Öner Yağcı
AYDINLIK BİR YAŞAM YOLUNDA EDEBİYATIMIZ
“Soğuk Savaş”tan “Küreselleşme”ye Dünyada ve Türkiye’de İzlenen Politikaların Edebiyatımızı Nasıl Etkilediği Konusunda Derinleştirilmesi Gereken Gerçeklikler
“Soğuk Savaş” politikası, Türkiye’yi devrimci Cumhuriyetin önemli bir döneminde yakaladı.
Devrimci Cumhuriyet’in kararlı ve yurtsever önderinin “erken” ölümü, Cumhuriyet’in devrim adımlarını değişikliklere gebe bırakmıştı. Aynı döneme denk düşen savaş rüzgârlarının da etkisiyle, 1923 ‘ten beri sürdürülen politikalar tartışılmaya başlanmıştı. Dilde, kültürde, edebiyatta, eğitimde, yaşam biçiminde devrim atılımları sürecek miydi, sürmeyecek miydi?
“İktidarımızı geri istiyoruz.” diyenler gerçi güçlü değillerdi, ama fısıltıları duyulmaya başlamıştı. Devrim adımlarını sürdürmekte kararlı olan kadrolarla bu karşı devrimci fırsatçıların savaşı günyüzüne çıkıyordu yavaş yavaş.
40’lı yıllar, bir yandan devrim atılımlarının sürdürüldüğü, bir yandan da karşı devrimin atağa geçtiği yıllardı. Bu nedenle bu yıllara bir yandan “40 Karanlığı” denirken bir yandan da, özellikle kültür ve eğitim alanında atılan adımlar ve gerçekleştirilen devrimci atılımlar, açılan yeni ve çağcıl kurumlar (örneğin Köy Enstitüleri, Tercüme Bürosu- Tercüme Dergisi: Çeviri aydınlığı…) nedeniyle “40’lı Yıllar Aydınlığı” olarak adlandırılıyordu.
40’lı yıllar, cadı kazanlarının kaynatıldığı yıllardı. Nâzım Hikmet davası ve uzun yıllar sürecek olan hapisliği, Sabahattin Ali-Nihal Atsız davası, Hasan-Ali Yücel-Kenan Öner davası, 1944 ırkçılık Turancılık Davası, 1944 Tevkifatı: Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın kapatılması ve davası gibi davalar; Sansaryan Hanı’ndaki tabutluklar, aydınlara yönelik işkenceler, sürgünler, hapislikler, dergilerin kapatılması, kitapların toplanması, Sabahattin Ali ‘nin öldürülmesi, Marko Paşa serüveni, “Fedailer Mangası”; Dil Tarih baskını ve tasfiyesi, Tan gazetesinin ve matbaasının tahrip edilmesi, Toprak Kanunu tartışmaları, Nazi işbirlikçileri ve Sütlüce’deki ünlü 2 Mart 1949 patlaması, 33 Kurşun olayı…
Soğuk Savaş politikalarıyla karşı karşıya kaldığımız bu dönemde, Cumhuriyet’in eğitiminden geçen ilk kuşakların kararlı devrimciliği sürüyordu ve bu ilk meyvelerin edebiyata yansıması kaçınılmazdı. Birinci gerçeklik buydu. Gerek Cumhuriyet’le birlikte kendilerini yenileyerek edebiyatlarını bu doğrultuda geliştiren Cumhuriyet öncesinde yazarlığa başlamış olanların yeni yapıtları, gerekse de “Kırk Kuşağı” adıyla bilinen toplumcu, gerçekçi, halkçı, devrimci, laik, savaşa karşı barışçı kuşağın yapıtları devrimci kararlılığa katkıydı ve edebiyat alanına damgasını vurmakta gecikmemişti.
Çeviriyle gelen aydınlıksa çağdaş insanlık değerleriyle, hümanizmayla buluşturuyordu kültürümüzü. Ardından gelen “Köy Enstitülü yazarlar ve şairler”in katkısıyla birlikte ve bunlara eklenen Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi sonraki dönemlerin ustaları, soğuk savaş politikalarına edebiyatın meydan okumasıydı aynı zamanda.
Soğuk Savaş’ın ilk yıllarıyla Demokrat Parti iktidarı yılları (1980’ler) böyle geçmiş ve NATO’ya girilmesi, ikili anlaşmalar, laiklikten ve çağdaşlık atılımlarından vazgeçmeler gibi politikalarla yeni tercihler, bir karşı devrimin gerçekleştiğinin ilk işaretleri olmuşlardı.
Bu gelişmelere karşın, Cumhuriyet’in çağdaş değerleri üzerinde temellenen bir edebiyat, olanca baskıya karşın kendisini var etmekle kalmamış, dildeki özgürleşmenin de katkısıyla gür, güçlü, duru özellikleriyle geleceğe akmayı bilmiştir. Bu akışta, döneme egemen kılınmak istenen “Amerikan rüyası”, “Amerikan hayat tarzı”, “Küçük Amerika olmak” gibi ideolojilerin kültürel atağının geri püskürtülmüş olduğunu da söylemeliyiz.
60’lı yıllara yani edebiyatımızın çağdaşlaşma yolundaki altın dönemine bu başarılarla gelmiştik ve atılan güçlü temel üzerinde yükselen edebiyatımız kendi yarattığı kimliğine tam anlamıyla sahip çıkmıştı.
