Günay Güner
Türk Yazınında İlk Köy Romanı
“Küçük Paşa”
Türk yazınında ilk roman Şemsettin Sami’nin, 1872 yılında yayımlanmış olan “Taaşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı kitabıdır. Ne ki Konya’nın Kula köyünden Karamanlı Evangelinos Misailidis’in 1871 yılında, İstanbul’da, Yunan abecesiyle ama Türkçe yayımlanmış “Temaşa-i Dünya ve Cefakâr-u Cefakeş” adlı kitabının ilk roman olduğu da bazı kaynaklarda geçer (Demirtaş Ceyhun, “Türk Edebiyatındaki Anadolu”, Sis Çanı Yay., 1996).
Benzer bir durum yazınımızdaki ilk köy romanı konusunda da gözlenir. Nabizade Nâzım’ın 1890 yılında yayımlanan görüş birliğiyle köy konulu ilk yazın yapıtı kabul edilir. Ancak “Karabibik” romandan çok, uzun öyküye yakındır. Yazınımızda bu yönde yazılmış ikinci yapıt olan Ebubekir Hazım Tepeyran’ın, 1910 yılında yayımlanan “Küçük Paşa” adlı yapıtı roman nitemine daha uygundur.
“Küçük Paşa”nın öyküsü, konusu ilginçtir. Sadrazam Suat Paşa adlı kişinin kardeşinin bebeğine sütanne aranır. Paşanın uşaklarından biri İstanbul’da askerlik yapmakta olan köylüsünün eşinin doğum yaptığını öğrenir. Durumu Suat Paşaya bildirir. Bir telgraf buyruğuyla aile konağa getirtilir. Sütannenin çocuğu, Paşanın kardeşinin çocuğuyla birlikte konakta büyür. Suat Paşa sütannenin oğlunu çok sever. Evlatlığı sayar. Bu sevgi nedeniyle konaktakiler, asıl adı Salih olan çocuğu, Küçük Paşa diye çağırmaya başlarlar. Üçüncü yılda artık sütanneye gereksinim kalmadığından ve baba Ali’nin askerliği bittiğinden Küçük Paşa’nın ailesi köye döner. O ise konakta yaşamayı sürdürür. Ne ki köye dönüşlerinin hemen ardından, sütanne iftiraya uğrar. Bu yüzden kocası boşar. Bir süre sonra her ikisi de başka kişilerle evlenirler. Çocuk henüz yedi yaşındayken Suat Paşa yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak ölür. Hanımın ilk işi ise Küçük Paşa’yı zorla köyüne göndermek olur. Bu, neredesye doğdu doğalı konakta el bebek gül bebek yaşamış Küçük Paşa’ya ağır kötülüktür. Duyduğuna göre köyünün doğası güzel bir yer olduğunu düşünen Küçük Paşa, bu karara çok da itiraz etmez; hem etse de etkisi olacağı kuşkuludur. Hanım dışındakilerin üzgün uğurlayışıyla, eşyası güzel bir sandıkta, iki askerle birlikte yola çıkar. Çocuk için tren yolculuğu zevkli geçer ama ardından; at, eşek sırtında, günlerce süren yolculuk, Küçük Paşa için tam anlamıyla düş kırıklığıdır. Anadolu köylerinin içler acısı durumunu görür. Sonunda ulaştığı kendi köyü ise yol boyunca gördüklerinin en yoksuludur.
Küçük Paşa, köyünde yoksulluktan da öte, şiddetli üvey anne zulmü altında kalır. Yakın köylerden birinde yaşayan öz annesi ise çok istemesine karşın, canından çok sevdiği çocuğunu korumak gücünden yoksundur. Babası Ali bir süre sonra askere alınarak cepheye (Yemen) gönderilir ve bir daha dönemez. Babanın gidişinden sonra üvey annenin zulmü daha da katlanılmaz düzeye varır. Küçük Paşa bu eziyet altında adeta inim inim inler. Çaresizdir; hiçbir kurtuluş yolu yoktur. Gitgide sağlığı bozulur; sürekli öksürür.
Konakta ise Suat Paşanın dul karısı yeniden evlenmiştir. Bir gece karabasanla uyanır. Gördüğü karabasanda Suat Paşa, Küçük Paşa’nın başına büyük bir yıkım geldiğini, bu acı sona neden olan vicdansızlığı nasıl yapabildiğini, çocuğu konaktan nasıl kovabildiğini haykırmaktadır. Konağın hanımı Küçük Paşa’nın hemen getirilmesini ister; ardından da usunu yitirir.
Karabasanda görülen olay gerçektir. Üvey annenin, öksürüyor diye dışarı; ayazın, gecenin içine attığı Küçük Paşa’yı köyün içinde dolaşan aç kurtlar parçalar, öldürür.
Hanımın karabasanda gördüğü işte bu andır. Çekilen telgrafa alınan yanıtta bu olay anlatılmıştır.
