M.GÜNER DEMİRAY
EDEBİYAT NOTLARIM
Okudukça bazı şair ve yazarlardan notlar düşüyorum. Bunlar kişisel görüş ve düşüncelerimi yansıtıyor. Bu arada zaman zaman yapıtlarından örnekler alıyorum.
a-DİLİN GÜCÜ
Bu geçen pazar Nermi Uygur’un “Dilin Gücü” adındaki deneme yapıtını bitirdim. Aklın çözümleyici niteliğini Nermi Uygur bana öğretti bu kitabında. Kültür tarihinden çekip çıkardığı öykülerle, ileri sürdüğü varsayımlar, kuramlar ve genellemelerle vardığı sonuçlar ve ilginç düşünceler beni büyüledi adeta. Türkçedeki derinliği ve sezgisel gücü felsefesinin aydınlığında ne güzel yansıtmış. Nesnel yöntemli öznel denemeler içten havayı, konuşma biçemini yitirmeden nefis düşünce salkımları oluşturmuş. Bu salkımları bir bir kokladım geri dönüşlerle içselleştirerek.
Gerçekten Nermi Uygur bilgi ve düşünce ışıldağı! Bilim adamı titizliği var bir de. Kuşkucu. Çünkü hep gerçeğin peşinde yeni gerçekleri gün ışığına çıkarıyor. Bir dediğini çok kesin söylemiyor, yan düşüncelerle yeni ipuçları veriyor. Ayrıntılara, olasılıklara iniyor, okur da bu düşünce evreninde etkinleşiyor, kendi düş gücünü biliyor.
Bence Nermi Uygur Türk edebiyatının baş denemecilerinden biri. Ona Anadolu’nun Montagine’si desem yeridir.
*
Dilin Gücü’nden birkaç satır:
“…
Bir bakıma olmazla boğuşmaktır söz verme. Çünkü söz veren geleceğe söz geçirmek ister. Olacak şey mi bu? Gelecek, henüz var olmayan yaşama zamanıdır, umulmadık her şeyi kapsayabilir.
…
Hangi yolla olursa olsun biz ancak denediğimizi biliriz. Gelecek ise daha denemediğimiz zaman kesitidir. …(SÖZ)”
***
“…
Nedir çeviri dediğimiz? Bir aktarma, iletme, ulaştırma. Belli bir dil ortamındaki yapıtları başka bir dil ortamına taşımaya, götürmeye çeviri deriz genel olarak.
…
Her dil, dile getirdiği şeylerin çevirisidir: dile getirilenler dile çevrilenlerdir. Dil, çevirdiklerinin toplamıdır.
…
Dil, dil-olmayan bir şeyi dilce algılar. Algılama sürecinde konu olan şeyin kendisini algıya çevirir.
…(DİL VE ÇEVİRİ)”
***
“…
Salt konuşmalar sanki dilin insana en yakın katlarıdır. Bu konuşmalardaki sözcüklerin en alışılmış sözcükler, anlatımların en aşınmış anlatımlar olması da bundan. Gevezelerin çoğun işte bu ortamda kımıldandığına kuşkunuz olmasın.
…
Eski Yunanlılar dilini anlamadıklarına barbar diyorlarmış. Bense kimlere barbar diyorum biliyor musunuz, salt konuşmanın hakkını veremeyenlere. …(İKİ KÖPECİK)
***
“…
İçinden çıkılmaz güçlükler, acı yaşantılar, kıyasıya çatışmalar, dizi dizi yıkımlar ister istemez anlamı deşmeye iteledi.
…
Bireysel, toplumsal, tarihsel etmenler anlam verişin ayarıdır.
Bu açıdan bakınca, ‘anlam’ kavramının hiçbir zaman günümüzdeki kadar genişlediği görülmemiştir. Bundan ötürü, önceki yüzyıllarla karşılaştırıldıkta, anlamsızlık, kol geziyor bizim yüzyılımızda. Güzel yazındaki verimlere şöyle bir göz atın. Her alanda koca bir ordu. Birkaç ünlü adla yetinebiliriz ama. İşte Mallarme; Joyce, Kafka, Camus, Eliot, Pound, Beckett, İonesco, Adamov… Hepsi de var gücüyle anlamın sınırlarını zorlar. Çoğu saçmalarında bir anlam barındırıyor. …(ANLAM ÇIKMAZLARI)”
***
“…
Konuşkan La Fontaine doğru ortayı ne güzel dile getirmiş:
‘Konuşmak iyidir ya, susmak daha iyi:
Aşırıya kaçınca kötüdür ikisi de.’
