Celal İlhan
KOCATEPE’DE
Otobüsümüzden inip çevreye dağılmıştık.
Herkesin kendine göre öncelikleri vardı sanırım.
Kimimiz birkaç metre ötemizde heybetli görünüşleriyle hemen ilgi odağı olan tarihi toplara, kimimiz içinde bir ulusun geleceğinin belirlendiği siperlere, kimimiz Başkomutan’ın o ünlü sağ elinin başparmağı çenesinde düşünen heykeline yönelirken ben de büyülenmişçesine çevredeki irili ufaklı tepelere dalıp gitmiştim. Kocatepe baba, öteki tepelerse onun çevresinde toplanmış sessizce bekleyen çocuklarıydı sanki.
Burayı, Kocatepe’yi karargâh olarak belirleyen komutanların işlerini ne denli iyi bildiğini ve üstlendikleri sorumluluğun büyüklüğünü açık seçik görebiliyordum.
Borçluluk ve hayranlık duygusuyla dolmuştu yüreğim.
Sayısız tepeden oluşan, her birinde -bizim ve ötekilerin- yüzlerce, binlerce genç insanın kucak kucağa yattığı bu coğrafyaya uzaktan bakmakla yetinebilecek miydim? Hayır… Tepelerin üstünde dolaşmak, en küçük ayrıntıları bile kaçırmamak, gerekirse kanatlanıp uçmaktı içimden geçen. Önümdeki çalının dibinden küçük bir kuşun ok gibi fırlamasıyla irkiliyorum. Basmaktan son anda kurtulduğum bir yuva ayağımın dibinde. Üstüne eğiliyorum yuvanın, çil çil üç küçük yumurta sıcacık bakıyor gözlerime. Anne kuş çevremde şöyle bir tur attıktan sonra bir yumulup bir açılarak Kocatepe’den aşağı doğru salıyor kendini. Uçabilmek için gereksindiğim gücü bu kuşta buluyorum. Ardına takılıp ben de havalanıyorum… Gökteyim…bir düşteyim…bırakıyorum kendimi aşağıdan dalga dalga gelen serinliğin kucağına.
Toprağın özüne sinmiş acıları, tarih yazan rütbeli rütbesiz askerlerin korku ve coşkuyla yankılanan haykırışlarını, top seslerini, kurşun vınlamalarını, süngü şakırtılarını duyar gibiyim. Havan mermileriyle parçalanmış kayalar görüyorum sessizce yatan.
En çok Çiğiltepe ve Albay Reşat’ın hikâyesi usuma takılı. “Tepeyi almakta yarım saat geç kaldım Başkomutanımın yüzüne bakamam,” diye canına kıyan Albay Reşat Bey. Daha niceleri…
Onlara sormak istediğim çok şey var…
Son yıllarda, Batı desteğinde “demokrasi”, “özgürlük”, “modernlik”, “ılımlı İslam” vb. yaldızlı paketler içinde sunulan alacakaranlık ortamla ilgili ne düşündüklerini öğrenmek istiyorum ilkin.
Sesim içimde ve tepelerde aynı anda yankılanıyor.
“ Yiğitlerim! Can vererek, yaşamınız pahasına kurtardığınız sevgili yurdunuzun şimdi ne halde olduğunu; ülkenin kaymağını yiyen, verimlerinden en çok yararlananların; birlikte can verdiğiniz yoldaşlarınızın torunları mı, yoksa o günlerin savaş zenginlerinin, haramzadelerinin torunları mı olduğunu biliyor musunuz? Ya da sizin zamanınızda olduğu gibi şimdi de ülkenin bütünlüğü, bağımsızlığı, Anadolu halkının mutluluğu ve varsıllığı uğruna canlar verildiğini; can verenler arasında siyasetçilerimizden, yıldızlı-yaldızlı yüksek bürokratlarımıza, işçisini tutsağı sayan yabancı sermaye bağımlısı büyük zenginlerimize değin hiç kimsenin çocuklarına binde bir bile rastlanmadığını?