Yöneticilik Tanıklıkları
Anadolu’yu, köyü konu alan bu ilk yapıtlarda bakış, tam anlamıyla dışarıdandır, yabancıdır. Küçük Paşa’da da durum aynıdır. Ebubekir Hazım Tepeyran Osmanlının birçok yerinde valilik, yöneticilik yapmıştır. Küçük Paşa’yı da memleketi Niğde’de geçen çocukluk dönemi anılarının yanı sıra yöneticilik yıllarının tanıklıklarından yola çıkarak yazar (Küçük Paşa’dan başka öykü ve şiir kitapları (Fransızca ve Türkçe), ayrıca anıları odaklı birçok kitabı da vardır.)
Bu nedenle kitabın bazı bölümlerinde dönemin yönetsel özelliklerine de yer verilir. Örneğin, cepheye, askere alınan kişinin ailesi için, aynı yerden “muin” denilen bir yardımcı kişi belirlenir. O yıllarda muin diye, kala kala yaşlılar, güçsüzler kalmıştır. Redif nizamnamesinde, anaları olmayan çocukların babaları cepheye, askere alınmaz, hükmü bulunmasına karşın, madde böyle yorumlanmadığından, Ali yine de askere alınır. Örneğin yaşlı köylülerden biri görevli tabur katibine şöyle seslenir:
“Allah rızası için, padişah başı için merhamet edin. Bu adam benim ne hısımım ne akrabamdır. Doğrusunu söylüyorum, nabalı boynuma yazılıdır. Etmeyin, eylemeyin, köy hep böyle kimsesizlerle, böyle on beş, on altı yahut altmış, yetmiş yaşlarında sözüm ona muinler verilmiş aç, cılbah, zabi zıbyan ile gırmızı pürçekli kocakarılarla, kör kötürüm ihtiyarlar, hasta zabın gençlerle doludur. Köylüler bunların hangısına bahsın, hangısını gorsun, gozetsin. Gayri bıçah gemiğe dayandı, can ümüğümüze geldi. (s. 131, 132) Birkaç yaşlı köylünün daha durumlarını açıklama çabasına girişmesi üzerine katip sertleşir, kestirip atar.
Tepeyran’ın, özellikle sözkonusu bölümler düşünüldüğünde yöneticilik yıllarının gözlemlerini, deneyimlerini yansıttığı söylenebilir. Romanda yasal (nizamname) maddelere, düzenlemelere yer vermesi de bunu açıkça gösteriyor. Ne ki bu özellik yazarın tüm iyi niyetine karşın köye, Anadolu’ya dışardan, bir yabancı gözüyle baktığı gerçeğini değiştirmeye yetmiyor. Örneğin Demirtaş Ceyhun’un belirttiği gibi romanda, Küçük Paşa’nın üvey annesi Haçca’nın fesine sardığı altın ya da bakır beşibiryerdeler betimlenirken, onlar “konyak şişelerinin etiketlerindeki üst üste binmiş madalya resimleri”ne benzetilir. Köylüleri şiveyle konuşturması da ilginçtir.
Her şeye karşın Küçük Paşa’nın eksik yanlarını öne çıkararak güçlü yanlarını belirtmemek haksızlık olur. Tepeyran, küçük yaşta ayrıldığı Niğde’ye bir daha dönmemiş, yaşamı İstanbul’da, valilik, yöneticilik yaptığı diğer yerlerde geçmiş olsa da kendini yetiştirmiş bir kişi olarak Anadolu’yla, halkla ilgili duyarlılık göstermiş; gözlemlerini, yaşadıklarını, tanıklıklarını en kalıcı biçime, yapıta dönüştürmeyi bilmiştir. Bunu yaparken çok başarısız olmadığı açıktır. (Günümüzün kimi yazarlarında bile bu etkili dil, ete kemiğe büründürme başarısı yoktur.) İlkler genellikle eksiklidir. Küçük Paşa ise bu durumu duyumsatmaz.
Ebubekir Hazım Tepeyran, yirminci yüzyılın başlarındaki Anadolu köyünün, köylüsünün (ki nüfusun neredeyse tümü demektir) dürüstçe yazınsal fotoğrafını çeker. Kuşkusuz bu belgesel nitelik ve tanıklık bile gerek tarihsel gerekse toplumbilimsel yönden çok değerlidir. Ayrıca etkili, yer yer şiirsel birçok özgün betimlemenin bulunduğu Küçük Paşa’da okuru sarsan bir acı sona doğru olaylar sürerken, kitabın ortalarında, köyde dolaşan aç kurtlardan söz edilerek teknik bir başarı ortaya konur. Çehov’un deyişiyle, duvarda asılı tüfek patlayacaktır!
Ebubekir Hazım Tepeyran, “Küçük Paşa”, İnkılap Yayınevi, 2011
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.