DENİZLİDAĞ
Fatigül Balcı
Ağır ağır Denizlidağ’a çıkıyorum. Saatime baktım günün ortası. Hızlı da çıksan, yavaştan da, iki saat çekerdi tepeye çıkmak. Ben yolu yarılamıştım. Şakalaşarak bir grup genç iniyordu aşağı. Eskiden birbirimize laf atıp, espriler yaptığımızı hatırladım. “Dağın öte yüzü deniz, hiç mi görmedin keriz” derdik; bunu, inen, çıkana söylerdi daha çok. Dağın şakası olduğu için de, kimsenin alındığı yoktu kerizliğe.
Kafdağı kadar olmasa da, Denizlidağ da ilginçti benim için. Orta boyuna, kısa eteğine karşın, tepe değil Dağ’dı; herkesi kendine çeken, kucaklayıp tepesine çıkaran, alçakgönüllü bir dağ. Bir deşarjdı o zirveye çıkmak, bir özgürlüktü. Kasabanın ziyaretgâhı gibiydi. Yazda, güzde tepesine çıkıp bir deniz havası almadan olmazdı. Ufka uzanan deniz yerinde duruyor mu, bunu bilmek lazımdı. Kilometrelerce uzaktaki o canlı tabloyu seyretmek bir ritüeldi sanki, kasabalı için. Daha sonra denizi olan şehirde yaşasam da, okul tatillerinde soluğu bu tepenin başında alırdım.
Saniye ile ilk çıktığım günü hiç unutmadım. Sevdiğimle seyahate çıkmış gibiydim, yan yana oturup seyrettiğimiz, ufka uzanan deniz, mavi bir illüzyon, bir düş ülkesiydi, dünyanın öteki ucu… Hayal kuruyoruz, Hazreti Musa gibi yürüyerek gidiyoruz suyun üstünden, ufkun ötesine geçip dünya dışı bir gezegende buluyoruz kendimizi; ikimize özel bir dünya… Hiçbir dış uyaranla alınamayan keyif, kurulamayan düşler buraya özgüydü. Emindim, herkesin bu zirvede türlü türlü hayallere kapıldığından, yoksa bu kadar meraklısı olmaz, inip çıkmak için yormazdı insan kendini.
Eskiden beri dağ bayır gezmeyi severim. Kimse benimle yürüyüşe çıkmak istemez, kızım, oğlum yarı yoldan dönerler. Gel gör ki kırk beş yaş da yolun yarısıydı ve her yıl bir kilo ağırlık daha ekleniyordu sanırım, ayağımızdaki demir çarığa.
Yağmurluğumun cebinden birer küçük hıyar alıp yiyorum. Amcaoğlu Murat, ilk gün seradan kopardığım hıyarı elimden alıp attı, “Bu yemelik değil, gel bizimkinden al” dedi, o seradaki satmalıkmış. Kendilerine ayrıca ekmişler. Benim çocukluğumda da vardı turfandalık, seracılık, kendimiz için ayrıca yemelik ekmiyorduk. Kiraz için de aynını yaptı, Murat, yumruk gibi kirazlar dururken, öte baştaki ağaçtan bezelye gibi olanı toplattı. Eskiden ne seramızda ne de bahçemizde vardı bu yasaklı elmalardan. Gündelikçi kadınlar şalvarlarına silip kütür kütür yiyordu satmalık körpecik hıyarları. Onlardan iştahlandım, doldurdum ceplerime.
Bazı yerlere sadece bir hayali yaşamak için gider insan. Kaç kez geldik Saniye ile… İlk öpüşmemiz de burada oldu, bir delikanlı sevdiğini zirveye çıkarmışsa, bir de öpüşmüşse, o aşk ölümsüzdür artık. Bizim öyle olmadı, ayrılmamız da buranın yüzündendi.
Liseyi kasaba dışında okudum. Tatillerde geldiğim zaman, gizlice çıkardık Saniye ile, kuş olur konardık tepeye, yorulmak neydi? Bir kez de kışın tırmandık, karın içinde her şeyi unutmuş, akşamı etmiştik. Ailesi kızın kaçtığını zannetmiş.
