“SUYU ARAYAN ADAM”
M. Güner Demiray
Şevket Süreyya Aydemir tarihimizin akışı içinde sosyal olayların itişiyle kişilik kazanmış ve çağın getirdiği fırtınaların koşullarında pişmiş önemli düşünürdür. Her şeyden önce onun benliğindeki düşleri, vatanın, ulusun var olması ve çağdaşlaşması, dünyada sözü dinlenir bir düzeye ulaşarak, uygar uluslar arenasında saygın yerini alma amacını taşır. Sömürgecilik ve emperyalizme karşı adil bir dünyayı savunur, sosyalizme yaslanır, komünist hareketler içinde yer alır. Aşkını ülküsüne feda ederek Turan yollarına düşer. Turan’ın kurtuluşu yolunda düşler kurar ilkin. Bir ömrün öyküsü Tuna’dan Kafkasya’ya, oradan Rus ovalarına, sonra kendini bulduğu öz evi Anadolu’ya, Kemalist Türkiye’ye uzanır. Aslında bir tarih dönemecinin tayfununda yeşeren gerçekçi bir düş ve düşün çınarıdır o! Bir politik ve bilimsel bilgedir. Ayrıca ömrünün tarihinden edindiği deneyimler de yadsınmaz değerlerin insanı haline getirmiştir onu.
Suyu aramaktadır o Rama Krişna’nın deyişiyle. Bulamaz önce, heyecana kapılır, zaman zaman umudu tökezler, ama yorulmaz, habire kazır toprağı, daha derinlere iner, sonunda bulur suyu. Bu gerçek, bir ömrün bedelidir.
Ailesi Deliorman yöresinden gelip Edirne’ye yerleşmiştir. Anılarının bir yerinde “… Çocukluğuma ait ilk hatıram bir yangındır. …” der. Gerçekten de yaşamı çoğunlukla çocukken tanık olduğu yangın gibi Balkanlarda, Anadolu ve Kafkasya’da, Rus diyarında çağın tutuşturduğu büyük yangınların içinde geçmiş; ateşlerde ara ara kavrulsa da ölümlerden kıl payı kurtularak, ter döküp pişerek, bu hengâmede deneyimler edinerek bir kaya direnci gücüyle kurtulabilmiştir. Bu ömür serüveni Edirne’de ana, baba ve komşulardan dinlediği öykülerden pek farklı değildi.
Vatan dağılıp parçalanma içindeyken o öğretmen okulunu henüz bitirmiştir. Hemen cepheye koşar, Ulukışla’da trenden iner inmez Doğu Anadolu’ya doğru yayan yapıldak uzun yolları adımlamaya başlar. Yolda göç kafilelerine rastlar. Şu izlenimlerini dile getirir: “… Doğu Anadolu’da kadınların makamla ve şarkı söyler gibi ağladıklarını o gece orada ilk defa, ama sonraları çok gördüm. (…) Üç arkadaş sessizce ateşin etrafına iliştik. Erkek bizi yadırgamadı. Nine ise ya gördü, ya görmedi. Fakat acayip musikisine devam etti. Keçeleşmiş saçları alnının terlerine yapışmıştı. Yüzünün buruşuklukları alevlerin akisleri içinde, olduklarından daha derin, daha çileli görünüyordu. (…) Ninenin facialı sesi yavaş yavaş hafifledi. Musikinin sonu gittikçe sönen hıçkırıklar oldu. Başı göğsüne düştü. Ölseler bile bunu cana minnet sayacaklardı. Çocuklar kaybolmuştu. Yakınları dağılmıştı. Fakat kendileri hâlâ yaşıyorlardı işte! (…) Suyu Arayan Adam, s. 90-91)
Doğuda düşmana karşı yer yer savaşır. Ermenilerin Erzurum ve çevresinde yaptıklarına tanık olur.
Osmanlı Mondros Mütarekesiyle savaş yeniği olarak teslim olmuştur. Bu sırada Kuzey’de başında Lenin’in bulunduğu kızıl bir ihtilal tutuşmuştur. Ateşi tüm dünyayı sarsmaktadır. Bunun üzerine işgalci Çar ordusu hızla çekilmektedir. Bu kez de Ermenilerle savaşım başlamıştır. Şevket Süreyya bu savaşımın içindedir artık. Öte yandan Samsun’da Mustafa Kemal kurtuluş mücadelesini ateşlemiş, bu kentten yurdun iç kesimlerine doğru açılmaktadır. Şevket Süreyya’da bu sıralarda Turan’a adım atmıştır. Okuduğu Aydemir romanının etkisindedir. O da bir Aydemir olacaktır. Azerbaycan’da NUha’ya (Şeki) yerleşir. Bir okulda öğretmendir. Bu arada Ermeni saldırılarını halkla birlikte püskürtür. Gösterdiği başarılar sonucu halkın gönlünde taht kurar, bir kahraman olur. Turan bir hilâl şeklinde alnında şafaklanmıştır.
