DOĞAL (ya da EKOLOJİK yahut YEŞİL) ŞİİR!
Yücel Çağlar
Düşünüyorum da sözgelimi;
olabiliyorsa eğer “doğal (ya da ‘ekolojik’ yahut ‘yeşil’) şiir” neden olmasın; “bal gibi” olur bence ! Nasıl olabileceğini, en azından şimdilik ben de bilmiyorum; duyduğum ya da gördüğümde size de aktarırım artık*. Bu bağlamda, günümüzde, kimi kavramların, dahası terimlerin bile metalaştırılma sürecinde ne denli ve nasıl kullanılabildiğini örneklemek istedim yalnızca. Aynı süreçte, çoktandır benzer amaçlarla “tepe tepe” kullanılan aşk, sevgi, tutku, hüzün, öfke vb “insanlık hallerinin” bile başlarına “doğal” ya da “eko” niteminin getirildiğini görecek, giderek bunu da kanıksayacağız sanırım:
Gülüyorsunuz değil mi, ama gülmeyin lütfen; küçümsenebilecek bir olasılıktan söz etmiyorum (!) Bakıyorum da “- Peki, böylesi kötü mü olur?” der gibisiniz. Evet, bence kötü olur; böyle giderse, elimizde kalan en insancıl değerlerimizin bile “doğal” olup olmadığını da sorgulamak zorunda kalacağız. Sözgelimi, dillerden düşürülmeyen demokrasi, özgürlük, insan hakları, hukuk, erdem, utanç vb kavramların başına gelenleri bir düşünün… Öte yandan, dilde, giderek düşüncedeki bu savrukluk, sözgelimi, “doğal” süreçler, ortamlar ile varlıkların korunmasına yönelik duyarlılıkları, yanı sıra, eylemlilikleri de, deyim yerindeyse “ayağa düşürecek”; ki, bana kalırsa, çoktan düşürüldü bile. Ama durun; yanılıyor da olabilirim: Günün birinde bir aklıevvel çıkıp da “doğal (ya da ‘ekolojik’ yahut ‘yeşil’) şiir” yazmaya başlarsa, bu, söz konusu duyarlılık ile eylemliliklere yeni boyut, yaygınlık, etkenlik kazandırabilir belki; “olmaz olmaz demeyin, olur bence(!) Yalnız, bu doğrultuda çabalara gireceklere “naçizane” bir önerim olacak: Önce “doğanın sizin neyiniz olduğunu” açıklayarak başlayın bu zorlu uğraşa.
“Doğa” sizin neyimiz oluyor?**
“Durup dururken…” dersem, gerçeği söylememiş olurum; “naçizane” öğüdüme nasıl başlayacağımı düşünürken aklıma geldi: Sözlerini Şemsettin Polat’ın yazdığı Orhan Akdeniz’in bestelediği; 1970’li yıllarda, önce Esengül’ün sonra da, başta Müslüm Gürses olmak üzere birçok sanatçının okuduğu şarkının şu ünlü dizelerini anımsadım. Sizin de anımsayacağınızı umuyorum: “…
Uzaklarda seni neden arayayım çünkü sen içimdesin,
taht kurmuşsun her şeyinle kalbime sen en güzel yerindesin,
bu ayrılığın yükünü kaldırıp omuzlarımda taşıyamam,
dünyaları verseler bana ben sensiz asla yaşayamam.
…”
Bu dizelerdeki “sen” göndermesini “doğa” olarak anladığımızda, başka bir söz söylememe gerek kalmıyor bence. Sizi bilmem, ama “doğa” benim herhangi bir şeyim olmuyor çünkü. Daha açık söylersem; varlığımın kökeni, sonrasında ise en azından bir yanım “doğa”. Üstelik “doğam” da, kültür gibi, beni ben yapan temel özelliklerinden birisi; kimbilir belki de birincisi. Böyle düşündüğüm içindir ki, toprağı bol olsun, Nermi Uygur’un her zaman baş tacı ettiğim şu saptamasını sizlerle de paylaşmak isterim[1]:
“Bu bağlamda sallantısızca söyleyebileceğim birşey varsa o da insanın durmadan doğaya kendinden birşeyler katması. Doğaya iz bırakmak için gelmişiz sanki dünyaya. Çok şeyler katıyoruz ona. Onu eğip büküyor, geçici kalıcı kendi damgamızı vuruyoruz ona. Salt doğa diye birşey yok, insanın evrende görünmesiyle birlikte, (kendimize de ‘doğa’ desek, kendimizi de doğanın bir parçası diye saysak) artık ‘bizim’ olan bir doğa var. Yalnızca kendi kendine değişip gitmeye, bizim de elatışımızla değişip oluşan bir doğa var. Birbirimize bağlıyız-bağımsız olduğumuzu sandığımız zamanlarda bile. Başka bir doğa yok. Henüz elatmamış da olsak, uzanamadığımız yerleri de katın, dolaylı bir biçimde de olsa, çok sonra da olsa, doğaca anlamı bakımından bize ‘göre’, ‘bizimle’ anlamlı doğa.”
