Edebiyatın Yalnız Şövalyesi: Hermann Hesse
Bedriye Korkankorkmaz
Bir kez bile bir masada karşılıklı konuşup bir bardak çayı yudumlamadığım bu insanla aramızdaki bağın derinliğinin farkındayım. Ben ondaki o da bendeki güzelliklerin farkında. Bu bizi birbirimize bağlayan ve hiç kimsenin anlayamayacağı / göremeyeceği bir yakınlık. Ne ben ona ne de o bana zarar verebilir. Ruhani olarak birbirine bağlı bu iki insanın bir dizi ortak yanları olduğu kadar bir o kadar da farklı yanları var,
Nasıl ki o bir şeyi sevdiğinde tüm dünyayı karşısına almakta mahirse ben de öyleyim. Belki de bu yüzden hayatımda hiç kimse için ödemediğim bedeli onun için ödemeye gönüllüyüm. O yapacaklarını insanların yüzüne karşı yapıyor. Benim ondan saklayacağım bir şey yok. Onunsa bugüne değin yaptıklarını yüzüme karşı söyleme cesareti var. Onun dünyayı ayakları altına alan cesareti benim dürüstlüğüm ve yürekliliğimle birleşiyor. O gözlerimin içine bakıp duygularına sahip çıkıyor. Ben onun sahip olmayı hayal ettiği doğruyum, o da benim sahip olmayı hayal ettiğim doğrudur. Onu benim gözümde büyüten küçük insanların sığınacağı kolaycılık ile sahteciliğin zerresinin onda olmayışıdır. Onunla acı çeken yanlarımız ve acı karşısındaki dik duruşumuz belki de ben ölene dek bizi birbirimizden ayırmayan yanlarımızdır. Belki de onun değil kendi ruhumu derinlemesine tahlil etmeliyim. Ruhumun ve düşüncelerimin saltanatını yerle bir etmeyi başarırsam onun hayatımda kapladığı alanın ne türden bir alan olduğunu algılayabilirim. Onun ruhunu derinlemesine tahlil etmek bana daha cazip geliyor. Kavram kargaşası içinde onun benim için ifade ettiği duyguyu algılamalıydım. . Ona sırtımı döndüğüm sürece kendime, kendi gerçeğimi de sırtımı döndüğümü artık biliyorum. Özgürlüğüne düşkün ama tutsaklığa mahkûm iki insanız onunla. Onun karşısında kendimi yenik hissediyorum. Yazık ki onun ruhu gerçeği benden önce gördü ve benim aksime tüm kalbi ile bu gerçeğe sığındı. Onun ruhunun derinliklerine erdiğimde ruhum huzura kavuşacak. Ben onun yıllar sonra başkalarıyla değil, kendi hayatını yaşayacağı ilk/ son şansıyım. Ben onun soylu olduğu kadar lekesiz geçmişine başını yaslayıp ağlamak istiyorum. Bu istekle hiçbir aşk, hiçbir bağlılık baş edemez.
Ben onun Tanrıya yakarırken kalbimin ve ruhunun derinliklerinde söylediklerinin toplamıyım. Şu an onu kötülüklerden koruyan muskasıyım kalbinde taşıdığı. Günümüz dünyasına o kadar acemi ki ben onun nerede nasıl davranacağını gösteren pusulayım. Ben kitaplarını okudum o beni okudu hayatla birlikte. Okuduğum kitaplar benim kafamı karıştırdı onun kafası ise beni okudukça aydınlandı. O benim yaşam iksirim, ben onun musalla taşıyım. Hayattayken savaşı gördü. Savaşlarda insanı acının şiddetin ve vahşetin canlı tanığı oldu, kendi benliğiyle yüzleşti. Bu tanımsız bir vahşetti ve bu vahşeti ondan başka kimse tanımlayamazdı. Tanımlamayan vahşet sevgisizlikti. Hermann Hesse ile böylesi bir sevgi çemberinde tanıştık. Onun ölümsüz ruhuyla sohbet etmek ve sanatına yansıyan yapıtları üzerinde konuşmak bana iyi gelecek. Karşılıklı olarak içten içe ruhumuzla birbirimiz hakkında düşünce ürettik. Onun ruhu tam da umudumu yitirdiğim bir gecede çalışma masamın karşısında belirdi. Sözün kilidini kimin açacağını uzun bir süre merak etmedik. Sonunda dayanamayıp sözün kilidini ilk açan ben oldum.
“Sevgili Hermann Hesse 20. yüzyıl Alman edebiyatının önde gelen yazarlarından birisin. Bana hayatın hakkında neler söylemek istersin?”
“Sevgili Bedriye ilkin doğum tarihimle başlamam daha doğru olur. 1877 yılında Würtemberg eyaletinin Clawn kasabasında dünyaya geldim. Babam Baltık kıyısı Almanı, annem ise Suebyalıdır. Basel misyoner teşkilatındaki ortak çalışma annem ile babamı bir araya getirmiş. Benim içinde yetiştiğim ailede İncil, Hint filolojisi, müzik, Buda Lao Tse gibi yabancı konukların ağırlandığı ortamda geçti. Beni hemen herkes o dönemlerde “Romantizmin ihtişamlı ordusunun son şövalyesi” olarak tanıyordu. Çocukluğum benim tüm hayatımı etkisi altına almayı başarmıştı. Çocukluğumun en belirgin özelliği zengin bir hayal gücümün olduğudur. Öğrencilik yıllarım başarısız geçmiştir. Okul derslerine göstermediğim ilgiyi Yunancayı öğrenmeye gösteriyordum. “O dili para kazanmak ya da dünyayı gezmek için değil, Sokrates’le, Platon’la ve Homeros’la tanışmak için öğreniyordum.” Çocukluğumda başkaldırmayı öğrenen asi bir çocuktum. Bir Alman olduğum kadar Hıristiyan, Suebyalı olduğum kadar bir o kadar da enternasyonal bir dünya görüşüne sahiptim. Ötekileştirmeye oldum olası karşı çıkmışımdır. Ailemin beni gönderdiği Maulbronn manastır okulundan kaçmakla kalmadım Çannstatter lisesi ile teknisyenlik öğrenimimi de yarıda bıraktım. Babamın çok zengin bir kütüphanesi vardı. Özellikle Dickens’ı Stern’i, Swift’i, Cervantes’i, Grimmel Hausen ile İbsen’i okudum. Okuduklarımın içinde Goethe ve romantikler ilgimi çekti. İşte o zaman yazar olmaya karar verdim. 1895 yılında Tübingen’e kitapçı çırağı olarak geldim ve orada dört yıl çalıştım. O dört yıl boyunca Goethe ile yakından ilgilendim. Goethe’den yola çıkarak Lessing’e, Schiller’e, Yunan mitolojisine, Vergillius ve Homeros’a ilgi duymaya başladım.”
