Edebiyat Notlarım-3
a-ON İKİYE BİR VAR
Belki birden dikkat kesildiniz “Bu ne demek?” diye. Ne olacak bir öykü kitabının adı. Yazarı, Haldun Taner.
Bilirsiniz, Haldun Taner başta Türk tiyatrosuna damga vurmuş yetkin bir yazar. Bir ironi havası içinde düşündüren ve gülümseten usta bir tiyatro yazarı. Aynı zamanda kabera ve epik tiyatronun kurucusudur. Keşanlı Ali Destanı unutulur mu? Dahası birçok yapıtları…
Bunun yanında çağdaş öykücülüğümüzün ön sıralarında yer alır Haldun Taner ustamız. Kendine özgü söylemi ve üslubuyla “kendini okutan” öyküler yazmıştır zorlamasız, doğal bir akış içinde. Yaşasın Demokrasi, On İkiye Bir Var, Tuş, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü, Yalıda Sabah …Bunların çoğunu gençliğimden beri okudum. Ancak On İkiye Bir Var kitabını geçen gün okuyup bitirdim. İyi öykünün bütün niteliklerini taşıyan bir yapıt bu. 1954’de yayımladığı iki öykü kitabından biri olan “On İkiye Bir Var” 1955 yılında verilmeye başlanan -Sait Faik Hikâye Armağanı- nı alan ilk yapıttır da.
Öykülerde özgün bir dil var. Hem halk ağzı, hem modern bir anlatı kucak kucağa. İnsanı gülümseten usta işi bir ironi ve mizah unsurları tümcelere sinmiş yer yer. Diyaloğlardan ilginç karakterler ve yaşayan tipler yaratıyor yazar. Zaman zaman ruhsal derinliklere ulaşıyoruz. Kurgunun yanında gerçek olayların ağır bastığı öyküler okudum yapıtta. Yapıt, On İkiye Bir Var, Ayak, İznikli Leylek, Bayanlar 00, 45 Marka Seksafil, Sahib-i Seyf ü Kalem, Artırma adlı öykülerden oluşuyor.
İZNİKLİ LEYLEK öyküsünden kısa bir parça:
…
“Yaşlı değildir o kadar. Siz bakmayın tüylerinin döküldüğüne. Kanadı kırık da ondan uçamaz fakir. Yavru iken anası yuvadan atmış buncağızı.”
Tezini mitolojiden hazırlayan gözlüklü bir delikanlı;
“Tıpkı Hephaistos gibi desenize” diye söylendi. “Ama pardon, onu anası Hera değll de , babası Zeus atmıştı yeryüzüne.”
Kızlardan biri, sarı süverterlisi, merakla kalkıp şoförün yanına gelmişti.
“Niye atmış yavrusunu?” dedi. “Neden atmış kuzum, söylesenize?”
“Neden atacak. Ana leyleğin adetidir. Üç yavrusu olursa birini yuvadan atar. İşin kötüsü, düşüp ölmemiş fakir. Telgraf direğine asılı kalıp kanadı kırılmış. Helvacı Musa çıkıp indirdi. Kanat vücuttan ayrılmıştı. Sade ufak bir yer tutuyor. İlkin ölecek sandık. Hikmet-i Huda, iyileşti işte. Ama alil kaldı gayrı. Çırpınır çırpınır uçamaz.”
…
Leylek, başını yukarı kaldırmış bakıyordu. Biz de yukarı baktık. Yükseklerden, çok yükseklerden kendini rüzgâra bırakmış bir leylek, motorunu durdurmuş bir uçak gibi, sessizce aşağı doğru kayıyordu. Yabancı leylek süzüldü geldi, tam bizimkinin tepesine yaklaşınca çapkın bir kanat çırpışla tekrar havalanıp uzaklaştı. Bizim leylek onun arkasından baktı, baktı, sonra yine çöplükteki işine döndü. Yarım dakika geçmiş geçmemişti ki çocuklardan biri;
“Bakın,bakın!” diye bağırdı.