…
Konuşmak da, susmak da bir sanattır. Bu alanda kaskatı ilkelere bağlanmak yaşamayı inmeye uğratır. …
Ancak, konuşmasını bilen susmanın saltanatını kurar. İyi konuşmak için de susmasını bilmek gerekir. Konuştuğumuz içindir ki susmak bazen bir erdemdir.
b-EDİP CANSEVER VE YERÇEKİMLİ KARANFİL
Bu günlerde Edip Cansever’e eğildim. Ara sıra şiirlerini okuyor ve üzerlerinde düşünüyorum. Son okumalarımı Yerçekimli Karanfil üzerine yoğunlaştırıyorum.
Edip Cansever dramatik şiirin telaşı etkin bir şairi. Dizeleri arasında yer yer güneşler açan güzellikler yaratıyor. İyimserliğin süzgecinden geçen aşk güzel duyularla kalbimizi nakışlıyor. Sözcükler şairin gönlünden çiçeklenerek şiire yerleşiyor. Ve sözcüklerin birbiriyle uyumlu ritimler yarattığını da hissediyorum. Şiir musikisi diyorum buna ben.
…
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu? Bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele…
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce
Beyazda birleşmenin sıcaklığı karanfilin (aşkın, sevginin, sevdanın) itkisiyle mümkün oluyor. Bu beyazda toplanış ( yedi rengin erimesi) toplumsal birlikteliğin sevgi pınarı imgesinde somutlaşıyor. Sonra sol siyasal eylemlere kalbi bir onayla katılan şiirler de gündemi aydınlatıyor. Öte yandan bireyselliklere dönüyor şair. Son aşamalarda evrensel yalnızlık boyutuna ulaşıp içe kapanışın sessizliğinde kendi gerçeğini yaşamaya duruyor geniş ve derin bir yatakta akarak.
c-“HURUFÎ ŞİİRLER”
Hüznün ve melâlin şairi Hilmi Yavuz. Şiirleri, düşündüren, çağrışım ağlarını eyleme geçiren, kişiyi mecazlar içinde dolaştıran nitelikler içerir. Melâlin çağdaş rengini çizer, hüznün kumaşlarını dokur bize. Hurufî anlamlara dek çeker insanı içreğe. Şiirinin atmosferinde felsefi nakışlı imgeler soluruz içten. Geleneği çağdaşlığın içinde kendine özgü bir dille yeniden üretir.
Son günlerde okuduğum “hurufî şiirler” (Yapı Kredi Bankası Yayınları) Anadolu’nun derin kültürüne yolculuk etmemi sağladı benim.
Hurufî harfler demektir.
Hurufîlik, harflerden dinsel anlamlar çıkaran bir akımdı. Harf ve rakamların çeşitli yorumları üzerine kurulu. Bu düşün ve inanç dizgesi ta antik çağda yaşamış Pyhagoras’a dek gider. Bir bakıma varoluş sorunlarının felsefî araştırma etkinliğidir bu. Sonra bu dizge Pers ülkesine yayılır, daha sonra İslam’a geçer, zamanla mezhep, tarikat anlayışlarının doğmasına neden olur. Hurufîliğin ilk örneğini Hallac-ı Mansur’da görürüz.
Zamanla Hurufilerin büyük bir çoğunluğu Anadolu’ya ve Balkanlar’a gelip görüş ve inançlarını yaydılar, Bektaşi tekkelerine girerek Bektaşiliği etkilediler. Bu alanda şair Nesimi’nin katkıları büyük olmuştur. Böylece bu akım Osmanlıda bir tasavvuf düşüncesi olarak yerini almıştır.
Bunun çağdaş anlamda sanata, şiire yansıması kültürümüze bir zenginlik, bir yenilik yaratma açısından renk katar. Sanatta tekdüzeliğe set çekerek çok soluklu bir yapıyı getirir. Düşün yetilerini kamçılar.
“hurufî şiirler”den iki örnek sunuyorum:
harfler ve kibrit
aşkları da yaktım, yalnızlığı da!
Dumanına gel dedim, ateşine git!
Sözlerin külü kaldı elimde
Bir de gül, bir kibrit!
kimbilir hangisiydi yanmadı
eskidendi o süslü intiharlar
hilmi! Gel akşama hüzün var!
