı kitabının, roman türünün özelliklerini güçlü biçimde taşıdığı açıktır.) Nâbizâde Nâzım, çileli bir çocukluk yaşamakla birlikte, askeri mühendislik okulunu bitirmiş, iyi eğitim almış bir kişidir. Eğitim yaşamında çok başarılıdır. Öğrenim gördüğü okulunda cebir, topografya… alanlarında öğretmenlik yapar. Doğumu bazı kaynaklarda 1862 bazı kaynaklarda 1865 olarak belirtilir. Ölüm tarihi 6 Ağustos 1893’tür. Kısa yaşamına birçok başarı sığdırır. Nâbizâde Nâzım Karabibik’ten başka, Türk edebiyatında yine ilk psikolojik roman denemesi sayılan “Zehra”nın da yazarıdır.
Karabibik’teki olaylar Antalya’nın Demre ilçesinin (Karabibik’te Temre köyü) Beymelek köyünde geçer. Roman kahramanı Karabibik, borçludur, yoksulluk içindedir. Elinde kalan sekiz dönümlük toprağı işleyebilmek, Yosturoğlu’nun toprağı olmasını önlemek çabası içindedir. Bu tarlayı sürmek için her yıl öküzler kiralamaktadır. Kızı Huri’yi her yıl öküzlerini kiraladığı Koca İmam’ın akrabasına vererek öküzleri bedelsiz kullanmayı tasarlasa da o akraba başka bir kızla evlenince amacına ulaşamaz. Bir çift öküzü ancak Temre köyündeki Rum Bakkal Yani’den yüksek faizle aldığı borçla edinebilir.
Ne var ki bu kez Yosturoğlu’nun yeğeni Hüseyin, Karabibik’in kızı Huri’yle evlenmek ister; ardından da evlenirler. Yaşlı Karabibik mutludur ama sıklıkla yinelenen bir hastalığın eziyetini çekmektedir.
Nâbizâde Nâzım bu konunun içinde yan öğe / anlatı / olay olarak, Karabibik’in, (hastalığı dolayısıyla destek aldığı Hekim Linardi’nin eşi) Eftalya’ya yönelik cinsel ilgisini işler.
Edebiyat yapıtlarının görevi bu olmamakla birlikte Karabibik’te döneme ilişkin birçok bilgi yer alır; bu bilgiler kitap üzerinden günümüze ulaşır. İşte birkaç örnek: Yoksulluk içindeki köylü (ki Karabibik’in evinin betimlenmesinde de bu durum açıkça anlaşılır) az miktardaki tarlasını güçlükle ekip biçmektedir. Bir çift öküz çiftçi için vazgeçilmez önemdedir. Köylülerin, bu güç koşullar içinde üretebilmek için borç aldıkları kişiler, ticaret yapan ve aynı zamanda tefeci olan birkaç Rumdur. Köylüler aynı tacirlere diğer gereksinimleri için de sürekli borçlanırlar. Gitgide ağırlaşan borçlanma durumunda (ki kaçınılmaz olduğu bellidir) mahkemeye çağrılırlar; bu kalan topraklarından da olmak anlamına gelir. Askere çağrılmak da sonunun ne olacağı kestirilemeyen, dönememek olasılığı yüksek bir olaydır.
Nâbizâde Nâzım Karabibik’in girişinde okurlara şöyle seslenir:
“Gerçekçilik akımında yazılmış roman okumamışsanız, işte size bir tane ben sunayım.
Emile Zola gibi, Alphonse Daudet gibi realistlerin yani gerçekçi yazarların romanları, hep açık saçıklıkla doludur sanısında bulunanlar, şu Karabibik’i okudukları zaman sanılarını düzelteceklerdir sanırım.
Bu gibi romancıların maksatları, insanoğlunun başından geçen olayları, sırf insan açısından incelemek ve öykülemektir. Bunlar, bir insan ne gibi duygular duyabilir ve (nasıl) davranabilirse ona o duyguları ve davranışları verip işi doğal akışından çıkarmamak, yani insanda bulunmayan duygu ve düşünceleri insana yüklememek isterler.
(…)
Bilemem, benim şu Karabibik’im de ne dereceye kadar gerçekçi yani akla uygun bir roman olabildi. O hükmü siz vereceksiniz. Fakat sanırım ki onu şu durumuyla ruhsuz bulmayacaksınız. Romanımdaki öykünün geçtiği yer olarak Anadolu köylerimizden (birini) seçmede bir düşüncem vardır ki, bu da köylülük, çiftçilik dünyasının yabancısıysanız size o dünyalar hakkında bir fikir vermiş olmaktır; anlattığım olayların geçtiği yerlerde halkın geçim yolları ve işleri güçleri hakkında yeter derecede bilgi bulacaksınız; dillerini de tanıyacaksınız. (Vurgu benim GG).
