Mucize Özünal
“Baraka“da Bir Romantik
Sıradanlığın gittikçe egemen olduğu yazın dünyamızda nice sıradışı yaratıcılıklarıyla yapıt vermiş yazarlar ve yapıtları unutuşun perdesiyle örtüldü. Burhan Günel ve “Baraka” adlı romanı da bunlardan biri.
Bu romanında Burhan Günel sömürgeciliğin ele geçirdiği ülkelerin taşını toprağını, insanı nasıl açgözlülükle, arsız vahşi iştahla sömürdüğü olgusunu yansıtır. Hava üssünde görevli bir subayın Anadolu toprağının hava taşıma uçaklarıyla İsrail’e götürüldüğünü öğrenmesiyle yaşadığı acı ruhsal durumu, kurgunun içine ustaca yerleştirilen olaylarla anlatılmaktadır:
“…Arazinin ırzına geçmişler bu topraklar çevrenin en verimli toprakları. Gizlice sinsice alınan örnekler ABD de tahlil edilmiş. Kim bilir üslerin verimli topraklarda kurulmasının bizim bilmediğimiz nice yararları vardır. Ama kime yararlı? Toprağımızın göz göre peşkeş çekilmesine göz yummayacak nice namuslu insanlar var hâlâ… “
Roman kahramanı yılgınlığa düşmek istemez bunun sır olarak kalmaması için işin peşini bırakmamaya söz verir. Kamyonlarla taşınan toprağın uçaklara yüklenmesini gözler. Dev uçaklar gece yarıları gök gürlemeleriyle alıcı kuşlar gibi ard arda inip kalkmaktadırlar. Her kalkışta toprakla birlikte roman kahramanının ardında bıraktığı karısı çocukları ailesi söküp alınmaktadır elinden. Anlatışta roman kahramanının karşı duruşuna romantik bir söylem eşlik eder.
Bunları okudukça insan ister istemez 1760-1830 yıllarının Almanyasına Yena ve Berlin’e gidiyor. Neler olmuştu oralarda bir anımsayalım: Aydınlanmayı getiren doğa bilimlerindeki gelişmeler Galileo, Kepler, Kopernik tektanrılı dinlerin tasarımını altüst etmişti. Tanrı istediği için var olan insan artık düşündüğü için vardı (Cogito). Matematik, geometri yıldızlaşmıştı. Bilimciler “Kâinatı bilimle açıklayabiliyorsak insanı da açıklayabiliriz“ dediler. Hatta bilimcilik adına Tanrısı bilim olan bir kilise kurmak istediler. Bilimin yanıtladığı açıklama sorusu “nasıl”ı, felsefenin yanıtladığı “nedir” sorusunun yerine koydular. İnsanı anlamak değil açıklamak öne çıktı. 1789’da İngiltere’de ve Fransa’da gelişen orta sınıfın eylemsel ilkesi fırtına ve atılımdı. Rousseau’nun doğaya dönmek düşüncesi, bu tektipleşen düşünsel ortamda, Almanya’da tepkiye dönüştü. Doğa yasalarını insanın tinsel varlığına uygulamak mekanik bir insan tasarımına yol açıyordu. Çünkü insan duyguları sezgileri ile güçlüydü. Spinoza’nın dediği gibi, insanın gücü potansiyel sınırsız enerjisinin kaynağı arzularının yaratıcılığıydı. Oysa orta sınıf henüz tam olarak oluşmamasına karşın Almanlar 1789’da devrime sahip çıkmışlardı. Ama şimdi onu eleştiriyorlardı. Tıpkı Katolik kültürden gelen Henrih Haine’in o kültüre karşı çıkışı, rasyonalist Marks’ın insanın yaratıcılığını ve psikolojisini önemsemesi gibi. Böylece alışılmış olanın, yaygın olanın düşünsel labirentlerini zorlayan bir gelenek oluşmaya başladı. Giderek romantiklik olanı zorlamakla direnmekle eşanlama geldi. Goethe “Romantizm bir hastalıktır ama bu olmadan yaratıcı olamazsınız. Bu ihtiyacımız olan bir hastalıktır“ diyordu. Sonra Fransa’ya, İngiltere’ye taştı romantizm. Almanlar duygu dünyasının çeşitliliğinin ötelenmesiyle yaratıcılığın kaybolduğunu ısrarla savunuyorlardı. Fichte “Benin eylemi, arzunun harekete geçmesidir“ diyordu.
Olup bitenin belirgin izleri şeytan imgesinin değişmesinde görüldü. Frankenstein, Mefisto, Lusifer yazın alanında değişen bu imgenin adları oldu. Faust aşk sayesinde şeytanı yendi. Tanrı Mefisto’ya “Sana kızmıyorum. Çünkü işime yarıyorsun” deyince, Mefisto “İşte ben de bunu söylüyorum. Senin ne hinoğlu hin olduğunu” diye yanıt veriyordu. Bayron’un Kabil-Habil hikâyesinde habire Tanrının düzenbazlığı anlatılmakta idi. Lucifer tiplemesi insanın ne olduğunu çelişkileriyle gösterir. Ernst Ficher Marksçı olmasına karşın romantizmi bir protesto hareketi olarak adlandıracaktır.
Bir zamanlar kimi “Keskin“ kalemler Burhan Günel’i romantik olmakla eleştirdiler. Oysa sanatın özgürlüğü fikrini, insanı anlamakta tek bir yanıt olmadığını, tektipciliğe direnmek gerektiğini romantizme borçluyuz. İnsanı insan olmaktan çıkarıp tüketiciye indirgeyen insan düşmanları ile onların işbirlikçilerine direnmeyi, hayrete düşmeyenlerin, merakı olmayanların işe yarmaz olduğunu borçlu olduğumuz gibi. Onun için evrenin sonsuz müziği yerine ekran lakırdıları klavye tıkırtılarına kulak kabartırken uyanık olmamız gerektiğini düşünüyor, “Büyük Biradere“ karşı direnmek gerektiğini artık biliyoruz. Bütün bunları romantiklere borçluyuz. Aydınlanmanın, evrensel etik ilkeleri ile eylemde bulunmak olduğunu söyleyen Kant’ın yol arkadaşı romantiklere… Bu nedenle romantikler devrimci, devrimciler romantiktir. Olanı zorlarlar. Hiçbirimiz hiçbir direnişe girişmezsek hiçlik bize girişecektir, demiş bir romantik.
Burhan Günel olanın labirentlerini zorladı. Olandan rahatsız olduğu için rahatsızlandı. “Baraka”yı sonunda ateşe veren kahramanlar yarattı. Yazmanın ateşiyle yanarak aşkı anlattı. Yazdıkça, yaşamı aşkı kutsadı. Çalınan toprakta vatan aşkıydı anlattığı, “Yağmurla Giden”, “Ateş ve Kuğu”, “Evet Aşk”ta sevgiyi anlattı. insanlık değerleri ile özveri sevgi dayanışma, paylaşma eşliğinde severek özgürleşeceğini, insanlaşacağını anlattı insanın.
Evet, İflah olmaz bir romantikti Burhan Günel öyle kaldı.
Labirenti zorlayarak.
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.