Fuzûlî Baba’ya Mektup
Bedriye Korkankorkmaz
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” dizelerini okuduğumda ilkokul 3. sınıftaydım. Dizelerin içimde yarattığı fırtına ruhunun sesiyle tanıştırıyordu beni. Çocuk yüreğim bana ruhsal büyünün iksirini içirdiğini kavrayacak birikimden yoksundu. Doğru zamanda karşıma çıkmış dervişimdin. Bana şiirlerinle sevgiyi, sevmeyi; kelimeyle, bilgiyle, öğretiyle öğrenemeyeceğimi anlatıyordun. Şiirlerini öğrencilere tanıtmak ve sevdirmek için edebiyat öğretmeni olmak istiyordum. Beni edebiyata, şiire kazandırdın. Arapça ve Farsça yazdığın şiirlerini ustaların çevirilerinden okuyor, Türkçe divanındaki şiirlerini de duygularımla yorumluyorum yıllardır. Senin irfanına erme küstahlığı aklımın ucundan geçmiyor. Bilinmezliğinin ve ulaşılmazlığının karşısındaki çaresizliğimle şair değil, “insan Fuzûlî”ye mektup yazıyorum.
Beni insanlığın yüzakı olan ortak ideallerimizle kucaklamanı, mektubumu da sana dair samimi duygularımın itirafı olarak algılamanı istiyorum. Bilmeni istiyorum ki incinmişliklerini incinmişliklerimle kıyasladığımda kendimle eşitliyorum seni. Bakma, görme ve hissediliş farkı incinmişliklerini teselli ediyor insanın. Beni tasavvufa iten de incinmişliklerimle barışma isteğimdi. Duygunun çağı olmadığı gibi maddenin de ruhun da çağı yok.
Şiirlerinin derinliğine erişen eleştirmenlerin hakkında yazdığı yapıtları inceliyorum. İnsanın ruhuna ev sahipliği yapması nasıl bir mucizeyse senin ruhunda yıllardır bir bütün halinde sığınacak bir yer bulmam da öyledir. Bu mucizeye sığınarak şiirlerinin değil, ruhunun gizine erdiğimi düşünüyorum. Beni aramıza bugüne değin girmeyen ikilikle kucaklaman Bektaşilik ve tasavvuf dünyasına yönlendiriyor. Samimiyetin ölçüsü, ödediğin bedelin büyüklüğüyle ilintili değil midir?
İnsan Fuzûlî’ye ancak erkek Fuzûlî’nin gerçeğiyle ulaşacağımı düşündüğüm için cinsellikle arandaki ilişkinin şiirlerin üzerindeki baskın gücünü algılıyorum. Kadınların seni cazip bulmamaları, kendini yetersiz hissetmene neden oluyor. Cinsiyet içgüdüsüyle beşeri aşka duyduğun derin kompleksten kendini ilme ve ilahi aşka sarılarak arındırmayı kısmen başarıyorsun; ama bu başarı hayatın boyunca tatmin edilmeyen cinsel dürtülerinden dolayı kendini mağdur ve mahrum hissetmenin önüne geçemiyor.
İnsanlığının ve edebi dehanın kalıtsal olduğunu düşünüyorum. Hille Müftüsü babandan insanlığı miras olarak alıyorsun. Çocukluktan itibaren yaşadığın çağı ibretle izliyorsun. Şiir, ruhunu esiri olduğun beşeri aşktan kurtarıyor. Özgürlüğüne kavuşan ruhun ilahi aşka yönelerek bir deha olmanı sağlıyor.