“Yapıtlarını hangi yıllarda yazdın?”
“Romantische Lieder (1899), Eine Stunde hinter Mitternacht(1899) ve Hermann Lauscher (1901) o dönemim ürünleridir.”
“İlk romanını ne zaman yazdın?”
“ilk romanım Peter Camenzind (1904) romanımı yazdım; bu roman sayesinde hayatımı yazar olarak idame ettirme olanağını buldum. Aynı yıl evlendim ve Konstanz gölü kıyısına yerleştim. 1911 yılında Hindistan’a bir gezi yaptım. 1912 yılında ailemle birlikte Bernn’e taşındık. Eşim yazık ki ruhsal olarak hastaydı. Hastalığı yüzünden ondan ayrıldım. 1919’da Tessin’e Montagnola’ya yerleştim ve hayatımın sonuna değin orada yaşadım. İkinci kez evlendim. Bu evliliğim de kısa sürdü. 1931 yılında yeniden evlendim.1946 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü, 1950 yılında “pour le merite” madalyasını aldım. 10 Ağustos 1962’de 85 yaşımda öldüm. Benim kısaca hayatım böyle Bedriyecik.”
“Hayatının son evrelerinde sanatında etkisini sürdüren üç unsurdan söz ediyorsun. Neydi bu üç unsur?”
“Evet. Hatırlıyorum bu konudaki itirafımı. Sırasıyla sana şöyle sıralayabilirim bu üç unsuru: Baba ocağının milliyetçi olmayan Hıristiyan ruhu, Çin büyüklerinin eserleri ile çok takdir ettiğim tarihçi Jacob Burckhardt’ın etkisi.”
“Neden eserlerinde Uzakdoğu başından sonuna kadar etkisini sürdürmüştür?”
“ Uzakdoğu benim hayatımda çok özel bir öneme sahiptir. Çocukluğumdan kalma bir meraktır. Biliyorsun babam misyonerlik teşkilatında çalışıyordu. Evimize gelen misafirlerin Hindistan izlenimleri bu etkinin ilk kıvılcımlarını oluşturdu. Hindistan’ı ziyaret ettiğimde Asya’nın esrarengiz manzaraları ile insanlarının hiç bozulmamış halleri karşısında kendimi cennette hissettim. Bu duygular değişik duyguların aklımda canlanmasını sağladı. Avrupalının cennetini kaybetmiş insanlardan birisi olarak yaşama hakkından yoksun olduğumu algıladığım için kendi cennetimi ruhumda yaratmak zorundaydım. Bu gerçekten yola çıkarak Doğu hayat felsefesi ile Batı ruhunu birleştirme düşüncesi benim dünya görüşümün odak noktasını oluşturdu.”
“Sevgili dostum, gençlik yıllarınızdaki yapıtlarınızı nasıl değerlendiriyorsun?”
“Tüm içtenliğimle söyleyeyim ki, büyük sanat yeteneğinden uzak yapıtlardı. Bunlar daha ziyade poetik realizm geleneğinden oldukça uzak yeni romantik melankoliyi yansıtan yapıtlardır. Birinci Dünya Savaşı’nda bunalıma girdim. Önceleri tarafsızlığımı korudum. Daha sonraları çıkan sorunlar karşısında yeni bir tutum içinde buldum kendimi. “Sanat yapıtlarının en belirgin özelliği nedir?”
“İtiraf etmeliyim ki, sanat yapıtlarımın en belirgin özelliği otobiyografik olmalarıdır. Ben sanat yapıtlarımın her birinde birer ruh biyografisi yarattım. Yazdığım bir mektupta bu konuya dair şunları demiştim: “Onların her biri konumun bir çeşitlemesidir. Her biri diğerinin kardeşidir .
“Neden inanç güdüsü eserlerinin ana temasını oluşturuyor?”
“Çocukluğumda dindar aile ocağının baskısından kurtulduktan sonra hayatımda mücadele ve acı çekme evresi başladı. Bu bende ilk önceleri korku ve yalnızlık duyguları yarattı. Korku ve yalnızlık o dönemde başlayan Birinci Dünya Savaşı’na rastlayınca bende bir krize dönüştü. O güne değin kanıksadığım mevcut değerlere olan inancım sarılmış, hayatı artık zıt kutuplar halinde görmeye başlamıştım. Bu ruh halimle tüm yapıtlarımda inanç peşinde koşan içinde bulunduğu gelişim devresinin sorunlarına yanıt verecek çözümler aradığını görebilirsin. Savaş dönemimde ruh sağlığım bozuldu. Jung’un bir öğrencisinden gördüğüm psikanaliz tedavisi sayesinde kurtuldum. Yapıtlarımdan Demian romanım bu devrenin ürünüdür. Hemen hemen tüm yapıtlarımda görülen hayatın kutupluluğu ilkesi ilk kez bu yapıtımda edebi bir biçime kavuşarak ete kemiğe büründü. O kutupluluğun arkasında sürekliliğini koruyan bir birlik görünür her yapıtımda; bu birliğe ulaşma, bu birlikle bütünleşme yolları aranır. Savaş gibi toplumun içinde bulunduğu anlarda şairin sosyal ve siyasal sorumluluklar yüklemesi yerine böyle dönemlerde şairin dış dünyadan uzaklaşmasından, ruhunun derinliklerine dalarak kendisini gerçekleştirmesinden yanayım.”