Burada Sitâre adında bir kızla görüşmeye başlar. Birbirlerine aşık olurlar. Sitâre Nuha’da açmış,ince belli, ay yüzlü bir Kafkas gülüdür. Nişanlılı olmasına karşın Şevket Süreyya’ya aşık olmuştur. Bazen çevreyi dolaşır, pazarları gezer. “… Derbent Pazarı’nda Kalmuklar, Kumuklar, Kazaklar, Lezgiler, Avarlar, hülâsa her biri bir başka akından arta kalan bir insan kalabalığı kaynaşıyordu. (…)” Kabartay, Çerkez mantoları savrulur, satılır. “… Yüzleri donuk hareketsiz atlılar belki de bin beş yüz yıl önce Attila’nın akınlarından burada kalan artıklardı. (…) Tabasanlar bir Yahudi Cemaatiydi. Filistin’den buralara belki bin yıl, belki de iki bin yıl evvel sürülmüşlerdi. (…) Lermetov’un, Puşkin’in, Tolstoy’un anlattıkları Kafkas havası etrafta esiyor gibiydi. (…) s.174-175)
Sonra Kızılordu Nuha’ya girer. Azerbaycan dünkü Azerbaycan değildir artık. Diğer Türk ülkelerinin yolları da kesilir tamamen. Turan bir hayal olarak içinde uçar durur. Bir düş kırıklığı yaşar. “Buralarda artık ne işim var?” diye düşünür.
“…Sitâre, sevdiğim kızdı. İyi bir ailenin kızıydı. Bahtsız bir nişan yapmıştı. Nişanlısıyla arasında hiçbir duygu birliği yoktu. Ona Sitâre demektense ay demek belki daha doğru olurdu. Ay gibi bir yüzü vardı. Sitâre bir sultandı. Gönlümün sultanı.
Bizi tanıyan herkes, kadını bir mal sayan ve mal ölçülerine göre anlayan bir geleneğin dışında gelişen bu gönül bağlılığını görüyor ve bunu güzel buluyordu. S.177 …”
Nuha’da sosyalistler egemenliklerini kurmuşlardır. Her yerde tutsak, mazlum milletlerin kurtuluşu ilân edilmektedir. Bakü’de toplanan “Şark Milletleri Kurultayı’na” ve “Türkiye Komünist Fırkası” kongresine katılır.
“… Kaderin bizleri ittiği yollar üstünde Enver Paşa , o gün belki hepimizden daha yalnızdı. S.207. …”
Yol ayrımındadır. Yeni bir serüvenin kapısını açacaktır. Sitâre’ye koşar. Sevgilisinin son sözleri şunlar olur: “… Ben dedi, kendimi bir zaman için, gökte uçan bir yıldız sanmıştım. Halbuki bu toprağa bağlı bir köleyim. Bizim ayaklarımız zincirli. Senin eline yapışırsam , seni de bu zincire bağlayacağımı anlıyorum. Benim nasibim, şu çirkin Rus kızıyla gece gündüz haşır neşir olan şu kalpsiz , şu değersiz nişanlımdır. Senin yolun benden ayrı olmalıdır. Senin bu şehirde artık işin sona ermiştir. Hemen git! Y a öz vatanına dön, ya başka yerlerde talihini ara. (…) Biliyorum ki o bana hiç gelmeyecek. Beni hiç aramayacak. Ama ahundun bir duasıyla ben, artık onun malıyım. Bunları anlatırken her zamankinden daha güzeldi ve birbirimizi her zamankinden daha çok seviyorduk. Halbuki ben bir kuş kadar masum bir kızın kendi kendini feda edişini olduğu gibi kabul ettim. (…)”
Sonra şehri terk eder. Batum’a gelir. Burada İzmirli bir Türk kızıyla evlenir, bu kız, her koşulda onun hayatının ağırlığına katlanmasını bilir ve tek eşi olur.