Kerbelâ’da 1490-1495’ten evvel doğduğunu, asıl adının Mehmet, babanınkinin de Süleyman olduğunu hakkındaki rivayetler içinde en makbulü olduğu için kanıksıyorum. Genç yaşında Safevîlerin Bağdat valilerinden İbrahim Han Musullu tarafından himaye edilerek Bağdat’a götürüldüğün; hayatının Kerbelâ, Hille, Necef ve Bağdat şehirleri arasında mekik dokumakla geçtiğini; Padişaha, Sadrazam İbrahim Paşa’ya, Kazasker Kadir Çelebi’ye, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye, Bağdat valisi Ayaz Paşa’ya kaside sunduğunu; devletin önde gelenleriyle iletişim kurduğunu, içinde bulunduğun yaşam koşullarını tüm çıplaklığıyla Kanuni devrinde Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye yazdığın “Şikâyetname”de sana bağlanan maaşı almadığın için elinde kalan “berât”la boynu bükük “uzlet” köşene çekildiğini; dostlarının arasında yüksek cemiyet temsilcilerinin olduğunu; Osmanlı’nın Bağdat Valisi Ayas Paşa’ya kaside sunduğunu; şair oğlunun adının Fazlî olduğunu, 1556’da Taun’da öldüğünü; Kerbelâ’ya gömüldüğünü, İsnâ Aşeriye’den Mütedil Ehl-i tarikata bağlı Irak-ı Araplı mutasavvıf Türk-Şiî oluşunun seni Bektaşiliğe yakınlaştırdığını saygın edebiyat eleştirmenlerinin araştırmalarından öğreniyorum.
İlmin şairi olarak “doğa”nın da insanlar gibi zaman zaman kendine yabancılaştığını biliyorsun. Yaşarken cenazesini taşımış ve ölürken kendini diriltmişsin; tasavvufa bakışına dair yanılgılarımı seninle paylaşmak istiyorum. Zamanın ve ilahi adaletin var olduğuna inanıyorsun; yaşadıkların, ürettiklerinle kendinden birçok insan çıkarıyorsun. Bizi köleleştiren alışkanlıkların seni özgürleştirmesinin asıl nedeni tasavvuf mu diye soruyorum kendime…
Kendine uzattığın eli saygıyla öpüyorum; çünkü ruhunda koruyup kolladıklarınla insanı ve insanî olanı hayatının merkezine aldığını biliyorum. İnsanlığın beşiği olan tasavvufun ruhundaki yansımasını gözlemliyorum. Herkesin kendinden izler bulduğu bir ruhlar okyanusuna dönüşen kişiliğini algılamakta zorlanıyorum. Kul hakkı ile haram kazancın altında ezilen ruhların, tasavvufun derinliğine eremeyecekleri nasıl bir gerçekse; sevmeyi doğadan, katlanmayı ve affetmeyi topraktan öğrenenlerin tasavvufun hakiki müdavimleri oldukları da çıplak bir gerçektir. Senin gibi gerçek mutasavvıflar bir okyanus gibi yaşadıklarıyla her seferinde kendini çoğaltarak Tanrı’ya ulaşmayı başarıyor. İnsanlar tasavvufa zihinlerini yaşarken huzura erdirmek için yöneliyor; çünkü tasavvuf biatı değil, sevgiyi önceliyor. Bu yüzden de maddeye, ruha ve Tanrı’ya ulaşmanın kolay yolunu gösteren bir rehber olmuyor.
Tasavvuf; tıpkı senin gibi, ruhunu ve duygularını rehber edinenlere canda bütünlüğe ulaşmanın hikmetini öğreten değil; gösteren hakikatin dervişidir. Hakikatin dervişi, acıdan ve ıstıraptan arzularımızı yok ederek kurtulmamızı değil; çoğalan acı ve ıstıraplarımızla barışarak canda bütünlüğe ulaşabileceğimizi bize hatırlatıyor. “Tevhid”e varmak mıdır beşeri aşktan ilahı aşka yönelmek?
Sorularımı yanıtlayan şiirlerinin izlerini süre süre tasavvufun insanın her koşulda kendisini yaşadıklarıyla gerçekleştirmesinin olmazsa olmazının; acıyı bal edip belayı ve aşkı bir sanat haline getirmesi olduğunu şu dizelerinden anlıyorum:
“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni / Az eyleme inâyetini ehl-i derdden / Yâni ki çok belâlara kıl mübtelâ beni.” (Ey Tanrı! Bana aşk belasını tanıt, beni aşk belasından bir an ayrı bırakma. Dertlilerden yardımını eksiltme, yani çok belâlara düşür.)