“Tüm yapıtlarınızda izini sürdüğünüz bu yöntemle neyi başarmak istiyordunuz?”
“Ben sürekli olarak yeni imaj ve ifade biçimlerini deneyerek ifade etmek istediğim hakikat aynı zamanda hayatın esası olarak kabul ettiği “kutupluluk” ve o kutupluluğu aşarak ulaşılan birlik ilkeleri olmuştur. Bana göre bu ilkelerin esasını teşkil ettiği bir din yaşantısı ancak üç basamaklı bir insanlaşma süreci sonunda mümkündür.”
“Bu üç evre hangi aşamalardan oluşuyor?”
“Cennet saflığı ile başlayan çocukluk devresi bu yaşantının ilk basamağını teşkil eder. Bunu iyi ve kötünün tanınmasıyla suçluluk ve şüphe devresi izler. Şüphe ya çöküşe ya da aşılabilirse kurtuluşa götürür. Kurtuluş ise “birlik” yaşantısının idraki ile mümkündür. Bu ikinci basamakta hayatın kutupluluğu yaşanır ve mevcut inanç sarsılır. Bunun sonucunda insan kendisini yavaş yavaş tanımaya başlar. Bunun da ilerlemesiyle kişi kendini gerçekleştirir ki bu da üçüncü basamakta “kendini aşma” ile kurtuluşa ermedir. Benliğini aşarak ruhun derinliklerinde Tanrı ile bir olma (unnio mystica), bütün mistik dinlerde ortaçağ Hıristiyan mistisizminde vardır.”(S.5)
“Eserlerini tanımak istiyorum. Dilimize çevrilen yapıtlarını okudum. Okuyamadıklarım hakkında beni aydınlatır mısın?”
“Beni üne kavuşturan ilk romanım Peter Camenzind’dir. Bu yapıt Alman edebiyatının eğitim geleneğini sürdürür. Romanın kahramanı İsviçre’nin bir göl köyü olan Nimikon’da geçen mutlu köy hayatını anlatıyor. Yaşadığı olaylar yüzünden hayattan bıkmıştır. Boppi adındaki bir sakatın bakımına kendisini adayarak fedakârlıkta hayatın anlamını yeniden keşfeder. 1919’da geçirdiğim ruhsal rahatsızlığım sonrasında kaleme aldığım roman Demian’dır. Bu romanın tamamı benim ruh analizlerimden oluşuyor. Kendi benliğini bulma arayışında olan kahramanım Emil Sinclair geçtiği bunalımlı bir evrede Demian’la tanışır. Hem yaşça hem de hayat birikimi açısından daha zengin olan Demian, Emil Sinclair’e birçok konuda yardımcı olur. Onun sayesinde hayatı daha iyi kavradığı için ergenlik krizini aşarak yazgısından kaçmak yerine onu kabullenmeyi öğreniyor. Tüm yapıtlarımda olduğu gibi bu yapıtımdan da arkadaşlığının önemine vurgu yaptım. Benim Demian yapıtımda olduğu gibi psikanalizi sanat katına yükselttiğim bir diğer yapıtımda 1927 yılında yazdığım “Der Steppenvolf’tur. Bu yapıtımın kahramanı Harry Haller orta yaşlarda, yalnız yaşayan, sinirleri oldukça hassas biridir. Kendi varlığını Steppenvolf şifresiyle tanımlar. Kendi hakkında düşündükçe giderek toplumdan uzaklaşır. İçine düştüğü durumu toplumun kültür değişiminde arar. O dönemde eski Avrupa kültürü yıkılmakta yerine modern Amerika teknoloji geçmektedir. Sürekli olarak kendi varlığını inceleyen kahramanım kendi benliğinde biri tensel diğeri manevi olan birbirleriyle sürekli çekişme halinde olan iki varlık keşfeder. Toplumdan uzaklaştıkça kitapların dünyasına dalar bu kez de kültür dünyasının elitleriyle uğraşır. Akşamları ise eğlence yerlerini dolaşır. Kahramanımın Uzakdoğu felsefesinin kişilikten uzaklaştırıcı özelliği ile esrarkeşliğine sığınır. Benin iç yaşantıyı kesin çizgilerle belirlemiş figürleri epik olaya dönüştürmeyi büyük başarıyla başardığım bir diğer yapıtım Das Glasperlenspiel bana Nobel Ödülü kazandırdı. Yapıt eğitim romanı geleneğini sürdüren bireysellik kültür zihniyetine dayanır. “Bir çeşit kültür ütopyası sayılan Das Glasperlenspiel zaman bakımından geriye bakışla 19. ve 20. yüzyıl “gazetecilik çağı” olarak niteler.”
“Sevgili dostum, seninle hayatın ve bazı yapıtların, üzerine üstün körü konuştuk ama bu beni tatmin etmedi. Tekrar olacak belki ama bana çocukluğundan başlayarak öz geçmişini sanat hayatını daha detaylı olarak anlatır mısın?”