Deminki leylek şimdi yine süzüle süzüle iniyordu. Geldi, geldi, bu sefer büsbütün alçaktan, sanki sürtünürcesine bizimkinin başı ucundan seğirtti. Geçerken biteviye gagasını birbirine vuruyordu. İşte o sırada beklenmedik bir şey oldu. Bizim tüyleri dökük leylek , şöyle bir davrandı, kanat çırpıp havalanmaya yeltendi. Bütün kuvvetiyle çırpındı, çırpındı. Ayakları yerden kesilip bir, bir buçuk metre yükseldi de. Ama hemen akabinde soluna doğru yan yatarak çöplüğe yuvarlanıverdi. …
…
Leyleğin arkasından bakan Çopur Kahveci;
“Yap numaranı, al paranı.” diye söylendi. “Hep böyle yapar bu namussuz. Uçamıyacağını bilmediğinden mi? Burada kalabalık gördü ya, sırf kendine acındırmak için. Bak, nasıl bütün yiyeceklerini veriyor kızlar. Evveli bu, böyle değildi. Esnafla düşe kalka hinoğlu hinleşti.”
Çopur kahveci şu kadar yaşına rağmen leyleği, kamyon şoförü kadar bile tanıyamamıştı. Bu leylek onurlu leylekti baba, ne söylüyorsun sen. Bu leylek acınmaktansa, ölmeyi yeğ görebilirdi. Yazıklar olsun yahu, biz insanlar, bazen hayvanları bile kendimiz kadar aşağılık ve kötü niyetli yapabiliyoruz. …
HALDUN TANER
b-İKİ KARAKTER
a- Gargantua:
Onaltıncı yüzyıl Fransız edebiyatının unutulmaz yazarlarından François Rabelais, daha çok kitaplarındaki baş kahraman Pantagruel’le anılır. Ama, bir de Gargantua vardır.Pantagruel’in babası, dev adam.
Gargantua’nın özelliği, cüssesinden daha çok, yaşamdan haz alışındaki devliktedir: İştahı dev iştahıdır, sevişleri ve sevinişleri de. Dev kahkahalarıyla güler, dev sesiyle şarkı söyler.
Hayatın her alanında dev ağırlığıyla, dev davranışlarıyla kendini gösterir. Yaşamı gerektiğinde avuçlarının içinde bir taş gibi sıkar. Herkesi etkiler bu yapısıyla.
Bir ironik karakter. Bir yerde alaysama var.
b-Oblomov:
İvan Gonçarov’un başyapıtı. Oblomov aslında Rus aristokrsaisinın bir eleştirisidir. Ama bu, çağdaş dünyamızda “oblomovluk” tipini günışığına çıkarmış, evrensel bir karakterin tipik bir örneğini oluşturmuştur.
Oblomov, tembelliğin, uyuşukluğun, vurdumduymazlığın, emek vermeden hazır yemenin simgesi olmuştur. Eylemsiz, yatarak zaman öldüren bir kişilik.
Sabahları geç kalkar, kahvaltısını yapar, tekrar uyur, akşama doğru uyanır, yine yemeğini yer, bir ağırlık çöker üstüne, sonra tekrar uyur.
Oblomov tembellğin, hazır yiyiciliğin doruk noktasıdır bir yerde.
Bir toplumda “oblomovluk” bir virüs gibi yayılırsa o toplumun sonu karanlıktır.
c-İNSANLIĞIN YAŞAMI VE GELECEĞİ GEZEGENİMİZLE BARIŞIK OLMAYA BAĞLIDIR
İnsan doğanın intihar geni mi? İnsanlık bilerek kendi kendini yok etmeye doğru mu gidiyor? Dünyamız kimsenin umursamadığı bir yıkımın kapısında mı? Bu sorulara acı da olsa evet diyeceğim….
…İnsan soyu doğa üzerinde egemenliğini kurarken doğayı ne hale getirdi?.. Doğayla barışık bir evrensel uygarlık yaratamadı….
Öte yandan süregelen nüfus artışı, enerji ve madde tüketimi, korkunç silahların bölgesel ve küresel bazda kullanıldığı acımasız savaşlar, hava, su ve toprağın hızla kirlenmesi, bunun sonucu olan iklim değişiklikleri, bu ortamlara uygun türeyen virüslerin korkunç salgınlar yaratması dünyamızı felaketin eşiğine getirip bırakmıştır.