“Aşk derdiyle hôşem el çek ilâcımdan tabib / Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.” (Hekim! Ben aşk derdinden hoşnudum, ilacımdan el çek; ilaç verme ki beni öldürecek zehir senin ilacındır.)
Tasavvufun derinliğine ulaşmak için ilahi aşkın derinliğine ulaşmak gerektiğini ise Leylâ ve Mecnûn’daki şu rubainin dizelerinden anlıyorum:
“Ey neş’ et-i hüsniışka te’sîr kılan / Işk ile binâ’yı kevnita’mîr kılan / Leylî ser’i zülfünü girihgîr kılan // Mecnûn-ı hazin boynuna zencîr kılan.” (Evvelâ Hak güzeldir. Aşkta tesir eden de o güzelliktir. Kâinat binası aşk ile mamur hale gelmiştir. Yaradılışın sebebi muhabbettir. Leyla’nın ser-i zülfünü düğüm düğüm yapıp mahzun Mecnun’un boynuna zincir eden odur; Leyla’nın ser-i zülfü kesret içindeki hilkat muammasıdır. Bu muamma ile Mecnun’u deli edip boynuna zincir vuran yine odur.)
Sevgiliye kavuşma amacı gütmeyen bir aşkın karşısında ilmin bir dedikodu olduğu gerçeğini şu dizelerle ölümsüzleştiriyorsun:
“Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kil ü kâal imiş ancak.” (Dünyada ne varsa aşk imiş, ilim ancak bir dedikodu imiş.)
Bu yüzden Leyla ve Mecnun mesnevinde Mecnun sevgilisine kavuşmak istemiyor:
“Aşıka ancak tasarrufsuz temâşâdır garaz.” (Aşıkın maksadı, ancak sahip olmadan seyretmektir.)
“Hayâliyle tesellidir gönül meyl-i visâl etmez / Gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmez” (Gönül, sevgilinin hayali ile teselli bulur, kavuşmak istemez; âşık, gönül dışında bir yâr olduğunu hayal etmez.)
Güzelliği, kâmil insana ulaşmakta buluyor, ilahi ve beşeri aşkta da kavuşmaya değil; hasrete âşık oluyorsun. Seni Fuzûlî yapan da çektiğin yoksullar, yoksunluklar ve aşk acısıdır. İlmin insanın metafizik ihtiyacını karşılamakta aciz olması; insanın ölümle son bulan hayatı, seni ölümsüzlük mucizesine vakıf ilahî aşka yönlendiriyor. Azabın ve özlemin ruhunu nasıl gençleştirdiğini “Leyla ve Mecnun Mesnevi”ndeki şu dizelerinden anlıyorum:
“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüda beni.” (Ey Tanrı! Bana aşk belasını tanıt, beni aşk belâsından bir an ayrı bırakma. Dertlilerden yardımını eksiltme, yani beni çok belâlara düşür.)
Buna karşın şiirlerinde sevgilinin hasretine şu dizelerle isyan ediyorsun:
“Yedi gündür ol ayı göremezem / Ey mâhvisâl ile hoş et bir gece hâlim.” (O ay yüzlüyü yedi gündür göremedim. Ey ay yüzlü! Bir gece buluşarak halimi hoş et.)
Fani dünya cennetin sevgilisi ahiret cenneti ise ilahi aşkı olan gerçek bir gönül erisin sen.
Şiirlerin, insan yanına sokulmama izin veriyor. İlmi, evrensel varoluşunun nedeni, şiiri de aşkı duyuş ve seziş farkındalığı olarak algılıyor, bir şairin hayatından öte sanatınla ölümsüzlüğe kavuşacağını biliyordun. Döneminde şairlerin hiçbiri ruhunun derinliğine kök salan aşk olgusunu senin kadar lirik, dokunaklı ve iç acıtıcı bir derinlikte yansıtamıyor şiirlerinde. Aşkı hissediş biçimindeki farklılıkla evrende soluk alan her canlının yerine âşık oluyor; onların yerine ayrılık acısı çekiyor, Tanrı’ya eriyorsun. Kendini mazlum olarak algılıyor, şiirlerinle düzene ve haksızlıklara başkaldırıyorsun.
