Bahattin GEMİCİ
TÜRKÇE KONUŞMAK
Türkiye’ye gidemediğim yıllardı. Üç aylığına geldiğim Almanya’da on bir yılı doldurmuştum. Memleket özlemi burnumda buram buram tütüyordu. Son yoklamamı yaptırmadığım için asker kaçağı sayılıyordum. Yurda dönüp yirmi ay askerlik yapsam buradaki işimi kaybedebilirdim. Bu arada yurtdışında çalışanlar için bedelli askerlik uygulaması yürürlüğe konmuştu. Bunun için yirmi iki bin mark ödemek ve Burdur’da iki ay askerlik yapmak gerekiyordu. Bu yüksek bedeli ödemek de benim için olanaksızdı. Birikmiş param olmadığı gibi bu haksızlığa alet olamazdım. Bu kadar parayı isteyenler ya sayı saymasını bilmiyorlardı, ya da bu paranın nasıl kazanıldığından hiç haberleri yoktu.
On iki eylül darbesi ülkeyi karanlığa boğmuştu. Biz yurtdışında ülkemizde yaşanan baskılara karşı tepkilerimizi dile getiriyor, ülkemizin demokratik bir ortama kavuşması için çeşitli etkinlikler düzenliyorduk. Avrupa’dan Türkiye’ye giden bazı aydınların ve muhalif kişilerin tutuklanması bizi endişelendiriyordu. Yurtdışında sığınmacı olarak yaşayan bütün yazar, sanatçı, gazeteciler arasıra bir araya geliyor, geleceğimiz hakkında kafa yoruyorduk. Son olarak Marl kentinde bulunan Rötgershof’da yaptığımız bir toplantıya kırka yakın aydın katılmıştı. Cem Karaca, Ataol Behramoğlu, Nihat Behram, Dursun Akçam, Mahmut Makal, Melike Demirağ, İsmail Çoban, Demir Özlü, Ayşe Emel Mesçi, Deniz Kavukçuoğlu, Şanar Yurdatapan, Mahmut Baksi, Fuat Saka ve adını anımsayamadığım bir yığın kişi bunlar arasındaydı. Herkes memleket özlemi ile yanıp tutuşuyordu. Gitmek mi zor, kalmak mı zordu; bizim için ikisi de zordu.
Verilen bir mola esnasında Cem Karaca o güzel sesiyle Nâzım’ın; “Çok yorgunum beni bekleme kaptan / Seyir defterini başkası yazsın / Çınarlı kubbeli mavi bir liman / Beni o limana çıkaramazsın“ şiirini seslendirdi. O, bu şarkıyı o kadar içten, yürekten söylemişti ki onun buralarda bir gün bile kalmaya gücünün kalmadığını anlamak zor değildi. Hepimizin duyguları da bu yöndeydi. Acaba ülkemizi bir daha görebilecek miydik? Bu toplantıdan kısa bir süre sonra Cem Karaca yurda ilk dönenlerden oldu; gitmeseydi burada ölürdü.
Ben memlekete gidemediğim yıllarda Türkiye’ye giden öğrencilerime tatil anılarını uzun uzun anlattırırdım. Gidilen kentleri harita başında gösterirken bile içime memleket kokusu sinerdi. Öğrencilerimin tatilde dut, kiraz yediklerini söylemeleri bile bana çok şeyler anlatır; çocukluk günlerimde, yaz tatillerinde Nallıhan’ın dağ başındaki Epçeler Köyünde geçirdiğim o güzel günler aklıma gelirdi. Bir gün ikinci sınıfa giden sarı saçlı, gözleri fıldır fıldır bir kız öğrencim söz aldı:
“Öğretmenim,” dedi. “Türkiye‘de herkes Türkçe konuşuyor.”
Bu söz üzerine hepimiz kahkahalarla gülmeye başladık. Öğrencimin saptaması bize çok ilginç gelmişti. Kendisi burada doğmuştu ve ilk kez Türkiye’ye gittiği için hiçbirimizin görmediği gerçeği yakalamıştı. Elbette Türkiye‘de Türkçe konuşuluyordu. Almanya gibi çokdilli, çokkültürlü bir toplumda yaşayan öğrencimin bu saptaması benim çok hoşuma gitmişti.