“Çocukluk ruhunu benim gibi ciddiye alan ender yazarlardan biriyim. Yine ender yazarlar benim gibi eğitim ve öğretim sorunlarını yapıtlarının odak noktası haline getirir. Yaşlılığımda bile çocukluk yıllarımı sık sık düşlerdim. Annemi, babamı, dostlarımı üçgen çatılı antika evimizle ile yurt çevrelerini okuyucu karşısına çıkarır bunları bir yaşam öyküsü yazarının üstesinden gelemeyeceği renklilik, kıvraklık ve incelikle öykülerdim. Seksen yaşımda bile Maria’da hatta yatağımda bile düşlerim baba kentinde gezinir kentin yapılarını kılı kırk yaran bir titizlikle hayalimde canlandırırdım. Albüm yapraklarında gezinerek hayatımın tüm basamaklarını yeniden çıkarak beynimim kaydığı görüntü hazinesini zihnimde yeniden canlanan görüntüleri yeniden gözden geçirip mercek altına almak bilinçli sürdürdüğüm bir oyuna dönüşmüştü bu yolla yeni yeni keşifler karşısında kendimi bulmak beni çocukluğuma yeniden götürmek sevincini yaşatırdı her seferinde. Çocukluk ve gençlik yıllarımı anımsayışım güneşli bir oyundan ziyade yaşantı ve deneyim dünyasının derinliklerine dalmayı bunların sanatsal dışavurumunu kendine görev edinmiş bir yazarın yazınsal etkinliğinin en önemli bölümüydü.
“ Benim temam, kendi doğamdan tanıyıp doğruluğuna içtenliğine ve yaşamışlığına kefil olabileceğim bir parça insanlık ve sevgi bir parça içgüdüsel, bir parça yüceltilmelere adanmış bir yaşamdır.” Bu yüzden de yapıtlarım yaşadığım dönemin tarihine ait romanlar değildirler, uzakların ve dünyanın peşinden koşmam hayal gücümün özgürlüğüne dayanarak yeni bir gerçek parçası üzerinde yoğunlaşmaya yer vermez içinde. İçinde yaşadığım çağdaş dünyanın sorunlarıyla ilgilenmektense dünyada yaşayan insanların sorunlarıyla daha fazla ilgilenirim. Hep üzerinde durduğum gibi kendi benimin peşine düşer, yaşamınım katmanlarını elinden geldiğince gün ışığına çıkarmayı önemserim bu yolla özyaşam öykümün sınırlarına taşar iç gerçeğin alanlarının sınırlarını genişletmeye caba gösteririm, kendi durumuma ilişkin anlatılarla zamanındaki genel ve düşünsel özellikle de ruhsal durumun kapısını aralarım. Arkamda günlükler ile anılar bırakmadım. Yazdığım küçük çapta öz yaşam öyküsü taslağını saymaksak. Özyaşam öyküme ilişki belge niteliği taşıyan mektuplarla, pek çok gözlemlerim, anı yaprakçıkları ile “Resimli Kitabı” ı ve “Düş Yolculuğunu” sayabilirim. “Kaplıcada Bir Konuk” ”Nürberg Yolculuğu” kendi yaşantımı dile getirdiğim anlatılardır. İşin derinliğine inildiğinde şiirlerim ve epik yapıtlarımın pek çoğunun da benim kendimle ilgili çizdiğim büyük bir portrenin fragmanları ile inancımın parçalarını oluşturduğu görülür. Doğduğum yer ile ilgili konuşmamızın başında belirtmiştim. Babam Johannes Hesse Estonya’da bir hekimin oğlu olarak annem Marie Gundert ise Hindistan’da bir misyonerin kızı olarak dünyaya geldi. Baba tarafım Baltık bölgesinde anne tarafım ise Suebya’da yaşayan bir Alman sülalesi oluşturmaktaydı. Ben hem dedemin hem de büyük dedemin adını taşıyorum. Her iki dedem de üzerimde etkisi olmuştur. Çocukluğumda dinlediğim en güzel anlatılar babamın kendisi ile memleketi Weissenstein’la ile ilgili olarak bize anlattıklarıydı. Tarihsel düşünce tarzımın dostu olmadım. Soyumun ve sopumun tarihçesiyle de ilgilenmedim. Dedeme karşı hep yakınlık duydum içimde. Babam yalnız biriydi. Bilgili olduğu kadar yürekli, dürüst bir insandı. En belirgin özelliği iyilikseverliği asla elden bırakmayışıydı. Annemle Hint dilleriyle değil, İngilizceyle birazcık da Baltık dillerine çalan temiz bir Almancayla konuşurdu. Bu dil beni büyülemiş ve bu dille beni eğitmişti annem. Annem müzikle dolup taşardı babamsa şarkı bile söylemezdi. Annem altı çocuk doğurdu. Kardeşlerimin ikisi küçükken öldü. Annem kırk yıl boyunca günlük tuttu. Kız kardeşim günlükler içinde bir seçme yaparak kitap halinde yayımladı. Annemin günlükleri onun karakteristik yapısını okura sunar. “ Büyükbabamızın sevecen bilgeliği annemizin engin hayal ve sevme gücü, babamızın o incelmiş acı çekme yeteneğiyle duyarlı vicdanı bunlar oldu bizi eğiten.” Suebya ve Ren kıyısındaki Basel vatanım oldu benim. Çocukluğumda yaşam dolu birisiydim. Latince okuluna gittim. 