Olaylara kendi duygu ve düşüncelerini hiçbir şekilde katmamak, gerçek (bir) romancının asıl tutumu olduğu için öykü hep böyle yürütülmüştür; bulacağınız yargılar ve düşünceler hep olayları yaşayan kişilerin kendi mallarıdır; benimle hiçbir bağlantıları yoktur. Olayları yaşayan kişileri kendi düşündükleri gibi kendi dillerince söyletmek, bu konudaki kurallardan biri olduğundan, ben de karşılıklı konuşmaları öylece doğal akışıyla yazdım; böylece dilimize, edebiyatımıza küçük bir hizmette bulundum sanırım. Kimi sözcükler için küçük bir sözlük ekledim.
Benim düşünceme göre, her yerdeki halkımızın dili incelenerek toplanmalıdır. Böylece dilimiz geliştirilebilir.” (Nâbizâde Nâzım, 2011).
Yazarın bu seslenişi birçok değerli yenilik içermektedir. O dönemde Türk edebiyatında bilinmeyen kavramlar olan gerçekçilik-doğalcılık akımlarıyla ilgili bilgi vermesinin ardından yazdığı “Romanımdaki öykünün geçtiği yer olarak Anadolu köylerimizden (birini) seçmede bir düşüncem vardır ki, bu da köylülük, çiftçilik dünyasının yabancısıysanız size o dünyalar hakkında bir fikir vermiş olmaktır; anlattığım olayların geçtiği yerlerde halkın geçim yolları ve işleri güçleri hakkında yeter derecede bilgi bulacaksınız; dillerini de tanıyacaksınız.” açıklamasıyla yapıtın yazılmasındaki ana amaçlardan biri ortaya konmaktadır. Henüz hiçbir yazarın işlemediği, bilgi sahibi olmadığı bir konudan, köyden, köylüden söz etmekte, açıklamamalar yapmaktadır. (Karabibik’in 1890’da, köy konusunu ele alan ikinci yapıt Küçük Paşa’nın yayım tarihi olan 1910 yılından çok önce yayımlandığı unutulmamalıdır.)
Sunuşun ikinci önemli bölümü son paragrafında gizlidir. Belki ilk anda anlaşılamasa da “…her yerdeki halkımızın dili incelenerek toplanmalıdır. Böylece dilimiz geliştirilebilir” önerisi, görüşü, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1932 yılında Türk Dil Kurumu’nu kurarak başlatacağı Dil Devriminin önbilgisi, habercisi gibidir. Türk Dil Kurumu’nun Türkiye’nin her noktasından yaygın bir çalışmayla oluşturup, 13 cilt olarak yayımladığı Derleme Sözlüğü tam da Nâbizâde Nâzım’ın 1890 yılında, yapılmasını dilediği kültür atağının en güçlü ve kapsamlı biçimde gerçekleştirilmesidir.
Ayrıca Karabibik’in dili, dönemine göre yalın, anlaşılır bir dildir. Bunun yanı sıra birebir denebilecek ölçüde yerel konuşma biçimine, ağıza (şive) yer verilmiştir. Bundaki amacını da yazar sunuşunda belirtmektedir.