Cumhuriyet’in ilk kuşaklarının eğitim alanındaki ağırlıklı politikalarının sonucu aydınlıktan yana anlayışlarının egemenliğiyle ve bir de evrensellik arayışıyla dünyanın gerçeğiyle buluşup kaynaşma sonucu özellikle Marksist klasiklerin yaygın bir biçimde Türkçeye kazandırılmasıyla bu sahiplenme, aynı zamanda yeni yetişen 68 Kuşağı’nı yaratmıştır. Bir yandan da bir önceki dönemde devlet eliyle palazlandırılmaya başlanan ırkçı ve dinci bağnazlığın saldırıları yaşanıyordu ve buna eklenen 70’li yılların başındaki 12 Mart’ın baskıları bile bu kuşağın devrimci dalgasının önüne geçememişti.
Bir yandan soğuk savaş politikaları sürerken bir yandan da emperyalizmin yeni politikaları, örneğin “Yeşil Kuşak” politikası ülkemizi de doğrudan etkiliyor ve aynı zamanda 12 Mart, “Milliyetçi Cephe”, 12 Eylül dönemi ve sonrası hükümetlerinin aralıksız süren baskılarının yanına kattıkları dinci ve ırkçı bağnazlığın yeşertilmesi, geliştirilmesiyle ve solun belinin fiili olarak kırılmasıyla 90’lara geldik.
Artık, Soğuk Savaş’ın yerini küreselleşme politikaları almaya, yarım yüzyıl önceki “Küçük Amerika” olma rüyası gerçekleşmeye, tüketilme açısından ülkemiz tam bir Amerika’ya dönüşmeye başladı.
Edebiyatımızın bu dönemdeki sınavı da başarıyla geçti, eğitim alanındaki örgütlenmelerin üçlü desteğiyle birlikte aydınlık değerleri gücünü büyük ölçüde korudu. Ama genç kuşaklara uygulanan baskı ve eğitim politikaları, bir yandan “Türk İslam Sentezi” adı verilen ırkçı ve dinci ideolojinin, bir yandan da küreselleşmenin hazırlıkları olan tüketime yönelik emperyalist değerlerin pompalanmasıyla yeni kuşakların bu yönde ve hızlı bir biçimde yetişmesini getirdi.
Küreselleşme politikaları, Türkiye’yi, devrimcilikten uzaklaşıp karşı devrim ataklarının amansızca sürdürüldüğü, direniş odaklarının, toplumsal muhalefetin susturulduğu; bellekleri silinen yeni kuşakların egemen değer ilan edilen ırkçı-dinci öğelerle ve ulusallıktan uzak kozmopolit emperyalist değerlerle yetiştirilmesinde önemli adımların atıldığı bir önemli dönemeçte yakaladı.
Para egemen bir yaşam biçiminin, “Küçük Amerika” rüyasının, bağımlılığın, tüketim toplumunun ırkçı ve dinci bağnaz1ıklarla kuşatılmış bir ortamda sürdürülmesi doğal olarak edebiyatı da etkiledi. Daha önceki dönemlerde çeviri yoluyla dışardan gelen kültür genel olarak çağdaşlığın, laikliğin, özgürlüğün, aydınlanmacılığın, sol muhalefetin, örneğin Marksizm’in klasiklerinin ve yeni versiyonlarının kitaplarıyken günümüzde küreselleşmenin egemen politikalarına hizmet eden çevirilerle edebiyatımızın etkilenmeye başlandığı görüldü. Yayıncılıktaki tekelleşme ve olayın bir pazar, bir meta, tüketim aracı olarak görülmesiyle birlikte de küreselci ideolojilerin telif olmayan yayınlarının edebiyat alanına egemenliğini kurduğunu gördük. Alanı kuşatan ve dönemin en etkili hatta belirleyici aracı olan medyanın egemen bir tekseslilikle küreselleşmeci ideolojiyi benimsetmiş olduğunun ve toplumcu, ulusalcı, aydınlanmacı edebiyatın gücünün iyiden iyiye sarstığının da yaşandığı günümüzde, küreselleşmeci “postmodernist” ideolojinin uluslararası kampanyalar ve desteklerle alanı belirlemekte olduğu bir gerçektir.
Bir anlamda otosansür denilebilecek bir dayatmayla artık yazarlar küreselleşmenin istediği doğrultuda ürün verirlerse başarılı olacakları konusunda bir yanılsama yaşıyorlar. Bu doğrultu ise mistisizmin, magazinin, değerlerin yok edilmesinin, edebiyattan insanın ve yaşamın kovulmasının, alana küreselliğin hepten egemen olmasının doğrultusudur.
Soğuk Savaş politikalarıyla başlayıp küreselleşmeyle süren son yarım yüzyıllık tarihimiz, aynı zamanda edebiyatımızın geçirdiği serüveni de belirlemiş ve üzerinde yükseldiği değerlerin gücü nedeniyle gerçekçi, devrimci, toplumcu, ulusalcı, halkçı, laik, çağdaş edebiyatımız görkemli başarıları da yaşayarak bugüne ulaşmıştır.
Bugün yaşadığımız ise küreselleşmenin değerlerinin topluma benimsetildiği, bu değerlere uygun, insansız, dile önem vermeyen, kozmopolit bir edebiyatın medya aracılığıyla egemenliğini kurduğudur. Bu yanlış egemenliği yıkmaksa, insanlık değerleri üzerinde yükselen gerçek edebiyatımızın görevidir.
(Eski, Kasım 2001)
Öner Yağcı “Savaş ve Edebiyat”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2004
Yorum Kapalı.