Akşam alacası, korka çekine geldik ki öfkeli bir kalabalık bekliyor bizi. Saldıran, engel olmaya çalışan, araya giren… İlk soru “Bir şey yaptın mı kıza?” Ne yapacağım, bir şey yapmadım? İkinci soru hain bakışlardaydı, “Doğru söylee?” Üçüncü soru, “Neredeydiniz?” Doğru söylüyorduk, dağa çıktık konuşmak için, vakit geçti birden. “Ne konuştunuz?” Her şey konuştuk, “Bak sen utanmaza, her şeyi konuşuyor!” Okuldan konuştuk, derslerden. “Yoo, sen bu kızı kaçırdın, geri getirdin!” Kızı kaçırmak ayrı bir suç, geri getirmek ayrı suçtu, daha ağır!
İlk soru tekrarlanıyor: “Bir şey yaptın mı kıza?” Hayır, yapmadım, bir şey yapmam mı gerekiyordu ya? “Bunca saat ne yaptınız?” Konuştuk, gülüştük, gülmekten karnımıza ağrılar girdi. Karların üzerinde yuvarlandık. Eskimo evi yaptık kendimize. Üşüyünce birbirimize sarıldık. Başka da bir şey yapmadık. Kız beni öptü, durdu durdu öptü, bunu söyleyecek değilim elbet.
Neyse ki Büyükler aklıselim davrandı, “Hürol katiyen yapmaz… Mahallemizin çocuğu. Kardeş gibi büyüdüler ayol. Dağa çıktılar, indiler oldu akşam, ne yapacaklar? Bir cahilliktir etmişler” gibi sözlerle kızın ailesini yatıştırdılar da, Zoro abisinin gazabından güç bela kurtulduk!
Artık büyümüş olan kızın, dile düşmesini hazmedemeyen aile, gözetim altına aldı onu, kapı dışarı çıkarmadılar. Ertesi yıl geldiğimde yanında sümüklü kocası vardı, ama daha küçüktü, Saniye… Mektep için toprağını, baba ocağını bırakıp gurbete giden, düzeni bozan zamane haytasına bekletecek değillerdi kızlarını!
Elimdeki torba hafifledi, yalancı diyeli beş kilo kiraz yedim, yokuş yukarı hem de. Daha cebimdeki salatalıklar duruyordu, yemelik. Ağırlık eden suyla yüzümü yıkadım. Biraz oturup dinlendim, eskiden bir solukta çıkardım. Murat’ın, “Artık genç değilsin, oğlum, çıkamazsın” demesine bozulmuştum.
Tepede kimse yoktu. Sadece biri, oturmuş elindeki sopayı pat pat yere vuruyordu, yüksek sesle müzik mırıldanır gibi. Beste mi yapıyordu, ayin mi yapıyordu? Yaklaştıkça saçı sakalı birbirine karışmış, bir genç olduğunu gördüm. Geldi zebella gibi dikildi önüme, korku filmlerinden çıkmışa benziyordu. Tek kaşını kazıtmış, çok acayip görünüyordu. Da Vinci tablosundaki Mona Lisa’nın kaşlarının tıraşlı olduğunu biliyordum da, o devirde kadınlarda modaymış. Bununkini karikatürde bile görmemiştim. Yüzüne bakınca gülmeden edemiyordu insan, ben içimden güldüm nemelazım. Bakmamdan sinirlendi.
“Ne bakıyorsun?”
“Merhaba.”
Selamımı almadı. Gözlerini belertti dik dik bakıyor. Aşağı inen gruptan mıydı, kavga mı etti onlarla, öfkeli görünüyordu? Torbada kalan kirazın üstüne cebimdeki hıyarları koydum, dostça uzattım, dağın başında bulunmaz nimet, susuzluğunu da giderir. Elimden kapar gibi alıp fırlattı.
“Hıyar oğlu hıyar!” dedi.
“Güzeldi ikisi de, yemelik.”
“Bir şey isteyen mi oldu senden.”
“İyi de kaldırıp atman gerekmezdi, yemelikti onlar.”
“Başlatma yemeliğinde memeliğinden! Ne yana gittiler?”
“Kim?”
“Aşağı inenler.”
“Kimseyi görmedim.”
“Nasıl görmedin lan yanından geçen yılkıyı, kör müsün?”
Yalan söyledim nedense, gençleri korumak ister gibi. Eyvah, cebinden bıçak çıkarmaz mı bir de! Korksam mı, korkmasam mı bilemedim? Filmlerdeki gibi sırıtarak çeviriyor elinde… Bu neydi ya, şaka mı? Murat, “Ne işin var ıssız dağın başında, hiç mi görmedin? Seni güzel bir yere götüreyim, kamyon dolana kadar gider geliriz” diye ısrar ettiydi. Şaka yapmak için, o mu yolladı yoksa? Daha neler, helikopterle mi indirdi. İlgisizce deniz tarafına yürüdüm.
