Mucize Özünal
Çin Odasına Girenler ve Çıkanlar
Zihin felsefesi her ne kadar günümüzde yapay zeka, yapay bilinç, robotlar, nesnelerin interneti gibi modern çağrışımlar yaratıyorsa da zihin üzerine düşünümler ilk çağlardan beri süregelmiştir. Mitolojiden felsefeye yönelimde iki nesnenin ayırımı belirginleşmektedir. Ruh ve beden. Antik çağlarda zihinden önce ruh adı altında bu gün zihin felsefesinin konularını içeren yaklaşımlar olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu çağlarda ruhtan bahsedilirken asılında canlılığa, ölüme, hayatın, anlamına amacına, evrenin yapısına ve doğasına, insanın sınırlarına, olanaklarına, sorumluluklarına ilişkin düşünceler yansıtılmaktadır. Bu noktada beden ve ruh ayrımını ileri sürenlere karşıt beden ve ruh birliğini savunanların ağırlığı göze çarpmaktadır. Bütünbenlik anlayışını savunan ön Sokratik düşünürleri Thales, Anaksimanes, Anaksimendros gibi Miletli filozoflar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Miletliler orfeosculuğun ruhlar dünyasının ve ruhların göç ettiğine ilişkin düşüncelerinin karşısına, değerli ve anlamlı olan her şeyin bu dünya ve bu dünyada yaşayan insanların yaşamları olduğunu koymuşlardır. İlk atomcu materyalist filozoflar maddeciler olarak Lukkipos’un izini sürdüren Demokritos, Empodokles, bizim Urlalı hemşerimiz Anaksagoras maddeci filozoflar olarak akla gelmektedir. Sokrates’in ruha ilişkin görüşleri bir sıçramayı oluşturur. Çünkü o, ruhu iyiyi kötüden ayırabilme yeteneği olarak tanımlar. Ahlaki sorumluluğun taşıyıcısı olarak kabul eder. Böylece dogmatik öte dünyacı tutumlara karşı bilincin kişinin asıl benliği olduğunu ortaya koymaktadır. Platon da psuke kavramı ile ruh artık Sokrates önceki dönemlerin menon ve nous’unu aşmıştır. Psuke hem hareketin, hem algıların hem düşüncenin hem de aklın kaynağını içermektedir. Aristothales ruh beden ikilemini kendi metafiziğinin medde form kuramına uygun olarak ruh ve beden arasındaki kopukluğu gideren temellendirmeler yapmıştır. Doğru bir şey söylemek ve doğruyu temellendirmek açısından önemlidir bu. Burada önemli olan bir öteki şey şudur: İlk kez Aristothales’te, ruh, bedene dışarıdan gelen bir varlık olarak görülmemektedir. O canlı varlığı daima ruh ve bedenden oluşan bileşik bir töz olarak ele almaktadır. Aristothales aklın tanrısal olduğunu söyler. Aklın tanrısal olduğunu temellendirir. Sonuç olarak da tanrısal olanın bilinebileceğine yönelik vurgusu dikkati çeker. Böylece MÖ 6. yy’dan beri, bugün zihin, yani anlama yetisi, yani anlak olarak adlandırdığımız, kişinin zihinsel duyusal bilişsel tüm yetilerini ifade eden bir sözcüktür “zihin”.
Burada bir parantez açarak maddeci atomcu bir filozof olan bir şairden ve onun yedi bin dizelik şiirinden söz etmek isterim. Lucretius Romalı bir soylu olarak İÖ 95-55 yılları arasında yaşadı. Evrenin Doğası üzerine didaktik şiirlerden oluşan dizelerinin başında, bu eseri yazmaktaki amacını açıklar. Amacının insanları ölüm korkusundan ve öte dünya batıl inancından kurtarmak, onların mutlu yaşamalarını sağlamak olduğunu belirtir. Evren maddelerden ve boşluktan, maddeler de evren gibi boşluklardan ve atomlardan oluşmaktadır. Atomlar kendi çizgilerinde hızlı ve hiç şaşmadan hareket eder. Ancak bazen boşluklarda bu çizgilerden saparlar. Böylece cansız maddeler çeşitlendiği gibi bu sapmalar cansız doğadan sapıp canlılığa da neden olurlar. Bu yapıt Türkçeye “Evrenin Yapısı” olarak bir Şair (Turgut Uyar) ve bir Felsefeci (Tomris Uyar) tarafından çevrilmiştir. Evrenin yapısında Lucretius bilimin çeşitli dallarına ait doğruları şaşılası öngörüyle sunduğu gibi, bugün Zihin Felsefesi dediğimiz bilgisel disipline ait bilgileri de gene şaşırtıcı bir öngörüyle sunmaktadır. Yapıt bilimle şiirin, doğru ile güzelin nasıl kaynaştırıldığını göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.