1890’da eyalet sınavına hazırlanmak üzere Göppingen lisesine yazıldım. Dokuz yaşımdan on üç yaşına kadar geçen yaşamının dört yılında Calw, benim için yapıtlarımın birçoğunda Gerbersau adıyla güzellikler ve aydınlıklar içinde karşınıza çıkan bir kente dönüştü. Okul yıllarımdaki anılarım o kadar parlak değil. Sekiz yıl içinde tek bir öğretmenimi sevdim ve onu şükranla anıyorum. Gençlik bunalımlarımdan dolayı annem ve babam benimle başa çıkamaz olmuşlardı. Göppingen’deki Latince okuluna yazıldım. Yaşlı okul müdürü olan Bauer’in derslerinden oldukça faydalandım. Halen de onu sadakat ve sevgiyle anımsıyorum. Bu okuldaki ilişkim 1892 Haziranındaki eyalet sınavında başarılı olunca bitti. Maulbronn’daki okulun öğrencileri arasındaki yerimi aldım. Bu okulda öğrendiklerim edebiyat çalışmalarımın karakteristik bir çizgiyle donatmama yetti. O dönemi ve yaşadıklarımı Geçmişle Yüz Yüze Gelmeler’de anlattım. Pek başarılı olmayan bu yapıtım gerçekten yaşanmış ve çilesi çekilmiş bir yaşamın parçasıydı.” Okuldan izinsiz uzaklaştığım için sekiz saatlik katıksız hapis cezasına çarpıldım. Daha sonraları geçirdiğim ruhsal bunalımdan dolayı babam beni 1892 Mayısı’nda okuldan almak zorunda kaldı. Babam beni hastaları dualarla iyileştiren Christoph Blumhardt’a götürdü. Bad Boll eğitim kurumunu yöneten Blumhart eksorsist olarak tanımlanmaktaydı. Blumhart bana içtenlikle kucak açtı. O dönemde mutsuz ve romantik bir aşk ilişkisinde uğradığım düş kırıklığından dolayı intihar girişiminde bulundum. Bunun üzerine babama mektup yazarak beni okuldan almasını istediler. Stuttgart yakınında Remstal’daki eğitim kurumu Stetten bundan sonraki mutsuz yıllarımın ilk durağı oldu. Daha sonra da normal bir liseye gittim. Burada da tutunamadım. Çeşitli işlerde çalıştım. Sonunda içimdeki ruhsal fırtınadan kurtuldum. Babamın ve büyükbabamın zengin kütüphanesi benim hazinem oldu. Gittikçe seçici bir okur oldum. O dönemde yazdığım şiirler içinde ilk yayımlanan şiirim “Makuscha”dır. Sonunda Tübingen’deki Hekkenhauer Kitabevi’nin tasnif, sahaf ve yayın bölümlerinde dört yıl çalıştım. O yıllar kendimi sıkı bir eğitimde geçirdiğim yıllardı. Goethe’ye merak saldım ve sürekli olarak onun yazdıklarını okudum; beni Goethe eğitti bir bakıma. Reinecke Fuchs’a taptım. Giderek romantiklerin dünyasının tutsağı oldum. Bretano’yu Eichendorff’u, Tieck’i Schleiermacher’i ve Schlegel’i okudum. Özellikle de Novalis büyüledi beni. O dönemde denemeler ve şiirler yazdım. Şiirlerimin bazıları dergilerde yayımlandı. Yazdıklarımın karşılığında para almak beni mutlu etti. İlk dönem yazdığım şiirlerimin bazılarını Romantik Şarkılar kitabıma aldım. Dresden’deki E. Pierson Yayınevi’nden çıkan kitabım 600 adet basıldı 54 adet satıldı. Özlem nostalji ve hüzün imge ve sesleri şiirlerimde ön plandadır. İkinci yapıtım dokuz kısa düzyazıdan oluşuyordu. Yapıt 1899 Leipzig’deki Eugen Diederichs Yayınevi tarafından yayımlandı. Rilke bir tanıtım yazısında kitabımdan övgüyle söz eder. “En başarılı yerlerinde zorunlu ve kendine özgü nitelik taşıyor. İçtenlikli ve derin bir huşu havası esiyor kitapta. İçindeki sevgi büyük ve tüm duygular inanç dolu; sanatın kıyısında yer alan bir yapıt.” Basel’e geri döndüm ve tasnif kalfası olarak çalıştım. Hâlâ Nietzsche’ye hayrandım. Çalıştığım bir başka kitapevinde amirim konumundaki Julius Baur’a kişisel niteliklerinden dolayı hayran kaldım. Bu adama kayıkçı Vasudeva kimliğiyle Siddharta romanımda yer verdim. Annem kendisine ithaf ettiğim kitabı görmeden 24 Nisan 1902’de öldü. Anneme dair duygularımı şöyle yazdım: “Aydın bir kafayla düşündüğümde manen sahip olduğum en değerli şeyleri sevgili anneme borçlu olduğumu görüyorum, her zaman yanı başımda hissediyorum annemi, ölmemiş gibi yanı başımda hep.” Bana büyük edebiyat kapısını arayan yapıtım 1904’te kitap olarak çıkan Peter Camenzind’dir. Kendimden dokuz yaş büyük Maria Bernoulli ile 1904 yazında evlendim. Artık bir yazar olmuştum. En güzel anlatılarımdan birisi olan Iris 1918’de yayımlandı. Bu öyküyü ayrıldığım eşime ithaf ettim. İlk eşimle evlendikten sonra Konstanz Gölü aklımıza geldi. Sonunda Baden eyaleti içindeki Untersee kıyısındaki Gaienhofen köyünü keşfetti karım ve orada bir köy evine yerleştik. O evde göçerlikten kurulduğumu hissettim kendimi. O köy evinde üç yıl oturdum. 