Bir Tatar tanır Tiflis’te . Fikri yeteneği olan bir kişidir bu. Bu kişi bir gün Şevket Süreyya’ya: “Arkadaş sen bu inkılâp içinde bir somnambul gibi yaşıyorsun. Evet, uykuda gezen bir adam gibisin…. Bizim yolumuz şu pis sokak kavgasından ibarettir. Ayağımız daima sokağın çamuruna bağlıdır. (…) Her şey bir ‘emek’ mihverine bağlanıyordu. Ben Komünist Partisine bu hengame içinde girdim. S.230 (…)”
Daha sonra Batum’dan Moskova’ya hareket ederler. Büyük açlık başlamıştır. Açlığın korkusu Volga’dan başlayarak bütün Rusya üzerine, bir veba salgınının dehşeti gibi hızla yayılır. Lenin de bu durum karşısında köy ağalarına, kasaba, kent esnafına birtakım haklar tanır. İhtilâlin, askeri komünizm denilen azgınlık devri artık sona erer.
Moskova’da Doğu Emekçileri Üniversitesi’ne kaydını yaptırır ve eğitimini burada tamamlar. Eğitimi sırasında edindiği izlenimlerden şu sonuçlara varır: “ Din ve mutlak dinsizlik, mutlak şikayetsiz itaat, yahut vahşi bir isyan. Rus ruhudur bu. … Rus ormandır. Orman Rus’un asıl vatanıdır. … Türk yayla ve bozkırdır. (…) “
Okulun tatil kampı vardır. Burada botanik dersleri verilir.”… Doğa göğsüne her düşen tohuma hayat hakkı vermez. Bu tohumun yeşermesi için , binlerce, binlercesi arasından seçilmesi lazımdır. Onun seçilmesiyle de iş bitmez. Bu tohumun hayata gözlerini açmasıyla, ormandaki hayat kavgasına katılması bir olur. S.249. (…)
Ormanda kuru ağaç kütüklerini, yeşil çam dallarını toplayarak ateş yakarlar geceleri. Gözleri alevlere dalan her öğrenci kendi düşüncesi içinde kaybolur. Dünya sorunları dile getirilir. Bir Moğol’un şu sözleri çok ilginçtir: “ … Bizde kadınları satın almaya lüzum görmezler. Moğolistan’da ve Tibet’te ruhaniler, Buda rahipleri nüfusun üçte birini teşkil ederler. Bunlar hiç çalışmazlar, güya evlenmezler. Fakat hepsi başkalarının karıları, kızlarıyla diledikleri gibi eğlenirler. Ödedikleri şey ise sadece hastalıklarını âleme yaymaktır. Bunun için bizde frengi, Hint paryalarındaki sıtma gibi yaygındır. S.269. (…)
Rus kültür tarihinden bilgiler edinir. “ Rusya’da Slav kültürü kilisenin eseridir.” der, “Kadim ilahların tarihi insanların tarihinin bir parçasıdır.” Çar dönemi ‘Dekabristler Hareketi ‘nin subaylardan oluşan topluluğun meşrutiyet özlemi taşıyan bir hareket olduğunu öğrenir. 1864’te Narodnicesvo hareketi, halkçılık hareketidir. Yani halka yönelme hareketi. Bunlar ihtilâle doğru giden yolların kilometre taşlarıdır. Sonra sosyal demokratlar, ıslahatçı partiler vb.
1922’de Moskova Sergisi. Turan buradadır sanki. Çerkez köyü, Kırgız Avlusu, Türkistan Çarşısı, Timurleng Türbesi vb…
Konferanslara gider. Sık sık Çin hakkında konferanslar verilir 1922’de. “… Konferansçı Çar hükümetinin eski bir diplomatıydı. Çin’de çok bulunmuştu. Konferansını şu sözlerle bitirdi:’ Yaşadığımız asrın sonu ve belki önümüzdeki asır bir Çin asrı olacaktır.’
Bu hakikaten böyle mi olacaktı?…”
Gerçekten de o diplomat bir –kâhin- önbilici miydi? Söyledikleri gerçekleşmiyor mu bugün?
