KİMİ SANATSAL OLUŞUMLAR VE TARİHİMİZ
A.CELAL BİNZET
Sanatın tarihi, oldukça zengin ve ilginç bir alan. Sözkonusu alanla ilgili çalışmaların boyutunu hesaplamak hemen hemen olanaksız gibi. Bizde pek fazla üzerinde durulduğunu söyleyemeyiz. Ama başka toplumlarda yapılan araştırmalara baktıkça konunun derinliği şaşırtıyor. Bunda, toplumsal anlayış ile devletin konuya bakışının rolünü unutmamalı. Değinilen araştırmalar, tarihsel süreçte sanat olgusunun, toplumun öteki kurumlarıyla ilişkisi içinde değerlendirilmek gibi bir sav taşıyor. Eylem, her ne kadar kültürel yapılanma bağlamında düşünülse de, ekonomik ve politik etmenlerle olan bağlarını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sonuçta sanatı, toplumun diğer kurumlarından soyutlamak olası değil. Karşılıklı ilişki sistemi içinde birbirlerini yedekleyip, birinin ötekinden beslenerek ilerlediği söylenebilir.
Anlaşılacağı gibi birbiriyle bağlantılı bir yapılanmanın varlığı var orta yerde. O nedenle, olayları irdelerken soruna çok yönlü bakmanın yararlı olacağı konusunda kuşku yoktur.
Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir soruna yaklaşımın nedeni değişik kaynaklarda rastlanan görüşler oldu. Üstelik bu kaynaklar birbirinden değişik zamanlarda ve kişiler tarafından ele alınmış.
Konuyu netleştirme bağlamında öncelikle bir hedef belirlemek ve oraya doğru yönelmek zorunlu. Tersi bir yaklaşım başı sonu belirsiz bir serüvene atılmaktan farksız. Söz konusu iki başlıkla ilgili yayınlara şöyle bir bakmak bile yeterli bir fikir verecektir sanırım.
Doğrusunu söylemek gerekirse değinilen konuya ilişkin ilk kıvılcımlar değişik kaynaklarda rastlanan ve birbirini destekleyen görüşler nedeniyle oldu.
O kaynaklar ki, zaman ve coğrafya bakımından birbirlerinden çok uzaktalar. Değinilen bu apayrı incelemelerde aynı görüşe rastlamanın coşkusu, iz sürercesine yürünen bir yolla noktalandı. Ortaya çıkan sonucu genel bilgi dağarcığımızda görmek olanaksız gibi. Nedeni, topluma dayatılan şablon bilgi anlayışında yatıyor. Belli kalıplara göre biçimlendirilmek istenen bir geçmiş şablonu içinde bu tür gerçek bilgilerin gizlendiği, en azından gözlerden uzak tutulmak istendiği biliniyor.
Bakıldığında güncelliğini yitirmiş gibi görünse de, sanatla, içinde yoğrulduğu toplumun yapısını ele vermesi bakımından oldukça aydınlatıcı bir yaklaşım olacağına inanıyorum. Çünkü bir yerden sonra, günümüz politikacılarının inatla savunur göründüğü anlayışın köklerinde yatan nedenlere doğru bir bakış denemesi sayılabilir. Bugün olanların geçmişte yaşananlarla arasında bir ayrım bulunmadığı burada açıkça görülüyor. Günümüzdekilerin, bu geçmişi savunurken saplanıp kaldıkları ideolojik kısırlık ve niyetlerin ne olduğu konusunda bir fikir veriyor.
Kültürel hareketlilik konusu irdelenirken kimi olayların göz önünde bulundurulması zorunludur. Farklı yapılardaki toplumların politika ve ekonomi gibi nedenlerle karşı karşıya gelmesini bu bağlamda düşünmelidir derim. Bunlar arasında yaygın olarak savaş ve göç gibi ilişkiler gelir akla. Göç derken, onun gerisinde, bulunduğu yerdekinden daha iyi yaşam koşullarına kavuşma düşünün yattığı bilinmez mi?
Doğaldır ki, savaşlar da göç olgusunu tetikler. Geçmiş dönem olayları arasında sayısız örnek yer alıyor. O denli geriye gitmeye bile gerek yok. Günümüz Türkiye’sinde yaşanan olaylardan daha somut olanı yok. Söylenmeyen rakamlara göre, sayıları beş milyonu bulan Ortadoğuluların etkisiyle nasıl bir kültürel yapıya dönüştüğümüz açık. Aslında, baskın olan çoğunluğun, içine aldığı azınlığı kendi değerleriyle yoğurup eritmesi düşünülür. Böylelikle türdeş bir mayalanmanın gerçekleşmesi sağlanmış olur. Ama egemen ideolojinin baskılaması sonucu ortaya çıkan yeni durum, ana toplumun giderek daha da bozulması yönünde.