“Eyvallah” dedim.
“Yok öyle yallah, aga, ceza kestim sana.”
Ne cezasıydı be! Hâlâ inanmak istemiyor, şaka olabileceğini düşünüyordum. Değilse fenaydı, dağın başı, karşında bir serseri…
“Şaka mı bu?”
“Hee, başka derdim kalmadı yarenlik edeceğim seninle. Çıkar cüzdanı.”
“Canın sağ olsun” dedim, cüzdanı çıkardım parayı vermek isterken, bıçağı salladı.
“Yo, öylece ver. Saatini de.”
“Tamam, ama cüzdandaki kartlarımı, baro kimliğimi alayım.”
“Bak sen, avukatmış abim, olsun bize de lazım olur icabında.”
“Kimsin sen? Adın ne?”
“Tekaş.”
“Ne?”
“Tekaş. Tek kaş, görmüyor musun?”
“Evet, gördüm. Bak bu yaptığın suç, bir derdin varsa yardım edeyim. Konuşalım.”
“Yok ya!”
Konuşmama izin vermedi. Bıçak şovu yapıyor, sallıyor, döndürüyor. Yetmedi, bıçağı havaya atıp ağzıyla yakaladı sapından, ürktüm! Laf anlayacak cinsten değildi. İstediklerini verdim çaresiz. İçimden, sporcu adamsın, Hürol, göster şuna, kim olduğunu! Üşendim. Hiç dövüşecek halde değildim. Zaten verdim istediğini, medeni bir insan olarak.
Oraya kadar çıkmışken, deniz yerinde mi diye bir göz atmaktan da alamadım kendimi, içimi gülümsetti o mavi dost. Öteki, bıçakla oynuyordu pis pis bakarak. Ben sakince, daha doğrusu korktuğumu belli etmeden aşağı yöneldim. Bir an önce kaptırdığım kartları iptal ettirmeliydim.
Yetişti ardımdan, döndüm sertçe baktım, geri bastı serseri, ben niye baştan korkutmadım bunu, koy tekmeyi böğrüne, soluğunu kes. Bıçağı görünce tırsmıştım, böylelerinin ne yapacağı bilinmez. Serseri asıl şakayı şimdi yapmıştı, korkmuş gibi hareketle. Sonra birden yakaladı çenemi pis eliyle, sendeledim, düşecekken bacağını uzattı. Hadi Hürol, korkma şu manyaktan, dedim, ama ben en çok manyaktan korkardım.
Kavga etmek istemiyordum aslında. Ne enerjim vardı, ne de cesaretim, kötü bir günümdeydim. Konuşmak istedim:
“Sana yardım edebilirim…”
“Sen kendine yardım edemiyorsun aga, bana nasıl edeceksin?”
“Kasabaya gidelim de…”
“Konuşma! Git o kızı getir bana, her şeyini geri vereceğim” dedi sertçe.
“Hangi kızı?”
“Yazıyorum adını, nerde bulacağını. Ha, ya gelmezse, diyeceksin. O da sana kalmış.”
Aldım yazdığı kâğıdı. Gidip kimliği, kartları hallettim mi tamam. Benim üzüldüğüm, kötülüğün ta Denizlidağ’ın tepesine kadar yükselmesiydi!
Fazla inmeden, tekrar geldi yetişti cüzdanı sallayarak.
“Al bakayım şunları. Gidip iptal ettireceksin cartını curtunu, vesselam, öyle değil mi? Kâğıdı sok cebine, gerisi sana kalmış” dedi.
Ne demek istedi? Gerisi bana kalmış, ne demekti? Anlamadım. Hızla iniyorum, o da ıslık çalıyordu arkamdan. Bu günün de, bir Denizlidağ anısı olarak kalacağını düşünüyordum. İndikçe hafifliyor, gülüyordum kendi kendime. Kızgınlığım kalmadı adama, sadece acıdım haline.
Murat, tarlada beni bekliyordu, kamyon çoktan dolmuş. Anlattım olayı. Kızı bulayım, götürmesem de haber edeyim, söz verdim, dedim, kahkahalarla güldü amcaoğlu:
“Tekaş Deli Neco, oyun etmiş sana. Öyle eğleniyor işte” dedi. “O adres de kendinin. Git bak şimdi evdedir.”
“Nasıl evdedir? Benden önce nasıl gidecek, tepede ıslık çalıyordu arkamdan?”
“O da onun marifeti, nasıl gider gider.”
7 Mart, 2018
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.