9 Aralık 1905’te ilk oğlum Brono dünyaya geldi. Bir başka eve taşındık. Evimizin bahçe işleriyle ben uğraştım. Orada oturan yazarlarla dostluk kurdum. Evime gelen dostlarımdan birisi de Stefan Zweig’tı. Ben keman çalmayı severdim, eşim ise usta bir piyanistti. Orada tavsiye üzerine opera metni yazdım. “Kaçaklar operasının metni böylelikle dünyaya geldi. Şiirlerim bestelendi.1903-1904 yıllarında yazdığım Gaienhofen romanımı bitirdim. Basımı yapılan bu roman o dönemde moda olan, sonu acıklı biten öğrenci ve gençlik romanlarından biridir. Sonraki iki yıl içinde “Bu Tarafta ve Komşular” öykü kitabım ile “Dolambaçlı Yollar” eklendi. Gertrud romanım edebiyat çevresinde çeşitli tepkilerle karşılandı. Bir dostuma yazdığım mektupta bu konuya dair görüşlerimi şöyle özetliyorum: “Gertrud’un kişi olarak fazla loş ışıkta kaldığı doğrudur belki, benim için Gertrud bir karakterden çok bir simgeydi, aynı zamanda gelişimi için Kuhn’un gereksindiği bir uyarıcıydı.” Sayısız kitap tanıtımı yazmama rağmen sevmediğim yapıtları eleştirmemek ilkelerimden biriydi. Dergi çalışmalarında yer aldım. Alman kültür dergisi olan Marz’ın (Mart) kuruculuğuna öncülük etmekle kalmayıp dergiye adını ben verdim. Derginin yazınsal konularından sorumluydum. Dergide sadece ün yapmış yazarları değil genç yetenekleri de gözden uzak tutmuyordum. Selma Lagerlöf, Strindberg ya da Shaw gibi bazı yabancı yazarların Almancaya çevrilmiş kitaplarını da okuyucuya tanıtıyordum. Redaksiyon çalışmaları ile eleştiri yazılarının yanı sıra eski yazarların kitaplarının yeni baskılarını yapmak ve antolojiler hazırlamak için özel çaba harcadım. Bu konudaki titizliğimin ve çabalarımın nedeni, bir aydının birinci görevi sanat yapıtlarını koruyup ileriki kuşaklara aktarması olduğunu düşünmemdir. 1909’da Heiner, 1911’de üçüncü oğlum Martin dünyaya geldi. Yeni mekân olarak Bern’de karar kıldım. Yeni evimiz Bern kentinin hayli dışında, eski çiftlik tarlalarının ortasındaydı. Yapıtımda Ressam Welti’nin evi, Rosshalde malikânesi olarak romana dekor oluşturur. Rosshalderomanımda sevimli bir oğlanın ölmesi sonucu dağılan bir evliliği konu olarak ele aldım. İlk kez evlilik sorunlarımı sanatsal bir açıdan yansıttım romanımda. Konuya dair babama şunları yazdım mektubumda: “Roman çok uğraştırdı beni. (…) Çünkü kitapta sözü edilen mutsuz evlilik yanlış bir seçimden kaynaklanmakta, işin kökü daha derinlerde, “sanatçı evliliğinde” saklı yatıyor.” Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde ben iki yıldır İsviçre’de yaşıyordum. Gönüllü olarak askere gitmek üzere başvurum kabul edilmedi. Sonunda Bern’deki Alman Elçiliği’nin emrine verildim. O dönemdeki şovenist yaklaşımlara” “Oh Dostlar Bırakın Bu Ağızları” başlıklı ünlü yazımı yayımladım. Yazımda şovenist yaklaşımlara karşı çıktım hümanist duygulara ile mantığa seslendim. Ben başından beri tüm kararlığımla şoven ve barbarlığa karşı çıkmış barışın yanında yer almış az sayıda Alman yazarlarından biriydim. Bu tavrım Alman basınında “ hain ve karaktersiz” kişi olarak algılandı. Tek başıma verdiğim bu barış mücadelemde Romain Rolland’ın dostluğunu kazandım. “Alman Savaş Tutsakları İçin Pazar Postası” adını taşıyan bir gazete çıkardım. Üç yıl boyunca iki haftada bir binlerce adet çoğaltıp Fransa’ya, İngiltere’ye, Rusya’ya ve İtalya’ya gönderdim gazeteyi. En küçük oğlumun ağır şekilde hastalanması, 1919’da babamın ölümünün akabinde eşimin ruhsal bozukluk yüzünden bir süreliğine kliniğe yatırılması “Dışlanmış” şiirimde şöyle yer aldı: “Mutluluktan uzak yıllar/ tüm yolları tutmuş fırtına/ yurt, vatan toprağı nerede/ yalnızca sapa yol ve suç/tanrının eli ruhumun üzerinde/bastırır bir yük gibi ağır.” Sonunda benim de ruh sağlığım bozuldu. Luzern’deki Sonnmatt’ın özel kliniğinde psikanaliz tedavisi gördüm. Sonunda bir kez daha kendimi bu hastalığın pençesinden kurtarmayı başardım. Dr. Lang ve Jung’un yazılarıyla tanışmam dünya görüşümün bir açıklık kazanmasında önemli rol oynadı. Demian Emil Sinclair adındaki bir delikanlının öyküsüdür. Emil Sinclair Max Demian’la arasında geçen tartışmaların yardımıyla içindeki sonsuz dünyayı keşfeder. Demian kendi kendini yorumlamaya yönelik bir denemedir. Yapılması gereken en önemli kazanım katıksız bir dürüstlükle kendi kendinin bilincine ulaşmak kendi yolunu bulup bunu kendi yazgısını kanıksamaktır. Thomas Mann Demian’ın 1947’de Amerika’daki ilk baskısına yazdığı önsözde över. Demian yayımlandıktan sonra ben evimi kapatmış bir daha dönmemek üzere Bern’den ayrılmıştım. Eşim nöroloji kliniğinde yatıyordu. Evliliğimiz eşim iyileşse de sürmeyecekti. Çocuklar pansiyonlara ve tanıdıkların yanına yerleştirilmişti. Montagnola’ya geldim. Orada barok av köşkünün bir kopyası Casa Camuzzi adında saraya benzer bir bina keşfettim. 