Gururuna düşkün, asil ve iradeli biri olman, sembollerle yaşayanların içinde kendini dışlanmış hissetmeni sağlıyordu. Kıskanç, cahil, çıkarcı ve riyakâr yaşayanlara tahammül edemediğin için mizah, hiciv ve nükte kabiliyetinle yarışamıyordu kimse. Arapça, Farsça ve Türkçe eğitimi alan bir öğrenci olarak Arapçayı Rahmetullah’tan, şiiri Azeri edebiyatının saygın şairi Habibî’den öğreniyorsun. Rivayete göre Arabî hocanın kızına da âşık oluyor ve evleniyorsun. Bu evlilikten oğlun Fazlî dünyaya geliyor.
Anadolu Aleviliği felsefesinin temel yapıtlarından biri olarak kabul edilen mensur ve manzum Hadikat-üs Süadâ eserinin önsözünde Türk aslından geldiğini, anadilinin Türkçe olduğunu belirtiyorsun. Türkçe divanının önsözünde ise ilimsiz şiiri temelsiz duvar olarak algıladığını; geometri, doğa, fizik, hadis ve tefsir konusunda oldukça iyi bir eğitim gördüğünü; üç dilde nazım ve nesir yazdığını belirtiyorsun. Yaşanmışlıkları ilimden daha önemli bulman; yaşamın gizine ermeni sağlıyordu. İnsanlığı acılardan ve yoksulluktan kurtaracaksa; çektiğin her acıya razı oluyorsun. Aldığın mahlasları diğer şairlerin de kullanmasını “kendini harcamak olarak” düşünüyorsun. “Fuzûlî” mahlasını “her şeye burnunu sokan gereksiz adam” anlamı nedeniyle diğer şairlerin kullanmayacaklarını biliyorsun. Fuzûlî’nin edebe muhalif anlamını da kendinle özdeşleştiriyorsun; çünkü “Fuzûlî” bilgi ve fazilet anlamına gelen “fazl” sözcüğünün çoğulu olan “Fuzûl” sözcüğüne tekabül ediyor. “Fuzûlî” adına dair düşüncelerini bir gazelindeki şu dizelerle açıklıyorsun:
“Bana mânen bir divâne sûret bağlamaz gûya / Kalem şındırdı taşvırim çekenden sonra nakkâşum. / Devran; ilim, irfan ve edep elde etmek için ne kadar çalıştığımı gördü / Bu husustaki azim ve gayretimi dünyadaki diğer insanların hareketlerine aykırı gördüğü için âlem de bana Fuzûlî adını verdi.”
Fuzûlî adının sana getirdiği bereketin yanında Şiîliğinle ulaştığın görüş genişliği de senin Kerbelâ müridi olmanı sağlıyor.
Sen yalnızca Şiî ve Sünnîliğin değil; hiçbir din, dil ve ırk ayrımının ulaşamayacağı ruhun zirvesine çıkmayı başardığın için insanlığın ceddini, ikranını kendine düstur edinmiştin.
Bir “Anadolu Alevisi” olarak ben de senin gibi Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’e gönülden bağlıyım. Hz. Ali’nin yolunda ilerlemeyi düstur edinmen, bana Divan edebiyatının temel unsurlarından birinin de din olduğunu anımsatıyor. Dini tercihinin “tarikat”tan yana olmasının sonucudur senin mutasavvıf olman. Tarikata tutkuyla bağlı olanların ödülü olan vahdet âlemindeki yerini de bu düşünce tarzınla alıyordun.
Hakikat yolunu aydınlatan ışıığn aşktı. Tanrı senin gibi ödüllendirdiği kullarına âşık olma kabiliyeti ihsan ediyordu. Ruhun ve bedeninin bir bütün olarak nefes aldığı tek mekân olan Necef’teki Hz. Ali’nin türbesindeki hizmetinin karşılığı olarak aldığın aylıkla geçiniyordun. Parasal sorunlarla bu işten ayrılmak zorunda kaldığında tanışıyorsun. Yoksulluk canına tak ettiğinde diğer şairler gibi yaşarken değerinin anlaşılmasını istiyorsun devlet büyükleri tarafından. Osmanlının ileri gelenleriyle görüşmek için Bağdat’a gittiğin, padişaha sunduğun kasideler karşılığında sana gündelik bağlanıp bağlanmadığı, hakkındaki diğer bilinmezlikler gibi sırrını koruyor.