Bu yapıtla ilgili bir kitap daha var: “Sapma”. Bir kültür tarihçisi tarafından Lucretius’un yapıtının yüzyıllarca kaybolduktan sonra eserinin elyazmalarının 14. yy’da peşine düşen bir papalık görevlisinin yaşadıkları üzerinden “Evrenin Yapısı”nın günyüzüne çıkışını anlatıyor. Böylece tarih felsefesi bakımından da önemli bir iş görüyor.
Konumuza dönersek zihin felsefesi; duyularımızla duyulur, algılanır olanın, düşünürlük alanına taşınması sürecinde zihni, bağlantılarıyla ele alan felsefe dalıdır. Düşünenin deneyimleyenin (bunu sadece duyusal deneyim değil düşünsel deneyim olarak da alınız) yani zihnin neliğini, ne olduğunu araştırıyor. Zihin felsefesi psikoloji değildir; psikoloji davranışlarla ilgilidir. Felsefe dış dünya, düşünme-dil arasında, beden anlama yetisi ve dili insanın varlık bilgisi olarak anlamaya çalışır. Bu duyulur, algılanır olanın kavramlaştırılmasıdır. Betül Çotuksöken’in deyişiyle antropoontolojik olarak, yani insan merkezli varlık kuramı olarak yapar bunu. Bu nedenle zihin felsefesi hem ontolojide hem de epistomoloji yani bilgi kuramı alanında iş görür.
Nasıl oluyor da bilebiliyoruz? Bilişimiz nasıl oluyor? İşte bu sorunun yanıtı, bugün bilişim bilimleri dediğimiz pek çok bilimsel disiplini ilgilendiren bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü zihin felsefesi ile bugün asıl olarak ilgilenenler yapay zeka ve yapay bilinç alanında çalışmalar yapan felsefeciler, nörologlar sinirbilimciler, nöropsikiyatristler, psikologlar, mühendisler, bilgisayarlar alanında çalışanlar ve sinir fizyologlarıdır. Bu nedenle zihin dediğimizde düşünme edimi, anlama anlak bağlamında öne çıkmaktadır.
Düşünmenin yapışıl işleyişi birbirinden çok farklı edimler içerir. Akıl yürütme, sorun çözme, tasarımlama, sanallık, imgeleme, hayalleme, her türlü gerçeklik durumunu zihinsel yapı içinde sanal olarak yeniden tasarımlama imgelemedir düşünme. Aslında her düşünme edimi duyulur algılanır dünyanın yeniden üretilmesidir.
Düşünme ile varlık arasındaki ilişki nasıl kurulmaktadır? Düşünme kendisi gibi olmayana başka türden olana nasıl ulaşmaktadır. Dış gerçeklik ile iç gerçeklik arasındaki ilişki nasıl kurulmaktadır? Bu soruların yanıtlarını arayan farklı alanlardaki çalışmalara kısaca bir göz atalım:
Sinirbilimciler nörobilim penceresinden zihne bakarken, zihni anlamak için beynin incelenmesinin yeterli olduğunu savunurlar. Nörofelsefeciler içinse sinirbilimsel yanıtlar yetmez, zihni anlamak nörofelsefe ile mümkündür diyorlar haklı olarak. Bilişsel nörobilim irade kişisel kimlik gibi konularla, teorik nörobilim yöntem araştırmalarıyla, amprik nörobilim insan duygu ve düşünceleri beynin hangi yanıyla ilgili, sorularına yanıt aramakta, beyin haritaları ile ilgilenmektedir. Nörobilimciler şu bilgileri ortaya koymaktadırlar:
Sağlıklı insanların ve hastaların beyin işlevleri sırasında yapılan görüntüleme teknikleri zihnin bedenle ve evrenle ilişkileri konusunda soruların yanıtlarını arayan zihin felsefesine önemli bilgiler vermektedir. Örneğin duyunç ve etik değerlerin beynin ön lobu, frontal lob ile ilişkili olduğu artık net bir şekilde gösterilebiliyor. Beynin bu bölgesi hasar gören bir insan zihni yerinde olduğu halde empati yeteneğini yitirerek vicdansız birine dönüşebiliyor. Sinir hücrelerinin yapısı çözümlendikçe bilişim bilimlerine de önemli veriler elde edilmektedir. Örneğin sinir hücrelerinin basit bir bilgisayar gibi olduğu, bu hücrelerin sinir sistemi ile sürekli iletişim içinde olduğu saptanmıştır. Beyin haritalamaları bize sağ beynin sentez bütüncül çalıştığını, sol beynin analiz eğilimli olduğunu göstermektedir. Erkek beyninin indirgemeci kadın beyninin bütünlemeci özelliği bu iki cinsin insanın varoluş alanında ve yaşamın her alanında birlikteliğini zorunlu kılmaktadır. Beynin neliğine ait bilgilere ulaşıldıkça beyin işlevlerinin yitimlerini gidermek veya geciktirmek mümkün olmaktadır. Bunun ötesinde beyin kodlama yöntemi ile anılar da