Bu aşamada yine de çareler ve çözümler vardır. Benim görüş ve düşüncelerim kısaca şunlardır:
Dünyadaki nüfus artışına Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde bilimsel önlemler alınmalı, ulusal devletler bu önlemlere uymalıdır. Bilim adamlarının dünya doğası ve çevre konusundaki raporları bütün ülkelerce uygulamaya konulmalıdır. Sonra aşırı tüketime teslimiyet durdurulmalıdır. Bilim adamlarına göre doğal kaynakların üçte ikisi tükenmiştir. Bu durumda kapitalizmin omurgası olan “ bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi nasıl borusunu öttürebilir? Bunun sonucu oluşan kâr, artı değer ve rand hırsı doğayı yok ettiği gibi yoksulluğun ve yoksulların artmasına neden oluyor. Bunun için neoliberalizm ve vahşi kapitalizm sorgulanmalı, bu sistemlerden halkçı sistemlere geçilmeye çalışılmalı, disiplin ve sorumluluğu ön plana almış kamucu bir anlayış egemen olmalıdır. Özellikle temiz enerji kaynakları kullanılmalıdır. Turizm doğayı koruyan bir nitelik kazanmalıdır. Bence Kemalizm’in planlı karma ekonomi ilkesi çağdaş dünya için bir çıkış yolu olarak düşünülebilir. Evrensel demokrasi içinde kamucu anlayışı benimseyip aklı ve bilimi rehber edinmiş, disiplinli, aydın ve eğitimli toplumlarla sade, yetingen, yalın ve mutlu bir yaşamın kapısı açılabilir. Böylece gezegenimizle barışık bir uygarlığın bir süreç içinde inşası mümkün olabilir.
ç-BAĞIMSIZLIĞA YÜRÜYÜŞÜN YÜZÜNCÜ YILINDA
A
-Atatürk’ün istiklal ateşini tutuşturduğu 19 Mayıs 1919’un yüzüncü yılında çağdaş uygarlığın neresindeyiz?
– Toplum olarak laik ve çağdaş Cumhuriyet, evrensel demokrasi, hukukun üstünlüğü,insan hakları,ulusal birlik, özgür birey, özgür toplum, ‘Yurtta barış, dünyada barış’ amacında buluşup geri kalmışlık burgacından çıktık mı?
B
Gelelim çağımıza:
-21.yüzyıl insanlığın hazin bir çığlığı mı?
– Hitler özentisi içindeki birtakım güçler yeni vahşetlerin kapısını mı açmak istiyor?
-Nükleer bir kapışmanın yeryüzünde yaratacağı felaketin boyutlarını düşünmek bile istemiyorum.
– Bireycilik ve kamuculukta denge sağlanmış mı?
-Özgürlük ve paylaşım buluşması neden mümkün olmuyor?
-Emperyalizmin at oynattığı bu koşullarda yerkürenin ekolojik dengesi sağalanabilecek mi? Atmosferdeki ısınma sürerse, sera etkisi artarsa hayatın devam etmesi mümkün olacak mı?
-Gelecekte planlı bir ekonomiye gereksinme duyulmayacak mı?
19 Mayıs 1919’da bunları düşündüm kaygılanarak.
Öte yandan Mustafa Kemal Atatürk’ün yarattığı bağımsızlık, laik cumhuriyet,çağdaş uygarlık ve ‘fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür’ bir kuşak amaçlı 19 Mayıs 1919 gününü Türk ulusunun bir bireyi olarak onurla, umutla kutluyorum.
d-GOGOL
Gogol, Rus Edebiyatı’nın temellerini atan evrensel çapta önemli bir yazardır. İlk yapıtları alaycı, kaygısız bir hava taşıdı, sonraları bu hava toplumsal taşlamalara dönüştü. Genelde kahramanları hüzünlü bir yazgıyla yüz yüze gelerek dramatik bir serüven yaşarlar. Çok kez gerçekçi, ironik ve düşündürücü bir tavır içinde olmuştur Gogol.