Bugünkü ortamda, kitle iletişim araçlarındaki yaygınlaşmanın anılan etkileşime dönük yüzünü unutmamak gerekiyor. Özellikle görselliğin okumaz-yazmaz toplumlarda hızla yükselmesinin gerisinde yatan neden bundan başkası değil. Görsellikten söz açmışken, her düzeyde toplum için önemli olduğunun bilinmesinde sayılamaz yarar var. Ancak bilgilenme düzeyinin düşük olduğu yerlerde baskın konuma yükselmesi kaçınılmaz. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlatılan kültür hamlesinin gerisinde yatan asıl düşünce buydu. Batı düşününün temel değerlerini topluma benimseterek bize dönük yüzünde daha çağdaş ve güzel bir dünyanın temellerini kurmaktı amaç. Yoksa, orada olanları ezberlemek değil. Ezber kavramı dogmatik düşünceye özgüdür. Anlamını bile bilmeden yalnızca ezberlemek. Sözcüklerin öbeğinde dönüp durarak anlama yetisini yitirmek. Düşünmenin önü ancak bu yolla kesilecektir.
Sanatın bu donuk kalıpları kırıcı bir yapı olduğunu yeniden anımsamanın tam sırası. Bu tarihin her döneminde kanıtlanmış bir olgu. Dolayısıyla, onun aracılığıyla bir toplumu sınamanın da en kestirme yolu.
Az önce kültürel hareketliliğe değinilmişti. Onun özelliklerini sıralarken durağan olmadığı en baştan söylenmeli. Gerçi bu durum kapalı toplumlarda ritmi oldukça düşük seyretse bile yine bir iç devinime sahiptir. Zaman içinde birtakım davranış kalıplarının biçim değiştirmesi kaçınılmazlaşır. Sonuçta karşılıklı bir etkileşim çıkar ortaya. Tarih içinde sanatın aldığı yola bakıldığında değinilen durumun birçok örneğiyle karşılaşıyoruz. Kuşkusuz bunların tümünün aynı özelliği gösterdiği söylenecek değil. Ama genel anlayışı yansıtması bakımından ortak yönelişlerden kolayca söz edilebilir. Konuyu fazla dağıtmama anlamında geçmişten bir örnekle yetinelim.
Bunların en tipik olanı 15. yüzyıl İtalyasında Rönesans hareketinin doğuşuna etki eden olaylar dizisidir. Bilineni yineleme pahasına da olsa, Rönesans hareketi, Avrupa anakarasında uzun yıllar baskın olmuş kilise anlayışına karşı çıkıştır. Dinin, silik bir gölgeye dönüştürmeye çalıştığı insanı kulluktan kurtarıp bireye dönüştürme sürecinin adıdır Rönesans. Aydınlanmadır kısaca. Uzun, sancılı bir zaman aralığında, öncü aydınların çabasıyla kurulan yeni bir çağ. Dinsel baskılamaya karşı başkaldırı dönemi. Eziyet çeken, işkencelerde yok edilen aydınların omuzlarında yükselen dönemin adıdır. Avrupa anakarasında yaklaşık bin yıl sürmüş Ortaçağ karanlığının o aydınlarca yırtıldığı yıllar.