oluşturulabilmektedir. Bütün bu çalışmalar beynin önemli bir özelliğini ortaya koymaktadır: Yeni durumlara uyum sağlama yetisi: plasite. Beyinin çeşitli alanları arasında değişen duruma koşut bağlantılar hemen kurulabiliyor. Böylece biyokimyasal oluşumlar devam ediyor. Sinirbilim penceresinden zihin felsefesinin güncel sorusu, kişiliğin özü beynin neresinde olduğuna ilişkindir. Kişilik özünün evrenle ilişkisi, kuantum fiziği ve yapay zeka alanlarını da işe dâhil etmektedir. Başkasının bilincini nasıl bilebiliriz? Bizim öz bilincimize ilişkin bilişlerimiz kendi öznel deneyimlerimizle ilintilidir. Oysa başkasının bilincini doğrudan deneyimlememiz mümkün değildir. Yani John Locke’un 1690’da yayımladığı “İnsan Anlağı Üzerine Bir Deneme” isimli yapıtındaki bilgilendirmelerle, ondan yüz elli yıl sonra Leibniz, 1840’ta, “büyütülen bir beynin içine girip dolaştığımızı hayal ettiğimizde, orada mavi veya acı durumlarını, düşüncelerini görebilecek miydik”, diye sorar. Bilinçli zihin durumunun öznel niteliği yapay bilinç konusunda, zihin beden sorununun zorluğu olarak ele alınır.
Nagel 2015 yılında Leibniz’e benzer bir soru soruyor. “Yarasa olmak nasıl bir şeydir?” “Yarasalar erişim alanları içindeki engelleri yansımalarla çığlıklarla saptarlar. Bizimse zihnimizin kaynakları bedenle sınırlıdır; bedenimizde sonar işlevi olmadığına göre yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu bilemeyiz. Zihnimizin kaynakları bedenimizle sınırlıdır” diyor. Bedenimizde sonar işlevi olmadığına göre yarasa olmanın nasıl bir şey oyduğunu bilemeyiz. Yani yarasa olmak nasıl bir şeydir, sorusu yapay bilinç alanında bir sorun olarak ortadadır.
Yapay zekâ ve yapay bilinç alanında çalışanlar “bilinç nedir, nasıl bilinir” sorusundan yola çıkarak zihni bir bilgisayara benzetiyorlar. Beyin dış dünyadan alımladıklarını bir bilgisayar gibi bize çıktı olarak veriyor. Ama bilmemizi bilişimizi sağlayan bu veri ve çıktı, alımlama ve bilme sürecinde içerde neler oluyor?
John Searle Çin Odası kurmacasıyla yapay zekâ kuramında ortaya koyduğu “biyolojik doğalcılık” kavramını açıklamaktadır. İddiası şudur: Bilinç insan beyninin nörobiyolojik süreçleri sonunda otaya çıkan, sindirim fotosentez gibi bir özelliktir. Çünkü zihin doğanın bir parçasıdır. Bu nedenle düşünme yetisi girdi-çıktı ilişkisinin çok çok ötesinde ve karmaşıktır, der. Kurmacasını da şöyle açıklar. “Ben Çinceyi hiç anlamıyorum. Fakat içi Çince sembollerle dolu kutularla bir odada bir kurallar kitabı ve beni sorulara Çince cevap vermeye ulaştıracak bir bilgisayar programı ile baş başayım. Hiçbir şekilde bilmediğim sembollerden oluşan soruları alıyorum, ne yapacağımı gösteren kurallar kitabına bakıyorum, kutudan sembolleri alıyorum bilgisayar programındaki kurallara göre onları değiştiriyorum ve cevap olarak ihtiyaç olan sembolleri veriyorum. Şimdi doğru programı uygulayarak böylece yanıt veriyorum. Ama ben Çinceyi hiç anlamıyorum. Program temelli hiçbir bilgisayar da Çinceyi anlayamaz. Cevap sembolleri, kurallar kitabına göre sembolleri birleştirerek oluşturmaktadır. Bu yapay zekâda sembollerin birleştirilerek çıktılara dönüşmesi sürecinde beyinsel işlevlerden en önemli şeyin; anlama kapasitesinin yokluğunu göstermektedir. Bilgisayar sembolleri manipüle ederek çalışmaktadır. Bu süreç yalnızca sözdizimseldir. İnsan zihni ise sembollere anlamları iliştirir. Ünlem (!) dikkat uyarısının sembolüdür örneğin. Sözdizimi tek başına semantiği anlam bilgisini sağlamaz. Çünkü nedensel ilişkilerden yoksundur. Bu nedenle bilgisayar programları ne zihin için yeterlidir, ne de zihnin kurucusudur. Sözdizimsel kurulum anlam için yeterli değildir. Sadece sembol gösterimi olan programlar düşünme üretmek için bu nedenle yeterli değildir. Biliş biyolojik bir fenomel olarak beynin nedensel güçlerinden kaynaklanır.“ Bu kurmacadan şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Beynin nedensel güçleri tam olarak bilinmedikçe bu güçlerin kopyalanması mümkün değildir.