Yazar ortamın etkisiyle aşırı dinsel duygulara kapıldı. Kudüs’e gidip hacı oldu. İşte bundan sonra sığındığı dinsel karanlığın yobazları ona şimdiye dek yazdıklarını yok etmesi için sürekli telkinde bulundular. Bunun üzerine Gogol Ölü Canlar romanının 2.Cildini yaktı. Sonra pişmanlık duyup yeniden yazdı. Gericilerin baskısı arttı, bunalıma kapılan Gogol yeni yazdığı bu yapıtını da yaktı. 1852 yılında ruhsal bir çöküntüye düşüp çıldırarak genç yaşta öldü.
Gogol bu dogmatik kalıplara girmeseydi ruh sağlığını koruyup yaşayacak, belki de Rus ve dünya edebiyatına yeni başat yapıtlar sunacaktı.
Son yıllarında Tolstoy da aynı yanlışa düştü. Ama o yaşadı; fakat yaratıcılığı kısırlaşarak gücünü kaybetti.
Buradan şöyle bir sonuca varabiliriz: Ruhunu zincire teslim eden sanatçı yaratma yetilerini köreltir. Zamanla estetik meşalesi o yobaz labirentlerinde söner.
Bu okuduklarım bana sanatta yaşam deneyimim oldu. Bu nedenle
Suut Kemal Yetkin’in şu öz sözünü hiç unutmam:
“Sanat özgürlüktür!”
*
Gogol’un Taras Bulba adlı uzun öyküsünü dün bitirdim. Onun bu epik öyküsünden savaşın acımasız ve iğrençliğini, açlığın korkunçluğunu dile getiren bir parça: “(…) Alanın ıssızlığına karşın birtakım iniltiler çarptı Andrey’in kulağına. İyice dikkat edip bakınca yerde kıpırdamadan yatan insan gövdeleri gördü. Bunların ölü mü, yoksa uyuyor mu olduklarını anlamaya çalışırken ayağı bir şeye takıldı. Durup eğildi,bir kadın ölüsüydü bu. Görünüşe bakılırsa Yahudiydi. Giyinişinden genç olduğu anlaşılmakla birlikte, çektiği acılardan zayıflayıp çarpılan yüzü zavallıcığı çok yaşlı gösteriyordu. Başına kırmızı bir ipek mendil sarmıştı. İki yandan bağladığı çift sıra inci ya da boncuk dizisi arasından fırlamış kıvrım kıvrım saç demetleri, damarları görünen kuru boynuna dökülüyordu. Kadının yanında küçük bir çocuk vardı. Minicik elleriyle annesinin cılız memelerine yapışmış, ama süt bulamadığı için öfkeden tırnaklarını etine geçirmişti. Ağlayacak, bağıracak gücü kalmamış olacak ki, tısı çıkmıyordu; inip kalkan küçük karıncığından henüz sağ olduğu, fakat çok geçmeden öleceği anlaşılıyordu.”
“Andrey ile kılavuzu yan sokaklara saptılar. Sapar sapmaz çıldırmış gibi üzerlerine saldıran bir adamla karşılaştılar. Adam Andrey’in değerli yükünü görmüştü. “Ekmek! Ekmek!” diyor da başka bir şey söylemiyordu. Andrey bir itimlik canı kalan zavallıya elinin tersiyle şöyle bir vurdu, sonra acıdığı için önüne bir ekmek attı. Adamcağız ekmeği kudurmuş köpek gibi dişleriyle paraladı; onun da aç midesine dayanılmaz sancılar girdi, hemen oracıkta kıvrana kıvrana öldü.”
“Her adımda açlığın korkunç görüntüleriyle karşılaşıyorlardı. Sanki evlerinde oturmaya dayanamayan insanlar gökten yiyecek bir şey düşer umuduyla sokaklara dökülmüşlerdi. Kapısının önünde oturan yaşlı bir kadın gördüler. Ölmüş müydü, uyuyor muydu, yoksa bayılmış mıydı; ilk bakışta belli değildi.