Koçyiğitlerim! Bugün, devleti ele geçirmiş bir siyasi küme; yurtseverliği, ulusalcılığı, bilimsel tavrı mafya ile bir tutup “Ergenekon” adı altında suç örgütü gibi gösterme hevesine kaptırmıştır kendini. Ayarladıkları birkaç sözde savcı aracılığıyla, gerçek aydınlarımızı hukuk, insan hakları ve tüm ahlak kuralları çiğnenerek bir yılı geçen bir süredir içerde tutabilmektedir. Tarihsel konumları gereği bu çağ dışılığın karşısında olması gereken güçler sessiz bezgin ve suskunluğu seçmişlerdir nedense. Karşı çıkarlarsa çağdaşlıkları, demokratlıkları, Batılılıkları tartışılır diye düşünüyorlar herhalde. Günümüzde, okyanus ötelerinde işler öylesine incelikle tezgâhlanıyor ki ‘aydınlarımız’ büyük güçlerce kullanıldıklarını fark etmek bir yana, onları yönettiklerini düşünecek denli aptallaştırılmışlar. Siz, ‘yurdumuzu savunduk, canımızı verdikse de bağımsız bir ülke bıraktık’ diye kendinizi kandırmaya devam edin. Kovaladığınız emperyalistlerle çıkarlarını ve geleceklerini birleştirdiklerine inanan işbirlikçiler; durup dururken, yüzyıllarca bir arada yaşadığınız Ermeni dostlarınızın kökünü kazımakla suçluyorlar sizi. Ve adınıza özür diliyorlar.
Şu saçmalığa bakın ki yaptıkları densizliklerin adını da barıştan yana olmak koymuşlar.
‘Hemen Şimdi Barış’ naraları atıyorlar ulu orta.
Barıştan yana olmamız gerçeği görmemize neden engel olsun ki?
Kimin çocuğu olursa olsun, gençlerimizin ne ölmesini ne de öldürmesini isteyenlerden asla değiliz. Biliyorsunuz komutanlarınız, bırakın sizin ölmenizi, topraklarımızı ele geçirmek için savaşan düşman askerlerinin, gurbet topraklarına serilmiş bedenlerini acı içinde seyredecek kadar yüce gönüllü insanlardı. Elbette tüm bu acı deneyimlerimize karşın ülkenin bütünlüğü, emperyalist soygunların durdurulması onu gerektiriyorsa, savaştan yine de kaçınacak değiliz. Sizler yurdunuzun bağımsızlığı ve onurlu geleceği için canlarınızı esirgemediniz ama iyi şeyler için savaşmak hem de en kararlı biçimde savaşmak gerektiğini bir türlü öğrenemedi bizim “aydınlarımız.” Hemen Şimdi Barış diyenler, emperyalist saldırılara karşı varlığımızı korumak için nasıl bir yöntem önerdiklerini de söylemek zorundalar bize.
Özverinizi hiçbir zaman unutmaması ve unutturmaması gereken devrimci, yurtsever, hümanist şair ve yazarlarımız da bir garip tutum içindeler nedense. Sizden önce sizin zamanınızda ve sizden sonra yaşamış, Namık Kemallerin, Tevfik Fikretlerin, Mehmet Akiflerin, Nazım Hikmetlerin ve Hasan Hüseyinlerin söylemlerini unutmuş, ‘Sanat sanat içindir, her şey ıskalanabilir ama incelik (estetik) asla’ diyebiliyorlar. Bu durumda ne şiirimizde ne öykümüzde ne de yazınsal herhangi bir metinde emperyalizmimden, batı sömürgeciliğinden, gerici kalkışmalardan açıkça söz etmememiz gerekiyor. ‘İlla söz edeceksek, çok ince, çok üstü kapalı olmalı, asla ilk bakışta fark edilecek, okuyan herkesin anlayabileceği bir biçimde olmamalı bu,’ diyebiliyorlar.
Doğaldır ki sorularımı yanıtlamanızı sizlerden beklemiyorum.
Bu bizim görevimiz olmalı.
Siz, bir kez konuşmuştunuz ve yer yerinden oynamıştı. Emperyalist saldırganlar büyük bir yıkıma uğrayarak bu toprakları terk etmek zorunda kalmışlardı. Şimdi, içerdeki işbirlikçilerine dayanarak yeniden ve daha korkunç silahlarıyla, “hayâsızca” yükleniyorlar…”
Umut ve umutsuzluk sarmalındaki düşlemimden, birkaç kez seslendiğini ama duymadığımı söyleyen bir dostun koluma girmesiyle uyanıyorum.
Gezi tamamlanmış geri dönüş için toplanmamız gerekiyormuş.
İki saate yakın kalmışız o tarihi odakta.
Kocatepe’yi görüp o büyülü, gizemli havasını solumadan bu ülkenin kurtuluş mücadelesini anlamanın olanaksızlığını düşünüyorum. 30 Ağustos 2009
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.