Biz yurtdışında yaşayanlar bazen Türkçe bir sese, bir türküye hasret kalıyorduk. İşyerlerinde Almanca konuşuluyordu. Türklerin kendi aralarında Türkçe konuşmaları Almanlar tarafından yadırganıyordu. Bazı yerlerde okul bahçelerinde Türkçe konuşmak bile yasaklanmıştı. Kitapçılarda Türkçe kitaplar yoktu. Akşamları bir saat yayın yapan Köln radyosunun yayınlarını iple çekiyor, pazar günleri Ayşim Atsız’ın Alman televizyon kanalı WDR‘de sunduğu yarım saatlik programını kaçırmıyorduk.
O zamanlar çanak anten olmadığı için Türk televizyonlarını izleme olanağımız yoktu. Halk arasında video salgını başlamıştı. Her köşede bir videocu dükkanı vardı. Buralarda tüm Türk filmlerinin video kasetlerini almak mümkündü. Özellikle hafta sonları insanlar bir torba dolusu kaset alır, eve gelen misafirle birlikte akşama kadar film seyrederlerdi. Ekranlarda Türkiye’yi görmek biraz olsun memleket özlemimizi gideriyordu.
Seksenli yıllarda Türkiye’yle telefonla iletişim kurmak bile çok zordu. Ben annem ve babamla ilk kez yedi yıl aradan sonra telefonda konuşabildim. Ailem beni postaneden aramış, bağlantı kurulması için saatlerce beklemişlerdi. Türkiye’de olan gazetelerin birçoğu burada çıkmıyordu. Hasanoğlan’dan öğretmenim Aydın İpek bana Cumhuriyet gazetesini gönderiyordu. Bir hafta, on gün sonra elimize geçen bu gazeteleri okuyarak gündemi takip etmeye çalışıyordum.
Değerli Emin Özdemir Hocamızı Türk Öğretmenler Derneğinin (NRW-TÖD) hafta sonu seminerine davet etmiştik. Hocamız, altmışlı yıllarda Londra’ya gitmiş, aradan haftalar geçtiği halde orada bir Türkle karşılaşıp Türkçe konuşamadığı için iyice bunalmıştı. Anlattıkları ilginçti:
“Bu koca şehirde kendimi yapayalnız hissediyordum. Konuşacak bir Türk bile yoktu. Londra sokaklarında avare dolaşıyorum. Bir gün manavdan bir kesekağıdı dolusu armut aldım. Armudu ısıra ısıra giderken bankta oturan bir kişi yanındakini dürterek;
“Adama bak, nasıl da ayı gibi armut yiyor,” dedi.
Onun bu sözünü duyunca ne kadar sevindiğimi anlatamam. Nihayet Türkçe konuşacak birileriyle karşılaşmıştım. Hemen yanlarına gittim:
“Gel hemşerim, size de armut vereyim,” dedim.
Hocamızın bu anısı bizi hem güldürdü, hem de düşündürdü. Dilimiz bizim vatanımızdı. Dağlarca’nın söylediği gibi Türkçe bizim ses bayrağımızdı. Biz burada sokağa çıktığımızda Almanca, İtalyanca, Yunanca, Rusça, Arapça, İspanyolca, Çince ve daha başka adını bile bilmediğimiz çeşitli dilleri duyuyorduk. Herkesin dili kendine güzeldi. Bazı dillere kulağımız alıştığı için söylenenleri anlamazsak bile onun hangi dil olduğunu tahmin ediyorduk.
Bazen kent merkezindeki bir kafede oturur gazetemi okurum. Bu kafede Yunan müşteriler hep aynı masada otururlar. Çoğunluğu emekli olan bu kişiler birer kahve alarak saatlerce çene çalarlar. Konuşmalarını kafenin en uzak köşesinden bile duyabilirsiniz. Kısa bir süre sonra insanın kafası şişer.
Biz Türkler de öyleyiz; fabrikada, madende çalışan Türkler işyerlerinde alıştıkları gibi bağıra çağıra konuşurlar. Kafelerde yüksek sesle konuşmanın başkalarını rahatsız edeceğini akıllarından bile geçmez. Almanlar ise genellikle fısıltıyla konuşurlar. Yan masada oturanların konuşmaları bile neredeyse duyulmaz. Bunu, başkalarını rahatsız etmemek dışında, özel sorunlarının başkaları tarafından duyulmasını istemedikleri için yaparlar. Ancak onların bu kadar sessiz olmaları şaşırtır beni. Bunun mutlaka tarihsel nedenleri vardır; bu topraklarda korku imparatorluğu, kurulmuş, nazilerin zulmü yaşanmıştır. İspiyonculuk çok canlar almıştır. Bu yüzden onların kendi aralarında neler konuştuklarını, biz yabancılar hakkında neler düşündüklerini özellikle merak eder, biz yabancıları sık sık çekiştirdiklerine tanık olurum.