Başka bir evin çatısında, kendini direğe asmış bir adam sallanıyordu. Zayıf mı zayıf, çiroz gibi bir adam. Açlığın acılarına katlanamayacağını anlayınca yaşamına kendi eliyle kıymıştı. (…)”
Çeviren: MEHMET ÖZGÜL
e-YUNUS EMRE (Kısaca)
(…)
Yunus Emre bir halk gizemcisidir. Ömrünün çoğu Hacı Bektaş’ın öğretmeni Tapduk Emre’ye hizmet ederek geçmiştir. Türkçe’nin büyük ustası Yunus Emre Anadolu halk edebiyatının ve çağdaş Türk şiirinin kaynağı ve öncüsüdür. Türkçe’yi deyişleriyle güçlendirerek, onu kapsamlı bir anlam zengiliğine ulaştıran bir ozan derviştir. Onun gizemciliği dört duvar arasındaki soyut gizemcilik değildir. Hikmeti ve felsefesiyle yaşam kokar gizemciliği, yaşamın içinden gelir, yaşamın içine karışır, halkı yüceltir, cahillere karşı kor, doğadaki nesneleri Tanrısalla sentezler. Mollalara karşı olmuştur hep. Şu sözü ünlüdür: ” Derviş Yunus bu sözü/ Eğri büğrü söyleme/ Seni sigaya çeker/ Bir Molla Kasım gelir …”
Sırtında heybesiyle bozkırı adımlarken evrensel bir ermişliğe ulaşan Yunus’un yüreğindeki yaşamın ve bilgeliğin sesi dizelerine sinmiş, onları dilin pırlantaları haline getirmiştir.
Kara taşa su koyarsan
Elli yıl ıslatır isen
O taş yine kaskatıdır
Hünerli taş olur değil
Karga ile bülbülü
Bir kafese koysalar
Bir biri sohbetinden
Daim melül değil mi?
Tanrısına sığınır çok kez, ondan iyilikler diler, içini arıtır.
Hak Çalabım, hak Çalabım
Sencileyin yok Çalabım
Günahluyam yargıla
Ey rahmeti çok Çalabım!
…
Kullar senin, sen kulların
Günahları çok bunların
Uçmağına sal bunları
Binsinler Burak Çalabım.
…
Yunus Emre pastoral bir mistiktir; kıra, halka dönük bir mistik. Dünyayı kendi rızkı bilir, tüm insanlığı bağrına basar. Böylece o Tanrısala eğilirken yaşamın yüreğine iner, yaşamı türküler. Yaşama sevincinin çiçeğidir Yunus. Her zaman Ay’ı yeni doğar, her dem bayramdır ona, yazı, kışı yeni bir bahardır. Bu yaşamın kaynağı da yeryüzüdür. Üstünde soluk aldığımız gerçek.
Bu dünya bir gelindir
Yeşil kızıl donanmış
İnsan böyle bir geline
Bakar bakar doyamaz
Gerçek dosttur güven duyduğu kişi. Erdem ışığıdır, özverilidir.
Günler geçe, yıl çevrile
Üstüme taşım devrile
Ten çürüye toprak ola
Tozam hey dost deyu deyu
(…)
Bir nazarda kalmayalım
Gel dosta gidelim gönül
Hasret ile ölmeyelim
Gel dosta gidelim gönül
…
f-NECATİ CUMALI
“…
Necati Cumalı yazı hayatı boyunca ‘örnek’ insanlarla hiç işi olmamış, tüm derdi; kusurları, iyi ve kötü taraflarıyla sıradan insanı anlatmak olmuştu…
Cumalı’nın yapıtlarında üç ayrı film( Adı Vasfiye, Mine, Dul bir kadın) çıkarmış olan Atıf Yılmaz, onu bakın nasıl anlatıyor:
‘Necati uzun yıllar İzmir’de avukatlık yaptı. Davalar için köylere, kasabalara gidip geliyordu. Edebiyatındaki gerçekçilik, inandırıcılık ve yerellik biraz da avukatlık birikiminden gelir. Bir sürü avukat var oralarda; sağlam bir bakış açısı ve yazarlık mayası olmadığı için yaşadıkları o benzersiz iklimi değerlendiremiyorlar. Necati’nin öyle bir mayası olduğu için titizlikle gözlediği yaşamsal ayrıntıları çok iyi değerlendirdi.