Anılan süreci hazırlayan etkenlerden birinin Osmanlı’ya dayandığı pek söylenmez. Bunun bizdeki yerleşik tarih anlayışında yattığı açık. Anlatılanlar ancak sultanların öncülüğünde çıkılan seferler ve alınan yerlerden başkası değil. Oysa, nesnellikle yapılacak bir araştırma, pek çok şey gibi bu durumda da bizlere başka bilgiler verecektir. İstanbul’un Osmanlılar tarafından alınması hiç kuşku yok ki önemli bir tarihsel olgu. Uzun sürmüş Bizans’ın tarih sayfalarından silinme öyküsü. Ancak devletlerin yok olmasına karşın toplumsal kültürün varlığını yeni süreçte devam ettirdiği bir gerçek. Tıpkı Bizans müziğinin Osmanlı’da canlılığını sürdürmesi gibi. Bu dönemde gördüğümüz savaş ta tıpkı başka örneklerinde olduğu gibi geride yıkımlar ve sürgünler bıraktı. Osmanlı’nın İstanbul’u alması bu taraftan bakıldığında yeni bir ülkenin ele geçirilmesinden başka bir şey değil. Oysa sorunun bir de karşıdan görünüşü var. Bizans’tan kaçan bilim ve sanat insanları İtalya’ya göç etmek zorunda kaldılar. Aynı yıllar orada Rönesans ışığının yükselmeye başladığı bir dönem. Ve İstanbul’dan gelen bu önemli kadro Rönesans hareketinin ivmesine katkıda bulunacaktı. Yıllar sonra genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında eksikliği duyumsanan en önemli konunun yetişmiş bilim ve sanat insanı olduğu açıktı. Tam da o yıllarda Almanya’daki Hitler rejiminden kaçan nitelikli kadroya kucak açmak bu yeni yönetime rastlayacaktı. Bu, tarihin yinelenmesinden başka bir şey değil. Başta Atatürk olmak üzere yeni, kadro için en önemli kurum kültür ve sanattı. Bu bağlamda devletin var olan Maarif Vekâleti kültür reformlarının kuvvetlendirilmesi amacıyla 1935 yılında Kültür Vekâleti adını alacaktır. Aynı yıl içinde Almanya’dan gelen hocalarla imzalanan anlaşma töreni sırasında Maarif vekili Reşit Galip’in yaptığı konuşma sözkonusu durumu açıklar nitelikte: “500 yıl önce İstanbul’u aldığımızda, Bizans’ın önde gelen bilimadamları ve sanatçıları ülkeyi terkettiler. Bunlardan birçoğu İtalya’ya gitti ve orada Rönesans’ı başlattı. Şimdi Avrupa’nın aldıklarını bize geri vermesinin zamanı gelmiştir.” (1)
Benzer bir anlatıma başka kaynaklarda da rastlanıyor. Oraya geçiş yapmadan önce bir noktaya dikkat etmek gerek. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerine kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı geçmiş dönemlerin tümünü kucaklayıcı bir anlayışın örneğini sunuyor. Söz konusu dönemlerin arasına Bizans’ı da katması, aynı topraklardaki tarihsel süreçte farklı inanç sistemlerine bütüncül bir bakışla yaklaşıldığının açık kanıtı sayılır. Cumhuriyetin temel kuruluş felsefesi bundan başkası değil. Bu coğrafya üzerinde yaşamış tüm uygarlıkları kucaklayan ve onların devamı olduğunu vurgulayan bir tarih anlayışı. John Peale Bishop’un 1941 yılında Amerika’da yayımlanmış bir makalesinde aynı sorun bu kez bir yabancı gözüyle gündeme getirilmiş: “Bizanslı bilginlerin, eski ve uygar başkentlerinin Türk aşiretleri tarafından ele geçirilmesinden sonra İtalya’ya gidişi gibi önemli bir gerçek olabilir bu bizim için. Böyle bir kıyaslamanın üstünde düşünmeye değer. Bildiğim kadarıyla Bizanslı sürgünler İtalya’ya gittikten sonra kendileri için pek az şey yaptılar. Ama İtalyanlar için onların mevcudiyeti, yanlarında getirdikleri bilgi son derece önemliydi.” (2)
Değinilen durumun başka bir yönü daha var. Almanya’da Hitler rejiminden kaçan bilim ve sanat adamlarının, kendilerine kucak açan Cumhuriyet yönetiminde rönesans diye nitelendirebileceğimiz çağdaşlaşma sürecine katkıları yok sayılamaz. Bu konuyla ilgili olarak yeterince çalışma yapıldığı için burada yalnızca değinmekle yetinelim. Osmanlı döneminde batıya kaçırılan nitelikli insanlara karşın cumhuriyetin sahip olduğu düşünce yapısı bu kez ülkeyi bir çekim merkezine dönüştürmüştür. Bu durum bile başlı başına iki yönetim anlayışı arasındaki ayrımı gözler önüne sermeye yeter sanırım. Unutulmaması gereken asıl nokta ise politik dalgalanmaların insanlık tarihi içinde sanatı etkileyen önemli bir etmen olduğudur. Bugünden bakıldığında, Osmanlı’nın bir devleti ortadan kaldırırken, bu yok ediş eylemiyle insanlığın kültür ve sanat alanına bilmeden yardım ettiğini görmek değişik bir duygu.
(1)- Kağan Güner, Modern Türk Sanatının Doğuşu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s.30
(2)- Serge Guılbaut, New York Modern Sanat Düşüncesini Nasıl Çaldı, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2009, s.:82
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.