Artık ihtilâl havası yerini yavaş yavaş dinginliğe, devrimci kalkınmaya terkeder. 1924’ün başında Lenin’in ölümü, Stalin’in hızla duruma egemen olmasının yollarını açar. Ve Stalin geçer başa. Ortodoks Marksizmin yerine revizyonist bir devlet siyaseti güdülür. Bunun üzerine liderler arasında kanlı bir çekişme başlar. Devrim topyekün bir inşa evresine girmiştir. Totaliter bir disiplin Rusya’yı sarmıştır artık. Rusya aydınlarını yiyen, düşünürlerini ölümün tuzağına koyan robotik makinaya dönüşür. Şevket Süreyya için vatana dönme zamanıdır. 1923’ün sonunda Odesa’dan Krasnoda vapuruyla İstanbul’a gelir.
“…Kafamda her şey sanki formülleşmişti. Kalıplara, şablonlara uydurulmuştu. Bütün mevhumlar klişeleşmişti. (…) Artık bir otomat olmuştum. (…) Makaleler, dergiler, gazeteler, kitaplar derken cemiyetler, sendikalar, grevler… İşte bir sosyalist hareket: ‘ Niçin olmasın ‘ diye de düşünüyordum. …Gerçi bunun için bir sanayi lazımdı. Modern bir sanayi içinse ortada pek belirtiler yoktu. (… ) İnsan içinde yaşadığı içtimai şartların mahsulüdür. İçtimai şartlar ise, iktisadi münasebetler meydana getirir. İdrakımızı ve zihniyetimizi tayin eden bunlardır. S.407 (…)”
Göz altında tutulur Şevket Süreyya. Bir süre tevkif edilir. Ama hep bir şeyler üretmek için çırpınır, düşünür ve yazar.
“… Moskova’dan İstanbul’a dönen otomat , artık ölmüştü. Anadolu realitesi, bu dört kale duvarı içinde olsa bile beni sarıyor, yoğuruyordu. –Afyon Hapishanesi- s.427 (…)”
“… Birinci Dünya Harbi’nden sonra Türkiye’de cereyan eden şey, münhasıran, ferdi teşebbüse dayanacak klasik bir liberal iktisat ülküsü de bir gaye olamaz. Bütün bu işler için ise, gizli bir ihtilâl partisine değil, normal ve kanuni yollarla gelişecek milli bir fikir hareketine , inşacı bir iktisat zihniyetine ihtiyaç vardır. Bu ise artık ihtilâlci ve komünist değil , belki disiplinli, fakat reformcu, teşkilatçı milli bir görüştür. Milli bir fikirdir. Bu milli hareketin zemininde , Türk Milli Kurtuluş Hareketinin, bütün şümuluyle izahı yatmaktadır. (…) Aynı zamanda, bize benzer bütün yan sömürge ve sömürgeler için de bir örnek olabilir.(…) Böyle bir harekette rehberlik rolü ise, milli kurtuluş hareketlerini dünya ihtilâlinin bir peyki sayan komünist partisine değil, inkılâpçı, disiplinli, teşkilâtlı, milliyetçi bir cumhuriyet partisine düşer. S.429-430, (…)”
Cumhuriyet Bayramı’nın yıldönümüdür. Bir akşamın ilk saatlerinde Ankara’dan gelen bir buyrukla hayatının akışı değişir. Af yasasına göre hapisten çıkar. Arkadaşlarıyla da artık yolları ayrılır. Zaten geçen zaman onları hem ortak fikirlerinden, hem birbirlerinden uzaklaştırır. “…Anadolu’ya gidecek orada çalışacaktım. S.435”
Ankara’dadır. Yüksek Teknik Genel Müdür Yardımcılığına atanır. Daha sonra Ankara Ticaret Lisesi müdürü olur. Atatürk’ün sevgisini kazanır. Daha birçok yüksek makamlarda bulunur.
“…Kendimi yeniden, benim olan bir toprak üstünde ve bizden olan insanlar arasında hissediyordum.s.447, (…)”
İlk konferansını Türk Ocağı Merkez Salonu’nda verir. İlk sözleri şunlardır: “… Türkiye bir inkılâp içindedir. Bu inkılâp durmadı. Bu güne kadar yaşadığımız hareketler, şahit olduğumuz kıyam ve inhidâm manzaraları onun yalnız bir safhasıdır. Bir ihtilâl geçirdik. Bu ihtilâl inkılâbın gayesi değil, vasıtasıdır. Bu ihtilâl safhasında kalsaydık, inkılâbımız kısır kalırdı. Halbuki o genişliyor, derinleşiyor. O henüz son sözünü söylemiş değil. S.461. (…)”
Şevket Süreyya Aydemir Türk düşünce yaşamı içinde yapıtlar yaratır. Artık suyu bulmuştur Anadolu’da. Kemalist bir düşün ırmağında antenlerini germiş, sosyalizmin kuram ve pratiğinden de deneyimler kazanmış olarak Kemalist-toplumcu ve demokratik bir çizgide yurda ışıklar saçmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ten aldığı güçle fikir üreterek ulus gemisine çağdaş sularda yeni ufuklar göstermiştir.