Adına düzenlenen kongreleri, sempozyumları, konferansları, açık oturumları ve UNESCO’nun 1994’ü “Fuzûlî Yılı” olarak ilan ettiğini görmeni çok isterdim otuz yaşında şiiri avucuna alan şair. Arapça, Farsça ve Türkçe nazım-nesir türünde yazdığın şiirler dönemin şairlerini gölgede bırakıyor. Durup dinlenmeden kimsenin söylemediği söz ve söyleyiş biçimin peşinden koşuyorsun şiirde “Fuzûlî efsanesi ve derinliği” yaratmak için. En büyük emelin tüm bilimleri kendi aklında toplamaktı. Molla Fuzûlî olarak benimsenmen de bu bilgi birikiminden kaynaklanıyor. Türkçenin zarifliği senin naif ruhunda kendini buluyor. Yazdıklarının anlaşılması için kasideye ve muammaya yöneliyorsun. Gazelin kendine özgü dili ve muazzam dünyası senin birikimle birleşiyor.
Türkçe divanının önsözünde şiir biçimi olarak gazeli niçin tercih ettiğine şu dizelerinde açıklık getiriyorsun:
“Şairin gücünü gazel bildirir, nâzımın ününü gazel artırır; ey gönül! Gerçi şiirin birçok çeşidi vardır, sen hepsinin içinden gazeli seç.”
Gazellerde dil ve anlatım sadeliğini önemsiyorsun. Bunun aksine kasidelerinde anlam ve söz derinliğine, söz oyunlarıyla ulaşıyorsun. Kaside yazma nedenini şu satırlarından anlıyorum:
“Lâkin kolay anlaşılmaz bir üslûba ve mazmun inceliğine karşı yaratılışımda bir sevgi vardır. / Bunun için kalemim daima kaside ve muammaya meylediyordu.”
Ruhundan aşk dışında şiir yazmamayı ise şu dizelerinle istiyorsun:
“Benden Fuzûlî isteme eş’âr-ı medh ü zem / Ben âşıkam hemîşe sözüm âşıkanedir.” (Fuzûlî! Benden övgü ve yergi şiirleri isteme; ben aşıkım, sözüm daima âşıkanedir.)
Şiir dili olarak lirik, hazin bir dili tercih ettiğinden dolayı şiirlerinde baskın olan beşeri aşk, ilâhî aşkın yüceliği ve ulaşılmazlığına bürünerek kendini hissettiriyor. Düşünüyorum da Divan şairlerinden kaçı senin gibi şiirde duygusal içtenliğini tüm çıplaklığıyla yansıtmak için kafa yormuştur. Farsça divanının önsözünde şiirinin toprağının Kerbelâ olduğunu, hiç bir yanılgıya meydan bırakmadan şu dizelerinle açıklıyorsun:
“Fuzûlî, benim toprağım Kerbelâ toprağıdır, şiirlerim nereye giderlerse onlara saygı göstermek gerektir; altın değil, gümüş değil, inci değil lâ’l değil bu kölenin şiiri topraktır; fakat Kerbelâ toprağıdır.”
İlk gençlik ürününü, 444 beyitten oluşan ve alegorik anlatımı tercih ettiğin Horasanlı Şah İsmail’in Özbek Hanı Şeybek’i yenip başını da kadeh yapmasından dolayı “Şiî Şah’a” ithaf ettiğin Beng-ü Bâde adlı mesnevindeki hayranlık uyandıran beyitlerinle veriyorsun.
Divan edebiyatının gereklerinden olduğu için sen de şiirlerinde sevgiliye ve şaraba methiyeler diziyorsun:
“Ey vâiz! Şarabı yasak etmeyi ilke edindin, sevgilinin aşkını kınama yolunu tuttun; cennet için şarabı ve sevgiliyi bırakalım, fakat cennette onlardan başka ne var, açıkla.”