Bakmayın siz “doğayı” bize dışsallaştıranların söylemlerine, açıklamalarına; “doğa”, benliğimize böylesine içkindir işte. Böyleyken; “doğal” süreçler, ortamlar ile varlıklar en doğaperestler (!) için bile çoğunlukla dışsal olmasına bir türlü aklım ermiyor. Tamam; bu, “doğa” ile ilişkilerimizin daha anlamlı bir düzlemde düzenlenmesini büyük ölçüde güçleştiren bir sorundur. Ne ki, bana sorarsanız, bu durumun bilincine varmak – bilgisine sahip olmak değil – çok daha zor. Nice “doğa korumacı”, “doğasever” bilirim ki, böylesi bir bilinçlenmenin yakınından bile geçememiştir. Dolayısıyla, çoğunluğu, “doğayı” korunması gereken bir ortam ya da varlık, kendisini ise bu doğrultuda uğraş veren, gerektiğinde özverilere katlanan bir “duyarlı kişi” olarak bellemiştir. İşin acı ya da hüzün verici yanı nedir, bilir misiniz; yaşadığımız günlerde;
“- Ona da şükür; iyi ki varlar!”
demek durumundayız; ben diyorum; “iyi ki varlar !”. Ama yine de “siz siz olun”; öncelikle “doğayı” dışarılarda aramaktan vazgeçin !
Bir de…
Bilgilenmekle yetinmeyin. Pek emin değilim; çoğu kişide “doğa bilgisi” var ama “doğa bilinci” oluşmamış olabiliyor çünkü. Sözgelimi, adında “Doğa …” sözcüğü olan bir özel öğretim kuruluşu özgörevini şöyle tanımlayabiliyor:
“Ezberden öte özümseyerek öğrenen, kendini bilgiyle doldurmak yerine bilgiyi kullanan, yalnızca testlerde değil, okullar arası kültür, sanat, spor, bilim gibi her dalla ilgili çalışmalarda başarılı olan, birikimi yüksek, özgür düşünen ve düşündüklerini açıkça ifade edebilen, uluslararası bir vizyona sahip, yerel değerlere bağlı, evrensel değerlere açık, bilimsel çalışmalar yürütebilecek seviyede yabancı dil bilgisi olan, geleceğin aydınlık liderleri olacak bireyler yetiştirmek”
Her fırsatta;
bu öğretim (!) kuruluşunun özgörevinde “doğa bilinci” ile ilişkilendirilebilecek bir tek belirtkenin olmaması, rastlantı mıdır sizce? Bence değildir. Hoş; “- Pek; olsaydı, durum değişir miydi?” derseniz, en azından haksızlık etmek için; “- Yorum yok!” yanıtıyla yetinirdim.
Yanlış anlaşılmasın: “Serbest rekabet” koşullarında etkinlikte bulunan kuruluşların çevre/doğa koruma amaçlı etkinliklere katılmasını ya da katkı yapmasını yadırgamıyorum: Yadırgadığım, daha doğru bir söyleyişle dikkatinizi çekmek istediğim, “doğa bilincinin” anlaşılma biçimi. Ne yazık ki, böylesi anlaşılma biçimi, yalnızca örneklediğim öğretim (!) kuruluşuna özgü değil; pek çok yatırımcı kuruluş da kendini “doğasever” (ya da “çevresever” yahut “sürdürülebilir”) yakıştırmasıyla tanıtmak, böylece saygınlık kazanmak için çeşitli çabalara girebiliyor*.
Bence, “doğal (ya da ‘ekolojik’ yahut ‘yeşil’) şiir” yazmaya kalkışacak dostlarımızın böylesi kolaycılıklardan, yüzeyselliklerden kaçınması da gerekiyor.