Oylumlu Tek Adam yapıtı bilgece düşüncelerle nakışlanmış, araştırmaya dayanan belgesel ve bilimsel bir Atatürk destanıdır. İhtilâlci ve devrimci bir kimliğin uzun şiiridir. İkinci Adam devlet adamı niteliklerini anlamak isteyenlerin bir başucu kitabıdır. Bunu okuyanlar İnönü’den devlet adamı kuramına varırlar. Ve bu kişiliğin önemini, vazgeçilmezliğinin önemini özümserler. Menderes’in Dramı ayrı bir ağlatıdır. İhtilâlin Mantığı, Kırmızı Mektuplar bir düşünce seline uğratır okuyanları. Dünyaya daha bir sıcak ve anlamlı bakar insan. Ekmeksiz Köyün Öğretmeni romanı eğitim yoluyla köy kalkınmasını, çağdaşlaşmayı dillendirir. Bu arada şunu da söyleyeyim: Bu roman hakkında Fakir Baykurt çok olumsuz eleştirilerde bulunmuştur İmece dergisinde. Bilmem katılır mısınız Baykurt’un o düşüncelerine?… Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa yapıtı da oylumlu bir yapıttır. Eleştirel bir bakışla Çarlığın uyutup uyuşturduğu topraklarda Enver Paşa’nın gerçekleri algılayamayan yalnız duygusal alanda kalan hazin macerası anlatılır. Sığ düşüncelerle gerçekleri pembe gösteren hazırlıksız bir serüven de diyebiliriz bu maceraya. Burada Mustafa Kemal gerçekçiliği bir kez daha önem kazanır. İnkılâp ve Kadro hareketi Atatürk’ün onayı ve isteğiyle başlamıştır. Şevket Süreyya Aydemir sol Kemalist bir hareketle Türk İnkılâbının felsefesini çizmiş, sistematiğini oluşturmuştur. Kemalizm’in fikri yapısını derin bir sosyal kültür temelinde inşa etmiştir. Onun şu düşüncelerine katılmamak elde değil: “ … İnkılâp bir kontrol ve murakabe nizamıdır. Ama bu kontrol ve murakabede inkılâpçı, evvela kendini kontrol edebilecektir ki, sonra başkalarını kontrol etmeye hak kazanabilsin.(…) Millet; ancak milli istiklâlin ve millet haklarının var olduğu yerde vardır. Milli istiklâlin olmadığı; millet haklarının da kayıt ve kontrol altında bulunduğu yerde millet yoktur. Bazı zümrelerin, bazı sınıfların imtiyazları ile zedelenen bir toplumda da millet haklarından bahsedilemez. (…) Milli sermayenin halk yararına birikişi ve işletilişi milli bir kurtuluş hareketinde sosyal devletin, iktisadi alanda asli görevini teşkil eder. (…) İnkılâp ve Kadro”
!950’den sonra o artık bir emeklidir. Toprağa döner, üretir. Epiktotes’in kandili dediği kandiliyle bahçesindeki kulübesinde doğa günleri yaşar. Ankara’nın sıcak koynunda, suyun başında. Çankaya ışığının esinlediği bir kişilik olarak ömrünün şiirsel romanını tamamlar.
Epiktotes:
“Huzurun bir pahası var,” dememiş miydi?
“… Evet, onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bugün üzgün değilim. Ödediğim bedel ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi yani kendimi buldum.”
Şevket Süreyya Aydemir hayatının inişli çıkışlı yollarında sağduyunun, ekonominin, bilimin , sosyal düşüncenin ve solun ışıklarıyla kendini donatmış ve kendine özgü bir kimlik olarak Kemalizmin fikriyatını inşa etmeye çalışmış, Türkiye’nin yazgısına eylemsel çizgide olumlu katkılarda bulunmuştur.
Türk düşünce yaşamı onsuz çok yoksul kalır.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.