1919 Mayısında oraya yerleştim. Sığındığım bu konut sürekli konutum, Tessin eyaleti de yeni vatanım oldu. Orada yazın çalışmalarımın yanı sıra resim çalışmalarımı da yoğun bir şekilde sürdürdüm. “Ressamın Şiirleri’nde ve 1920’de yayımlanan en sevimli yapıtlarımdan biri olan “Yolculuk” kitabımda ilk defa şiirler, düzyazı taslakları ve resimleri bir arada topladım. André Gide “gerek şiirler gerek resimlerdeki “ doğal kokudan” “dış dünyayla aralarındaki büyük uyumdan ve kusursuz birlikten söz etmişti.” 1919 Ekiminde Woltereck’inle birlikte çıkardığımız Almanca dergi Vivos Voco’nun ilk sayısı yayımlandı. Siddharta romanım Brahman ailesinin soylu oğlu olan Siddharta’nın izlediği yolu anlatır. Siddharta, Sanskrit dilinde amacına ulaşmış kişiye verilen addır. Memleketinden ayrılarak çilekeşler tarikatının üyeleri arasına karışır, Samana olur. Susadığı bilgiye bir türlü ulaşamaz. Gautama Buda’yla karşılaşması susadığı bilgiyi sağlamaz kendisine. Dostu ve yol arkadaşı Govinda yüce Buda’nın peşinden gider. Yoluna tek başına devam eden Siddharta duyu ve duygularının peşinden gider. Güzeller güzeli fahişe Kamala bu konuda hocalık yapar ona. Ticaretle uğraşıp zengin olur. İçinden sökemediği Samanalık kalmıştır. Sonunda o yaşamdan tiksinir ve ayrılır. Kayıkçı Vasudeva’nın yanında çalışır. Vasudeva’dan ırmağın gizini değişiminde saklı olan sürekliliğini, sonu gelmeyen dönüşümdeki birlik ve beraberliğin gizini öğrenir. “Ve Siddharta dikkatle bu ırmağa, bu binlerce seksi şarkıya kulak verdi mi, salt acılara, salt gülmelere kulaklarını tıkayıp ruhuyla tek bir sese bağlanmadı da ben’iyle bu ses içinde yitip gitmeyerek bütün sesleri işitti mi, bütünü, birliği duymaya çalıştı mı, binlerce sesin büyük şarkısının bir tek sözcükten oluştuğunu görüyordu, bu sözcük de OM idi mükemmellik idi” Siddharta ile benim hayatım arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Siddharta’nın “bilgiyi değil, sevgiyi başköşeye oturtması, doğmalara sırt çevirip birlik yaşantısını kendine merkez yapması Hıristiyanlığa gerisin geri bir eğilim olarak görülmeli, hatta gerçek Protestanlığın bir özelliği olarak algılanmalıdır.”1923 yazında ilk eşimden ayrıldım. İsviçre uyruğuna geçtim. 1924 yılında İsviçreli kadın yazar Lisa Wenger’in kızı Ruht Wenger ile evlendim. İkinci evliliğim de 1927 ilkbaharında sona erdi. Evlilik hayal ettiğim bir şey değildi. Bozkırkurdu Harry Haller’in öyküsünü kaleme aldım. Roman olarak yayımlandığında yapıtım edebiyat çevrelerinde şiddetle yadsındı, kimi çevreler ise hayranlıkla karşıladı. Hiçbir yapıtım Bozkırkurdu kadar yanlış algılanmadı. Hiçbir yazar yapıtını benim gibi sıklıkla savunup üzerinde açıklama yapma gereği duymamıştır. Kaderin cilvesine bak ki, on yıllar sonra Amerika’da ve Almanya’da yeni ve büyük Hesse hayranlığını doğuran yine aynı yapıt olmuştur. Narziss ve Goldmund da diğer yapıtlarım gibi bir ruh biyografisidir, tek fark bu yapıtta eski us ve eros karşıtlığı anne baba ilkesi, birbirini bütünleyen bir dostluğa dönüşmeyerek gerçek bir kutuplaşma gösterir. Kitap övgüyle karşılandı. Thomas Mann 1930’da Günlük’üne “psikanaliz öğeleriyle harikulade bir yapıt” diye not düştü.
“Üçüncü hayat arkadaşın hakkında neler söylemek istersin.”
“50.yaş günümün kutlamasına katılma inceliği gösteren Avusturyalı sanat tarihçisi Ninon Dolbin de (kızlık soyadı Auslander) bulunuyordu. Uzun zamandan beri kendisiyle mektuplaşma üzerinden süren bir dostluğumuz vardı. 1927’den sonra onunla bir arada yaşamaya başladık. Ninon Dolbin ölünceye değin 30 yılı aşkın bir süre benimle birlikte kaldı. Zorluklarla geçen yıllarımda gereksinim duyduğum akıllı, cesur en önemlisi anlayışlı hayat arkadaşı oldu. Hayat arkadaşımla yeni bir eve gereksinim duydum. Dostum Dr. H.C.Bodmer, benim istediğim gibi bir ev yaptırıp ölünceye dek kullanmam için bana bağışladı.”
“Eleştirmenliğin konusunda neler söylemek istersin?”
“ Benim 1920-1936 yılları arasında eleştirdiğim kitapların sayısı binin üzerindedir. Eleştirilerim çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı. Ben kendimi eleştirmen saymam.”
“ Almanya’da Nasyonal Sosyalistler iktidara geldiğinde senin tavrın ne oldu?”