Eleştiri oklarını yönetim işleyişindeki aksaklıklara yöneltiyorsun. Yöneticilerin elde ettikleri mevki ve haksız kazançtan ruhlarını arındırmak için birikimlerinin bir kısmını sadaka niyetine halka dağıtmalarına şu sözlerle isyan ediyorsun:
“Zalim zulümle akçalar alıp halka minnetle lütuf eder; zulüm ettiği için alçalarak ceza göreceğini bilmez de, bu para dağıtma âdetiyle Tanrı’yı hoşnut edeceğini sanır; oysa akça ile cennet alınmaz, cennete rüşvetle girilmez”.
Toplumcu şair olarak rüşvet alan devlet memurlarını “Şikâyetname”de kadılara şu dizelerle şikâyet ediyorsun:
“Dünya çıkarları düşüncesi sana yanlış yargı verdirmesin; bilgi ile halkın makbulü olmuşken, rüşvet seni Tanrı’nın reddettiği kişi eylemesin.”
Memleketin adalet ve eşitlik gibi mekanizmalarının kusursuz işlemesi için sultanın yetki verdiği insanların kişiliğine dikkat etmesi gerektiğini savunuyorsun. Yetkilerini kötüye kullanan görevlilerin halka çektirdikleri eziyetten birinci dereceden sorumlusunun sultan olduğunu ve halkın böylesi bir düzende hakkını almasının mümkün olamayacağını Farsça yazdığın kasidede ele alıyorsun:
“Zalim padişahın devrinde halkın huzura kavuşma olanağı yoktur; çobanın kurt oluşu, koyunlar için bir beladır. Ey zalim hükümdar! Köylü tarafından senin için yetiştirilen fidanı kendine taht yapmak üzere kesme. Yoksulun kirpiklerinin ucundan akan su üstündeki gemi gibi yüzen tahtı ne yapacaksın?” (Enis-ül Kalb)
Şiirlerinle halkın yaşayış biçiminin monologunu yazıyorsun. Şiirlerinle birlikte kişiliğinin gelişmesinde Fars ve Türk edebiyatının katkısı oluyor. Fars şairlerden Nizamî-i Gencevî, Sadi, Selman, Hafız ve Katîbî… Türk şairlerden Lûtfî, Ali Şîr Nevaî, Necati, Habibi, Necati, Hayalî-i Kadîm…
Senin halk ve Tanzimat şairleri üzerinde derin etkilerin var. Halk edebiyatında Gevheri ve Dertli; Tanzimat şairlerinden Abdülhak Hamit’in ünlü şiiri Makber üzerindeki etkin, baskın bir şekilde kendisini hissettiriyor. Şiirlerinin besleyici kaynaklarından olan halk şiiri, Divan şiirine bakışını da etkiliyor. Divan edebiyatının dar kalıplarını aşıyorsun duygu ve düşüncelerini tüm çıplaklığıyla ifade ederek. Şiirde mükemmeliyetçisin. Misyonunun içinde yaşadığın toplumun tarihi, içtimaî ve iktisadi mecburiyetleri bir bütün olarak temsil etmek de vardı. Acılarınla kendine dönüşen bir şair olarak maruz kaldığın zulüm ve acıları yaşadığın coğrafyanın iklimi ve tarihî dokusu içinde şiirleştiriyorsun. Tezkirelerinin hem Çağatay, hem Azeri hem de diğer Türkçe lehçelerinde benimsenmesinin yaratıcılığının önündeki engelleri kaldırmanın sonucu olduğunu düşünüyorum. Çağatay edebiyatında Ali Şîr Nevaî’nin, Osmanlı edebiyatında ise Hayâlî ve Taşlıcalı Yahyâ Bey başta olmak üzere Bağdatlı Ruhî, Bâki, Nailî, Nâbi, Nedim, Şeyh Galip vb. Divan şairlerinin ve Tanzimat şairi Yenişehirli Avni’nin tahtını sallıyordun.