Kısacası…
Olmaz ya, varsayalım ki bir dostumuz “doğal (ya da ‘ekolojik’ yahut ‘yeşil’) şiir” yazmaya kalkıştı, önce; “- Yolun açık olsun” der, esin kaynağı olabileceğini düşündüğüm, sözgelimi:
öneririm:
insan insana yapayalnız
değildik o çağda canlıydı dünyamız
canlıydı balıkçıya salık veren rüzgar
canlıydı suçluya gürleyen bulutlar
canlıydı yağmur canlıydı toprak
yağmurdan toprağın doğurduğu yaprak
yaprağı hayvana
hayvanı insana
insanı toprağa
karan doğa
canlıydı güneş canlıydı ay canlıydı yıldız
canlıydı o çağda dünyamız
sorularla dağılmamıştı
daha dünyanın büyüsü
gün batınca bir kara perde inerdi göğe
evrenin denklemi ışıklarla yazılırdı
yansırdı yakamozlarla karanlık denize
anlamasak da yaşardık yaşamın gizini
sormazdık soramazdık
sorulanla soran ayrılmamıştı çünkü
yalnız değildik bizimleydi tanrılar
bırakırdık ellerine kendimizi
tanrılar çarpardı tanrılar kollardı
tanrılar doyururdu uyuturdu bizi
tanrıların bahçesinde güneş açarken
gün doğardı dünyamıza yeniden
mutluyduk uyuşan dostlar gibi dünyayla
sorusuz yaşıyanlar gibi mutlu
***
Ama bu konuda sonsözü söylemek bana düşmez; yalnızca Aşık Veysel’in “Güzelliğin On Par’etmez” başlıklı şiirindeki şu iki dizeyi, bu bağlamda değerlendirilmesi dileğiyle anımsatmakla yetineyim
“…
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi…”
* Bu bağlamda “doğa” üzerine yazılmış ya da “doğal” süreç, ortam ya da varlıklara gönderme yapılan “pastoral” şiirlerden” (“idil” ya da “eglog) söz etmediğimi anlamışsınızdır sanırım. İlgilenenler için söylüyorum; ülkemizde de bu içerikte şiirlere yer verilen çok sayıda yayın var: Örneğin; Prof.Dr. Şükrü Elçin’in Atatürk Kültür Merkezi Yayınları arasında 1993 yılında çıkan 66 sırasayılı Türk Edebiyatında Tabiat; Nazar Büyüm ile Turgay Fişekçi tarafından derlenen ve Adam Yayınları arasında üçüncü basımı 2000 yılında çıkan Doğa Şiirleri sayılabilir. Ek olarak internet ortamında da çok sayıda seçki bulunuyor.
** Kulakları çınlasın, Felsefeci Ahmet İnam’ın, teknolojiyi çeşitli yönleriyle sorguladığı bir kitabının başlığı böyle: “Teknoloji Benim Neyim Oluyor ki?”. Bu başlığı koyarken ondan esinlendiğimi söylemeliyim. Bunun bizimle doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili her şey için sorulması, işin kolayına kaçmadan yanıtlanması gereken bir soru olduğunu düşünüyorum çünkü.
* “Bağımsız uluslararası bir kuruluş” olduğunu öne sürülen Bölgesel Çevre Merkezi’nin (REC) Avrupa Birliği Çevre Ödülleri Türkiye Programı ile ilgili açıklaması bu yönden de son derece anlamlı: “Bugünün iş dünyasında, kurumsal itibar ticari başarı elde etmek isteyen şirketler için hayati önem taşımaktadır. Avrupa’nın en saygın ödüllerinden birisi olan AB Çevre Ödülleri ise bu çalışmalara meşruiyet kazandıracak en önemli iletişim araçlarından birisidir.” (http://www.abcevreodulleri.org/ (Erişim 5 Haziran 2016).
** Biliyorsunuzdur, Vergilius’un bu yapıtı Çiğdem Dürüşken tarafından yapılan bir çevirisinin ilk bakısı, 2006 yılında “Çiftçilik, Sanatı (Georgica)” başlığıyla Yapı Kredi Yayınları arasında çıkmıştır. Ancak, “Çoban Şiirleri” sanırım Türkçeye henüz kazandırılmadı.
[1] Nermi Uygur, Yaşama Felsefesi, Çağdaş Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, 1984, Sayfa 30.
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.