***
Necati Cumalı, 1973 yılında kendisiyle yapılmış bir röportajda demokrasinin sıkıntılarını bakın nasıl anlatır:
‘Feodal alt yapıyı yıkmadan demokratik bir düzen kurmaya kalktık. Aklın, bilimin kabul edemeyeceği bir şeydi bu. Ve feodal altyapı, demokrasi adına bildiğini okudu. Din sömürücülüğü aldı yürüdü, enflasyon hızlandı, yerli kaynaklar alabildiğine sömürüldü. İşte ben romanımda bu ortam içinde kasaba aydınlarını ele aldım. Doktor, avukat, öğretmen gibi meslek sahiplerinin bunalımlarıyla ortamı aydınlatmaya çalıştım…”
***
Necati Cumalı’dan bir şiir:
ŞARKILAR
“…
Ağladığını istemem ben ölürsem
Beni en sevdiğin halimle hatırla
Uzak bir yerde çalıştığımı düşün
Hayatta olduğuma inan
Bir gün gelir kendiliğinden
Geçer bütün üzüntün
Her yeni gelen günü
Yeni bir ümitle beklemeli
Her yeni gün
Yeni havalarla gelir
Gece, yağan yağmurla uyursun
Sabah bir de bakarsın odan güneşli
Her gelen vapuru, treni
Yeni bir ümitle beklemeli
Her gelen vapur, tren
Yeni insanlarla gelir
Ben esmerdim güzelim
Bu sefer bir sarışını seversin
Aşk yaşayanlar içindir.”
NECATİ CUMALI
*
g-MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’TEN YAZDIKLARIM
Bu günlerde Prof. Dr.A. Afetinan’ın “ Musatafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım” adlı yapıtını okudum. 1971’de MEB’in Devlet Kitapları arsında çıkmış. Bu kitap Atatürk’le ilgili düşüncelerime daha bir zenginlik kattı, ufkumu genişletti.
Afetinan bu kitapta Atatürk’ün özyaşamı ile çeşitli fırsatların doğurduğu durumlarda Atatürk’ten not ettiği sözleri toplamış. Bu sözleri onun entelektüel yaşantısının birer belgesi.
Atatürk’ün evlat edindiği bilim insanı Afetinan bir gölge gibi büyük önderi izlemiştir hep. Bu yapıtın girişinde şöyle demektedir: ” Benim tanık olduğuma göre, Atatürk resmi söylevlerini, gerekli bilgileri topladıktan sonra bizzat sentezini kendi yapardı.
Esasen bütün yazılarında kendine has üslûbu daima kolaylıkla anlaşılabilir. Hatta son Meclis açış söylevini(Kasım 1938) dahi hasta yatağında yazmış olduğunu biliyorum.
Atatürk çok kitap okur ve bu okuduklarını çevresine yayarken çeşitli konular üzerinde tartışmalar yapmayı severdi. Etrafında bulunanların bilgilerinden de yararlanan Atatürk’ün, fikirlere açıklık ve yön vermede büyük başarı sağladığı görülürdü.”
Kitaptan bazı alıntılar:
“ Devrim, ulusu ve sosyal çevreyi hazırlayarak yapılır… Devrim hareketlerinde dikkat edilecek nokta, toplumların emellerini, fikirlerini tanıyıp bildikten sonra, onlara yenilikleri kabul ettirebilmektir. ..Devrimi tamamlamak lazımdır. …Bir çocuğun normal eğitim veöğretim devrelerinden geçerek, yetişmiş olması şarttır. .. Öğrenci, her ne yaşta ve sınıfta olursa olsun, onlara geleceğin büyükleri gözüyle bakacak ve ona göre davranacaksın. …Gençliği yetiştiniz. Onlara bilim ve kültürün müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. … İnsan bütün tarih boyunca doğanının bazen tutsağı, bazen de egemeni olmuş ve bu hal insan toplumlarının uygarlıkta ilerlemeleri ölçüsünde gelişmiştir. …Biz Batı uygarlığını bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz.Onda iyi gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık düzeyi içinde benimsiyoruz. … İnsan, hareket ve faaliyetin, yani dinamizmin ifadesidir. … Kendine özel bir din mal eden (teokratik) devlet vardır. Rus Çarlığı ile Osmanlı saltanatı böyle idiler. Çar kilisenin reisi, Sultanlar da Halife ünvanını takınmışlardı. …Cumhuriyette meclis ve cumhurbaşkanı ve hükümet başkanı halkın özgürlüğünü, güvenliğini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. …”
Bu güzel kitabı her gencin, her yurttaşın okumasını dilerim.
Yorum Kapalı.