Alevi-Bektaşilerin seni Seyid Nesimi, Hatayi, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Virânî Baba gibi sahiplenmeleri nasıl boşuna değilse; Hadîkat-üs Süadâ eserindeki şiirlerinin Muharrem ayındaki yas törenlerinde okunması da tesadüf değildi. Şiirin her türüyle ilgilendiğini, Azeri ve Çağatay lehçeleriyle yazdığın şiirlerinden anlıyorum.
Necef, Kerbela ve Bağdat’ın birçok Türk-Azeri şairinin uğrak yeri olması senin Türk-Azeri ve İran şiirinin derinliklerini kavramanı sağlıyor. Irak’taki Türkler arasında Ali Şîr Nevaî ne kadar seviliyorsa; Şeyhî ile Ahmedî de o kadar seviliyordu. Seyid Nesimi de Azeri edebiyatının lirik olduğu kadar tasavvuf bakımından da bilge bir şairiydi. Sen de Nesimi’nin bıraktığı edebi mirası şiirlerinde kaldıraç olarak kullanıyordun. Azeri edebiyatı XV. yüzyılın sonunda Habibî, XVI. yüzyılın başlarında Hatayî gibi ilim ve irfan sahibi sanatçılarının birikimini özümsemen; senden önce kimsenin denemeye cesaret edemediği duygusal heyecanı okuyucu üzerinde zirveye çıkaran şiirler yazdırıyordu sana.
Seçkin ve saygın ruhların en büyük meziyeti farkındalıklarının altında ezilmeden farkındalıklarını taşımalarıdır. Böyle ruhların sıradan ruhlarla yaşamaya mecbur edilmesinin iç dünyandaki yansımalarıdır şiirlerinin herbiri. Duygusal yoğunluğa kendisini teslim eden bir erkeğin Irak-Arap yaşam kültürü gerçeğinde kendini şair bir erkek olarak gerçekleştirmesinin zorluğunun da farkındayım. Duygusal yoğunluğunu serbest ifade etmene olanak veren tek dünya şiirdi. Sen de dönemin ahlaki baskılarından dolayı tatmin edemediğin cinsellik ve sevgi açlığının ruhunda yarattığı fırtınayı şiirlerine yansıtıyordun.
Sevgili Fuzûlî Baba, senin gerçeğini bilgilerde aramaktan şu an itibariyle vazgeçiyorum. Seni bir bütün yapan ruhunun okyanusunda battığımı hissediyorum. Hikmetine kimselerin eremediğini gözönüne alacağını; senin insan yönüne dair saptamalarımdaki yanılgılarımdan dolayı beni bağışlayacağını düşünüyorum. Çocukluğundan başlayarak tanık olduğum hayat serüveninden başta sevgi ve aşk ihtiyacı olmak üzere duygularının hiçbirini tatmin etmediğin için ruhunda tüketemediğini anlıyorum. Bu yüzden şiir, ilim ve irfan bakımından ilerlemen hayatın gerçeği karşısında seni kutsamıyor.
Çünkü senin gerçeğin korku tabanlı olmadığı için tehdide dayanan topluma da boyun eğmiyor. Bu yüzden asi ruhun, ne sevgiye ne aşka ne de dostluğa yabancılaşıyor. Şiirlerin başta olmak üzere ne sevginin ne nefretin ne de katlanmanın yeri değişmiyor içinde. Buna karşın gençliğinde tanıştığın aşkın yüreğini yakan ateşini yeterli bulmuyorsun. Hayatın boyunca yüreğini yakacak ateşin değil; yangının peşinden koşuyorsun. İstiyorsun ki yangının peşinden koşan değil; kendin bir yangın olasın. Güzelliklere âşık tabiatında, güzelliğin sıfatlarını tanımakla yetinmiyor; güzelliğin sıfatlarından çoğalttıklarınla kendini tamamlıyorsun. Doğumun başlangıç, ölümün ise bitiş olduğunu bildiğin için hayatın bir “an”ın armağanı olduğunu kabulleniyorsun. Bu yüzden hayatını canlı, çok canlı kılacak anlara sahip olmanın sadece âşık olmakla gerçeklik kazncağını bildiğin için gençliğin, güzelliğin ve zevkin şarabını değil; acının zehrini içerek ruhun katmanlarında alt üst oluyorsun.