Bir de gül, bir kibrit!
Durup da saysam da çoğu da bir’dir
Şiirler da, da, da, şenlik ateşleridir
Dizelerden yanık kokusu gelir
Bir de harf, bir kibrit!
**
Tâ, sîn, mîm
(bir)
Leylaklardan leyla’lara eksi k
Ben harflerden inşa edildim;
yaz’dan az’a doğru ‘y’a,
ya ben’dim ya değil’dim,
tâ, sîn, mîm
mevsimler birer söz, çiçekler demetin
de ki gülsün, ben demedim
kalbimin eşkâlini verdim
aşklar hemen tanıdı beni,
tâ, sîn, mîm
d-BİR YOL
Bugün Talip Apaydın’ın Bir Yol adındaki dört perdelik tiyatro yapıtını okudum. 1960 öncesi köylerin durumunu, acı gerçeklerini, geriliğini gözler önüne seriyor Apaydın.
Burada bir köy öğretmeninin bir orman köyünde halkı aydınlığa çıkarma mücadelesinin öyküsü canlandırılıyor. Öğretmen bu yolda canla başla savaşıyor tek başına, kimsesiz. Karşısına muhtar, şeyh ve birtakım geri kafalılar çıkıyor. Üstelik rüşvet yemeye alışmış ikiyüzlü orman memurları da muhtarın yanında yer alıyor. Orman memurlarının her dediğini yapan muhtar öğretmeni takmıyor. Şeyh onu zındık olmakla suçluyor. Muhtarın başı çektiği gerici ve cahil tabaka da onu komünistlik propagandası yapmakla tehdit ediyor. O yine de yılmadan toplumu aydınlatmaya devam ediyor, çocuklarını okutuyor. Bu arada orman kaçakçılığının önüne geçmek için gençlere ve bazı köylülere şimşir kaşık yapmayı öğretiyor. Çoğu bu işi zanaat haline getiriyor. Bundan bayağı para kazanmaya başlıyorlar. Köy kadınlarının halı ve kilim dokuma sanatını öğrenmeleri için kaymakama başvuruyor öğretmen ve ondan söz alıyor. Ama kaymakam işi uzatıyor ve köye bir türlü gelmiyor.
Bir gece sözlüsüne mektup yazarken evi taşlanıyor, sonra kapıyı kırıp içeri giren karanlık kişiler öğretmeni öldüresiye dövüyorlar. Kanlar içinde orta yerde kalıyor öğretmen. Kimsesiz.
Bu olaylar pek çok köy öğretmeninin başına gelmiştir Anadolu’da. Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığından sonra öğretmenler hemen hemen yalnız bırakılmış, arkalarında devlet desteği pek kalmamıştır.
Çoğumuz bu endişelerin ortamlarından geçtik. Ama mücadele ettik. Işıklar serptik köylere, kasabalara, kentlere. Güzel günler yaşattık halka, tiyatro yapıtları sahneledik, el ele verip öğrencilerimizle bayramlarda kürsülerden çağdaş uygarlığın ilkelerini seslendirdik. Hep yalnızdık. Atatürk ve Hasan Ali Yücel’in altın dönemleri yoktu artık.
Ve geldik, elde var sıfır!
e-HERMANN HESSE ( 1877-1962) –Nazi baskısı sonucu Alman yurttaşlığından İsviçre yurttaşlığına geçmişti yazar-
Uzun zamandır elimin altında Hermann Hesse’nin romanı “GERTRUD” vardı. Üç-dört gün önce bitirdim.
Hermann Hesse’nin ruh derinliklerine inerek ince ince anlattığı bir müzisyenin gençlik yıllarıdır bu roman. Konservatuarı bitirdikten sonra çevresindeki yakın dostları, kendisinin sakatlanmasına neden olan kız ve diğer kadınlar…Bunların içinden sevip güvenerek aşık olduğu genç kız Gertrud! Hesse’nin usta kalemi gerçekten bize sıcak ve canlı portreler çiziyor. “Okurken satırlarından tınılar yükseliyor, sayfalarında notalar uçuşuyor.” Roman yer yer Goethe’nin romanı Genç Werter’in Acıları’ndan yansımalar taşıyor. Müzisyen Kunh’ta Werter’deki aynı ruh hallerini görmek mümkün. İyimserlik ve sonsuz sevgi romanın her satırında pırıl pırıl ışıldıyor.