“Benden başka hiç kimsenin üzerinde konuşmayı göze alamadığı kitapları, Yahudi yazarların, Katolik yazarların, ülkede dine karşıt bir inanca sahip yazarların kitaplarını seçtim tanıtmak için. Bu tutumumdan dolayı sadece Neue Rundschau dergisi yazılarımı basmaya cesaret edebildi. Yazılarımdan dolayı uğradığım saldırılardan dolayı artık dergi ve gazete için kitap tanıtma yazıları yazmaktan vaz geçtim. Kafka’nın yapıtlarını beğeniyordum. Onun da benim yapıtlarımı beğendiğini Max Brod aracılığıyla öğrendiğimde çok sevindiğimi anımsıyorum. Buna karşı kitaplarım ne yasaklandı ne de yakıldı. Birçok baskısı yapıldı diğer ülkelerde de durum değişmedi. “Edebiyat Ansiklopedisi”nde benden şöyle söz edilir:” Alman halkçı oluşumunun katı gerçeğiyle arasında herhangi bir ilişki kuramamış, bildiğinden şaşmayan, duyusal-estetisizm meraklısı münzevi bir yazar” diye söz edilir. Will Vesper tarafından çıkarılan Yeni Edebiyat’ta hakkımda acımasız eleştiriler yapıldı. 50-60 yaşlarımda bir dizi kitap çıkardım.”Anı Sayfaları”nı kardeşlerime ithaf ettim. Yapıtta babamdan, kardeşim Hans’tan tüm kardeşlerimin içinde en iyi anlaştığım Adele ile dostlarımdan da söz ettim. Şiirlerimi yayımlanmam konusunda oldukça yoğun bir baskı vardı üzerimde. Şiirler 1942’de İsviçre’nin Zürich kentindeki Fretz Wasmuth Yayınevi’den çıktı. Yapıtta yer alan şiirler bütün lirik çalışmalarımı içeriyordu. Yapıtta 600’ü aşkın şiir, bir araya toplanmıştı. Bana gönderilen mektupların bir bölümünü yaşanılan zamanın tarihi açısından taşıdığı değerin bilinciyle Bern’deki İsviçre bölge kitaplığına bağışladım. Diğerleri bugün Marbach’taki Hesse arşivinde bulunuyor. Mektuplara verdiğim yanıtlardan bir bölümünü 1951’de ilk kez yayımladım. Bana gönderilen hiçbir mektubu yanıtsız bırakmadım. 85. doğum günümün sabahında yaklaşık 900 kutlama mektubuna yanıt vermek üzere masama oturdum. Yazdıklarıma değer veren André Gide bana gönderdiği 1951 Aralığındaki mektubunda şöyle yazar: “Hesse: Var olan çarklardan herhangi birine ayak uydurmayı aklından geçirmeyen yaşlı bir bireyci (individualist) yazardan bir kez daha selam size!”1946 Eylülü’nde bana Frankfurt Kenti Goethe Ödülü, 1946 Kasımında da Nobel Edebiyat Ödülü verildi. Sağlık durumumdan dolayı ödülü bizzat gidip alamadım ama teşekkür metni yazdım. Onun arkasında bana verilen ödüller birbirini izledi. Yapıtlarım çeşitli dillere çevrildi. Evim ziyaretçi akınına uğradı. Yaşlılığımdan dolayı insanları evimde kabul edecek durumda değildim. Thomas Mann, Martin Buber ve Hans Carossa’yla yeniden görüşmenin mutluluğunu yaşadım. Bir günde meslektaşım André Gide ziyaretime geldi. André Gide’in damadı Doğu’ya Yolculuk’u Fransızcaya çevirdi. Son günlerimde sevdiğim insanlarla görüşmek beni mutlu etti. Ziyaretime gelen Wilhelm Gundert 1952 Eylülünde bu dünyadan göçtü. Boncuk Oyunu en son yazdığım önemli bir yapıttır. “1945 yazında birlikte geçirilmiş güzel saatler için teşekkürle ressam Ernst Morgenthaler’e adanan Düş yolculuğu 1910-1932 yılları arasında kaleme alınmış masalları, simgesel öyküleri ve parodileri içerir.” Beni on bir yıldan beri tedavi eden doktorumun ellerlinde kendimi güvende hissettim. Böylelikle uzun zamandan beri lösemiden rahatsız olduğumu bilmedim. 85. doğum günümde Montagnolalılarca kentin onursal vatandaşlığına kabul edildim. 8 Ağustos 1962 gecesi uykuda geçirdiğim beyin kanaması sonucu bu dünyadan göçtüm. 11 Ağustos 1962 günü sıcak ve aydınlık bir ikindi vakti S.Abbondio gömütlüğünde toprağa verildim. Teşekkür konuşmalarının akabinde iki oğlum, İsviçre ordusunun üniformasını giymiş iki torunum tabutumu alarak küçük kilisenin gömütlüğüne ve orada açık duran mezara taşıdılar. Eşim Nion “Alman dili edebiyat ve yazını en saf seslerinden birini kaybetti” diye yazdı. Ölümünün akabinde benim ikinci sınıf bir yazar olduğumu kanıtlamaya çalışanlar meydanlarda cirit attı. Okurlarım bana bağlılıklarını sürdürdü ve beni eskisi gibi bağırlarına bastılar. Hakkımda sürdürülen kampanyalar sayesinde yapıtlarımın satış rakamı en düşük seviyeye düştü. Benden kalan son derece zengin yazınsal metin 1963 yılında kurulan Hesse Vakfı’na devredildi, vakıf da bu yazınsal metinleri Marbach’taki Schiller-Ulusal Müzesi’ne aktardı. Eşim Ninon binlerce mektubu, günlük notu, diğer not ve bildirimlerden 1966’da bir seçki yapıp titiz açıklamalarla donatarak 1900’den Önce Çocukluk ve Gençlik adıyla yayımlattı. İki ciltlik Edebiyat Üzerine Yazılar benim kalemimden çıkmış kitap eleştirilerinin ancak onda birini içermesine karşın pek çok okuyucu için yenilik oluşturmuştur. Altmışlı yılların ortasında kitaplarım satış rekorları kırdı. Okuyucuların çoğu gençlerden oluşuyordu. Üniversite dergisi Yale Review’de bir deneme yazısında “Hermann Hesse ile Herbert Marcuse Amerikan gençliğini büyüleyen iki yazardır” diye yazıyordu. Ben daha sonraları kolejlerde ve seminerlerde okutulan ve üzerinde çalışmalar yapılan bir konuma yükseldim. Hakkımda yapılmış, aralarında pek çok doktora çalışmasının da yer aldığı önemli incelemeler vardır; özellikle Amerika’da ön plana çıkmış söz konusu araştırma ve incelemelerin başını çeken Theodore Zilkowski olmuştur
“Benden bu kadar sevgili Bedriye. Bir sonraki görüşmemizde buluşmak üzere seni sevgiyle kucaklıyorum.”
“Ben de seni sevgiyle kucaklıyorum.”
Kaynaklar: Hermann Hesse’in Mektupları. Çeviren: Dr.Battal İnandı. Hermann Hesse. Bernhard Zeller. Çeviren: Kâmuran Şipal. Afa Yayınları. S.222.
İlk Yayım: İnsancıl Dergisi, 2016
Yorum Kapalı.