Karabibik üzerine ayrıntılı bir inceleme yazmış olan Güzin Dino kitaba ilişkin şu açıklamalarda bulunur:
“Görülüyor ki, Nabizâde o güne kadar hiç ele alınmamış bir konuyu işlemek istemiştir; bu konu değil sade edebiyatçılar, hattâ o devir siyaset ve iktisat buhranını idrâk eden vatanperver aydınlar tarafından da müşahhas bir şekilde ele alınmış değildi. Nabizâde, Zola’nın ve onun sanatını etraflı bir şekilde bize tanıtmaya çalışan Beşir Fuat’ın tesiriyle ve sadece bir edebî mektep nazariyesine uymak gayesiyle böyle bir konuya ilgi göstermiştir, bir de kendi kitabının önsözünde işaret ettiği gibi naturaliste’lere karşı Osmanlı basınının dar görüşlü tepkisine mukabil, konusunu bu yolda seçmiştir… Nabizâde bu konuyu sade ele almakla kalmaz; ortaya koyuş tarzında sağlam bir müşahadeye dayanan bir seziş vardır… Birinci parçanın ilk kısmında…Karabibik’in psikolojisi ortaya konmuştur, bu sadece Karabibik’in şahsiyetine münhasır kalan bir psikoloji değildir, her hangi varlıksız bir köylünün psikolojisidir. Israrla tek düşüncesine bağlı kalması, parasızlık yüzünden endişe ve tereddüt içinde olması konu komşunun her birinin öküzünü yakından kusur ve meziyetleriyle öz evlâdı gibi bilmesi, hiçbirine sahip olamaması; ve bütün bu düşünceleri ayarlıyan parasızlığı, borcu, alacaklı tarafından aldatılmak ihtimali, kendini korumak için hesap bilmemesi, cehaleti: “Keşke kızan iken mektebe gitseydim! vaktin bekrinde de köyde bir hoca varmıydı ya?” bütün bunlar tipik bir köylüye teşmil edilecek özelliklerdir. Bu kısmın üslûbu da muhtevasiyle uygundur; dikkat edilirse iki çeşit cümlelere rastlanır; bir yazarın ağzından, bir de Karabibik’in iç konuşmasını ifade eden cümleler. Meselâ başlangıçta: “Karabibik bir çift satın almağı zihnine koymuş, karar vermiş gitmişti'” diyerek bize doğrudan doğruya hitap etmekle başlayan Nabizâde, sonra bizi alıp Karabibik’in iç konuşmasına götürür: “Andonoğlu’nun öküzleri ise pek yavuz ama pek tuzlu: çiftine otuz bir mecit istiyordu ni hal etmeli?” Okuyanı konunun içine kadar sürükleyen ve şahısların psikolojisiyle kaynaştıran bu üslûp realiste ifadenin en kuvvetlilerindendir. O kadar işlenmiş olan Fransız nesrinde bile, ancak Flaubert’den sonra ve Flaubert’le gelişen bu yazı tarzını Karabibik’in neşir tarihi olan 1890 da o kadar az işlenmiş Osmanlı nesrinde bulmak bu esere ayrı bir önem verir.
Çetecioğlu Mustafa bir yandan, diğer taraftan kaba sesiyle güya bir cemaata nutuk söylüyormuş gibi sürekli bir kahkahadan sonra: “Heey köylüler hep öleceğiz… Davarı it gözleyi durur, şüüüt!” lâflariyle deli Yusuf, biri mütevekkil, sert ve değişmez kaderinin iptidai durgunluğun verdiği tepkisizlik ve yeknasaklığı ile, diğeri ise şuursuz bir imsiyakla kaderinin dramını garip ve şaşırtan bir hareketle kendi başına bir nevi deliliğin vecdi içinde ancak uzaktan geçen gemilere haykırarak, Karabibik’i ve müşahhas olarak bildiğimiz derdini, plâstik ve sembolik bir şekilde Anadolu’nun bir köy manzarası içinde çerçeveliyorlar; bu suretle köyün realitesini şiire ulaştıran Nabizâde burada adetâ büyük sanatkâr ustalığına erişiyor.
İkinci parçada, Nabizâde, Karabibik’in evini tasvir eder; bu tasvirde köylünün tipik yaşayış tarzını vermesi bakımından çok önemlidir. Nabizâde sıkı bir müşahadeye dayanan realiste metodla köy evini bütün terefrüat ve gerçeğiyle anlamıştır; aynı zamanda bu durum içindeki manevî hayat, tembel, topal ve yaşı geçkin Huri’nin şahsiyetiyle ifade edilmek de istenmiştir.” (Dino). (Alıntıda yazım durumu korunmuştur. GG).
Ne var ki yine Güzin Dino’nun da belirttiği gibi, öykünün son iki bölümünde Karabibik’in durumunun birden iyileşmesi, huzurlu bir döneme geçmesi şaşırtıcı ve anlaşılmazdır; “…edebiyat tarihimizde ilk üç kısmiyle önemli bir yer tutabilecek olan bu hikâye bitirilmeden biter.” (Dino). Karabibik’in endişeleri, istismar edilişi öyle aniden iyileşecek gibi değildir; sorunları son bulmuş Karabibik okura inandırıcı gelmemektedir.
Ancak sözkonusu eksikliklere dönemin bilgi koşulları göz önüne alınarak bakılmalıdır. Başta da belirtildiği gibi ilki denemek her zaman en güç olandır. Kaldı ki Nâbizâde Nâzım’ın birçok yeniyi Karabibik’le, Zehra’yla edebiyatımızda başlattığı tartışmasız bir gerçektir.
Nâbizâde Nâzım’ı ölümünün 123. yıldönümünde saygıyla anıyoruz.
Kaynaklar
Dino, Güzin, Nâbizâde Nâzım’ın (1865-1893) “Karabibik” İsimli Hikâyesi Üzerine Bir Deneme, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1244/14213.pdf
Nâbizâde Nâzım, Karabibik, (Haz.: Kemal Bek), Bordo/Siyah Yay., 2011
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.