On iki yıl aradan sonra ilk kez Türkiye’ye gittiğimde Esenboğa Havaalanı’nda ağabeyim Cemalettin, Yazar Remzi İnanç ve avukatım beni karşıladılar. Kazasız belasız gümrükten geçmiştim. O gece amcamgilde kaldık; sabaha kadar sohbet ettik. Bir iki saat uyuduktan sonra saat altıda abimi uyandırdım. Yerimde duramıyor, Kızılay’ı, Ulus’u, öğrencilik yıllarında gezdiğim caddeleri, meydanları hemen görmek istiyordum. O ise yatakta biraz şekerleme yapmak istediğini söylüyordu. Kızılay’a vardığımızda saat yedi olmuştu. Şehir yeni uyanıyordu. Büyük özlemini çektiğim sahlebi içmek için Alemdar pastanesine girdik. Tarçınlı sahlep rüyalarıma girerdi. Bir keresinde sırf sahlep içmek için beş yüz kilometre yol katedip Berlin’e gitmiştim. İşte şimdi sahlep içiyordum; keyfime diyecek yoktu. Aynı şekilde dutu da çok özlemiştim; kasabamızdaki bahçede dut yemek için sabırsızlanıyordum. Kahvaltımızı yaptıktan sonra abimle birlikte caddeleri dolaştık, insan kalabalığına karıştık; bunlar bizim yurttaşlarımızdı; onları çok özlediğimi anladım. Gelip geçeni dikkatle incelemeye başladım; tandık yüzler aradım ama nafile. Karnım aç olmadığı halde simitçiye uğradım, sıcacık susamlı simiti ısırdım. Kafelerde oturduk, kitapçıları dolaştık; gözüm gönlüm açıldı. “Yaşamak işte bu!” dedim. Bu gördüklerim gerçek miydi, hayal miydi? Şaşkın şaşkın dolaşıyor, Türkiye’de olduğuma bir türlü inanamıyordum.
Öğrencimin sözünü anımsadım; çok doğru söylemişti; burada herkes Türkçe konuşuyor; herkes birbirinin dediğini anlıyordu. Konuşulan sözlere kulak kabartıyordum. Yurtdışında alışık olmadığım, duymadığım sözleri duyuyor, şaşırıyordum. On iki yıl aradan sonra ilk kez duyduğum ezan sesini hayranlıkla dinliyorum. İnsanın kendi vatanı gibi var mıydı? Daha sonra kasabama vardım. Anneme, babama, akrabalarıma kavuştum, arkadaşlarımla kucaklaştım. Üç ay Manisa’da Batı Kışla’da piyade olarak askerliğimi yaptım. Her şey rüya gibiydi. Sonunda sevdiklerime, dilime ve vatanıma kavuşmuştum; bu topraklarda bayrağımız dalgalanıyordu. Halit Karay’ın Eskici öyküsündeki küçük Hasan’ın Türkçeye duyduğu özlemi anımsadım. Onu ancak yurtdışında yaşayan, memleket özlemiyle yanıp tutuşan insanlar anlayabilir, o öyküyü okurken gözyaşlarına boğulmaktan kendilerini alamazlardı. Nâzım, şiirlerinde “Memleketim, memleketim, memleketim…” diyerek inlemiyor muydu? Nâzım’ın arkadaşı bir Rus yazar Almanya ziyaretinde bana anlatmıştı; Nâzım, “Bir gün benim heykelimi yapacak biri çıkarsa memleket hasretiyle tutuşan gözlerimi yapmasını isterdim,” demiş.
Türkiye, Türkçe demektir; Türk demek Türkçe demektir. Türkçem; anamın ak sütü, beşiğim, salıncağım; acım, sevincim, varlığım ve yokluğum. Sazım, sözüm, yanık türküm; aydınlık geleceğim. Çam kokulu ormanım, bozkırdaki çekirdeğim, dağlarda yanan ateşim, çoban yıldızım. Güneşim, bulutum, yağan yağmurum; derem, çayım, ırmağım, şelalem, lacivert denizim. Yaban elde tek dayanağım. Burnumda tüten sılam. Beni ben yapan bağımsızlık bayrağım, direniş dilim. Selam sana!…
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.