Sanki kollektif bir bilinçle bir beste yaratılmış gibi. Bir ezgi gibi yüreğimizi ateşliyor Gertrud.
Romandan birkaç satır:
“ …Gertrud’la nasıl kardeş kardeş düşüp kalkabildiğime, aradaki duvarı yıkarak Gertrud’u benden yana nasıl çekip almadığıma, nasıl bir kale gibi saldırıp onu ele geçirmediğime bir türlü akıl erdiremiyordum. (…) Gertrud! Gertrud diye sayıklıyordum kendi kendime. Teselli ve umutları kaldırıp bir kenara atıyor, şehvetin o dehşet verici çaresizliğinin eline kendimi bırakıyordum. (…) Derken Gertrud’dan içi Alp gülleriyle dolu küçük bir kutu aldım; Wallis’teki bir köyden yollamıştı, elyazısını görüp kahverengimsi, solmuş çiçekleri kutudan çıkarırken tatlı gözlerinin bakışını üzerimde hissettim, azgınlığımdan ve kendisine güvensizliğimden utandım.- s.96-97”
“…Bu dönemde Teiser kardeşlerin hayli desteğini gördüm. Hemen her gün bu saatlerde bir araya geliyor, okuyor, müzik yapıyor, yürüyüşlere çıkıyor, şenliklere katılıyor, gezilere çıkıyorduk. (…) Ben de annemi Kuzey Almanya’daki akrabalarının yanına götürüp bırakmıştım, yıllar var ki onu davet edip duruyorlardı. Kendim için de Kuzey Denizi sahilinde bir yer bulmuştum. Gece gündüz denizin eski şarkısını dinliyor, buruk ve temiz deniz havasını soluyup kafamdaki düşüncelerin ve ezgilerin peşine düşüyordum. –s.151- …”
f-TURGUT UYAR
Bugünlerde Turgut Uyar’ın “ Dünyanın En Güzel Arabistan’ı” şiir yapıtı elimdeydi. İki gün önce okuyup bitirdim geri dönüşlerle, çağrışım ve yorumlar yaparak.
Turgut Uyar önceki şiirlerinde daha çok bireyin toplumla, törelerle çatışmasına ağırlık vermiştir. Daha çok Birinci Yeni etkilerinde yazmıştır o zamanlarda.
Uyar “Dünyanın En Güzel Arabistanı” yapıtında ve diğer sonraki yapılarında İkinci Yeni Hareketinin içindedir artık. Bu akımı fikir olarak destekler, şiirlerini bu yeni anlayış içinde yazar.
Şair “Dünyanın En Güzel Arabistanı”nda yarattığı soyut dünyanın tinsel derinliklerine iniyor. Zaman zaman aşkın, bilinçaltının erotik sesini dizelerine poetik bir ustalıkla yansıtıyor. Akçaburgazlı Yekta kişiliğiyle toplumsal durumlardaki bilinçdışı davranışların, sosyal psikolojinin sözcük ve imgelerle soyut örneklerini veriyor. İnsanın iç ikliminden organik şiirler çıkarıyor. Bu yapıtıyla ilgili Tuncer Uçarol da şu ilginç düşünceleri ileri sürüyor: “… Bu kitabında belirli bir biçimde şiir yatağını değiştirmiş,
döneme damgasını vuran İkinci Yeniye, asıl yatağına geçmiştir. Şiirlerinde anlam sıçramaları, özgür çağrışımlar, şaşırtma öğesi, uzun dizeler, düzyazı şiirler gözükmektedir. Konu gözden yitmiş gibi ya da konu cam olup kırılmış, dört bir yana yayılmış gibidir şiirde. …”
Bu bakımdan Turgut Uyar İkinci Yeni’nin öncülerindendir. Nurullah Ataç’ın beğendiği şairlerden biridir. O, şiirin gelişmesini “ toplumsal bilimlerin, baskısını gitgide artıran teknolojinin, tüm bilimlerin, değişen ahlâk ve yaşamın insan yeteneklerine katkılarına” bağlar.
Uyar kanatlı imgelerin ışığında gizemli ve çağrışımlı dünyaların içine alır bizi. Bu arada kendimize dönüp bakmamıza da yardımcı olur.
Bir örnek:
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
***
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
***
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Yorum Kapalı.