Şiirlerinde olduğu gibi, kişiliğinin de büyük yanının arzularını yaşamaktan ve ifade etmekten korkmaman olduğunu düşünüyorum. Ne sevgiliden ne de Tanrı’dan korkuyorsun; sadece sevginin uğruna katlanabilirlikle kendini yüceltmeyi biliyorsun. İçindeki güzelliğin karşısında kendini değersiz ve sıradan bir insan hissetmen şaşırtmıyor beni. Kâmil insana ilim ve irfanla erişilmeyeceğini anladığın anda içindeki gelişme sürecinin saati çalışmaya başlıyor. Önce beşeri aşkla yetineceğini düşünüyorsun. Beşeri aşkın içinde açtığı yaraların kuluçka dönemi bitince de ilahi aşka sığınıyorsun. Tüketilmeyen tek aşk olan ilahi aşkın gücüyle sarıyorsun yaralarını. İnsan eşitliği ne kadar savunursa savunsun doğası gereği bazı ayrıcalıkları olmasını arzu ediyor. Geçim derdi olan insanın kendisini bu dertten kurtaracak ayrıcalıklara sarılmasını anlayışla karşılıyorum. Sen de devlet büyükleri tarafından diğer şairler gibi taltif edilip para ve itibara kavuşma isteğiyle böyle tanışıyorsun. İmrendiğin şairlerden biri olmak için çıktığın yolculukta insanın bedelsiz hiçbir payeye sahip olamayacağını anlıyorsun. Sahip oldukları çoğaldıkça vereceği ödünler de çoğalıyor insanın. Düzenin kokuşmuşluğunun dayattığı haksızlıklar karşısında yoksulluğunla Karun kadar zengin olma erdemine de böyle eriyorsun. Yaşanılanı gözünde değersizleştiren olay örgüleri çoğaldıkça sen de kendi içinde kutsallığını yitirmeyen güdülere sarılıyorsun.
Güzellik anlayışının içinde hak, adalet, dürüstlük, dostluk, sevmek, sevinmek, barış ve özgürlük gibi kavramlara dönüşmesi eksik kalan yanlarını tamamlıyor. Aşırı gururundan kula kul olmamayı, aşırı sevme ihtiyacından sevilmeye layık olan her güzelliğin özünde ilahi aşkı barındırdığını; dokunmaya, özlenmeye, konuşmaya değer olanlarla hayatın bir anlam kazanacağını; ihanetle, riyayla, yalanla insanın sadece kendisini kandıracağını; insana kendi acıları dışında farklı acıları boynunun borcu olarak kavramasının asıl nedeninin insan olgusunu farklı algılamak olduğunu; insanı ilmin değil, onuruyla taşıdığı acıların büyüttüğünü yoksa nasıl öğrenirdin.
Dünyaya sadece inandıklarını yaşamak, söylemek, sevmek ve sevgiye ermek için geldiğini; ait olduğun tek dünyanın şiirlerin olduğunu anlıyorum. Derdin, zevkin ve sefanın bahçesine ektiğin duygularının büyüttüğü yargıçların seni dışlayıp istediğini ödüllendirip istemediğini de cezalandırmasına da bu yüzden izin vermiyorsun.
Gerçekleşemeyen isteklerinden dolayı hayatın seni terk etmesini sık sık âşık olarak önlüyorsun. Hayatı isterkenki kararlı ve mağrur tutumun sayesinde aklın içsel çözülmelerle huzura kavuşuyor. Huzura kavuşan aklın, kişiliğinde büyük fikirleri hayata geçirmeni sağlıyor.
İçinde duygusal iflas ve çöküşü barındırmayan Fuzûlî gerçeğinin yaşadığım sürece yolumu aydınlatacağını bilmeni istiyor; önünde sevgi ve saygıyla eğiliyorum.
Kaynakça:
1.Cevdet Kudret, Divan Şiirinden Üç Büyükler, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2003
2.Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Fuzûlî ’nin Divanı Şerhi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1985
3.Abdülkadir Karahan, Fuzûlî Muhiti, Hayatı ve Şahsiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989
Yorum Kapalı.