Şimdi bizim iki temel soruyu sormamız gerekiyor: Birincisi yapay zekâ ve yapay bilinç çalışmalarının beynin nedensel güçlerini tam olarak çöze bilmeleri olası mı? Bilişim bilimcilerin buna yanıtı, ”Doğal bir engel olmadıkça bu mümkündür.“ Peki beynin plasitesi, yani her yeni durumda yeniden konumlanması bu doğal engeli oluşturmuyor mu? Çünkü duyumlamadan algıya giden süreçte beynin beş ana alanı olduğu biliniyor. Primer alan her duyunun ilk gittiği yerdir. Görme işitme vs. her duyunun özel alanı var oraya gidiyor. Duyum geldiğinde birleştirici alan her duyuyu özel alanda birleştiriyor. Birleştirici alanın hipokampus yolu ile sizi duygulandırıyor. Bir koku sizi tiksindirebiliyor da hoşlandırabiliyor da. Duyum özel alana girer girmez herkes herkesle iletişime geçiyor. Duyumlama ile algı arasındaki farklılaşma böylece oluşuyor. Bu hetoro model anlama yetisiyle ilgili. İşte beynin koşullara, yani duyumlara göre kendiliğinden ve kendine özgü ölçülemez düşünülemez hızla konumlanması bilişimcilerin korktuğu doğal engel olmalıdır. Çünkü bizce yapay zekâ ve bilhassa yapay bilinç konusundaki en önemli doğal engel, insanın sınırsız gelişim ve yaratı gücüdür. İlgilenenler bil hassa yapay bilinç konusunda Zekiye Kutlusoy’un yazılarından ve “Günümüz Zihin Felsefesinin Zorlu Sorunu“ makalesinden yararlanabilirler.
Şimdi birinci soruya böylece yanıt verdikten sora bizce felsefi açıdan asıl önemli soruya yanıt vermeliyiz. Yapay zekâ ve bilinç araştırmalarına harcanan kaynaklar dünya halklarının yarattığı değerlerden oluşmaktadır. Dünyanın açlık, savaşlar çevre, terör sorunları insanlığın varlığını, giderek de dünyamızı her geçen gün daha dehşetle tehdit ederken, yapay bilinç ve zekaya gerekten ihtiyacımız var mı? Diyelim ki bütün engeller ortadan kalktı. Yapay zekâlı robotlar yapıldı, yapay bilinç başarıldı. Peki bu makine adamlar bilinç içeriklerini insanlardan gizleme yetilerine sahip olmayacaklar mı?
Evrendeki hiçbir canlı kendi kendini yok etmemektedir. Türler hep dış etkenlerle yok olmuşlardır. Bu durumda insan türü evrende kendi kendini yok eden ilk tür mü olacaktır?
Görülüyor ki felsefi bakımdan sorunsalın hem etik hem varoluşsal sorunları vardır. Bu nedenle insanmerkezli varlık kuramı Betül Hocanın deyişi ile antropoontoloji belki de bize değerler felsefesi ile birlikte bir yol açıcı olacaktır.
Öyle görülüyor ki senin kırmızının benimki olduğunu, yahut yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu bilebilmek beden/zihin sınırlarıyla şimdilik engellenmiş görülüyor. Ama bizce asıl önemli engel etik değerler olmalıdır. Yapabileceklerimizi yapmaktan bizi engelleyen değer yaratıp korumamızı sağlayan o engeller.
13.6.2018
(*) Bu metin Nisan 2018’de Maltapa Ünversitesi ve Kadıköy Belediyesi işbirliği ile yapılan Zihin Felsefesi Seminerinde Sn. Hocalar Betül Çotuksöken, Şevki Şahin, Zekiye Kutlusoy, Burçak Özkan, Erman Taşkın, Kaan Özkan ve Meriç Bilgic’in sunumlarından yararlanılarak
Hazırlanmış söyleşi izlek metnidir.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.