BİLİYORDU DÖNMEYECEKTİM
Fatigül Balcı
Birol İnan’ın son çıkan (Alfa Yayınları, 352 s. Kasım 2020), “Biliyordu Dönmeyecektim” adlı kitabını, önceki romanlarında olduğu gibi yine keyifle, beğeniyle, okudum. İyi bir anlatıcı olan yazarın dil zenginliği, kendine özgü biçemi, anlatımındaki samimiyet, yalınlık okuru sıcacık yakalıyor ve sonuna kadar da bırakmıyor. Ünlü bir ses sanatçısının yaşam serüveni üzerine özgülenen roman, ülkenin yarım asrı aşkın sosyal yapısına / yapılanmasına da ayna tutmaktadır. Bu aynada kimler yok ki tanıdık, tanımadık, bu, hızla değişip dönüşen zamanda neler yok, neler yaşanmamış ki.
Yazar, roman evreni kurmakta oldukça başarılı ve gerekli atmosferi yarattıktan sonra da, karakterleri kanlı canlı yerleştiriyor içine. Birbirinden ilginç karakterlere, tiplere, olmadık roller biçiyor, kimi hayatın içinde, zirvede yer alırken, kimi dışında ya da kıyısındadır… Sanat camiasından tut, dönemin her türlü trendini, eğlence kültürünü, köy, kent yaşamından izlenimleri tüm gerçekliğiyle görüyoruz bu romanda. Yazar bütün bunları ustalıkla, tatlı bir dille anlatırken, metafora, ironiye, söz sanatına da başvurmaktan geri kalmıyor, bu da okurun düş gücünü artırıyor ve okuma zevkini yükseltiyor. Belgesel seyreder gibi hissettim kendimi; çünkü betimlemeler, görsel anlatım öylesine güçlü ve doğaldı ki.
Roman, “Kaderini cesaretle yazanların, geleceğini geçmişinden kurtaranların hikâyesi” diye başlıyor. Daha bu ilk cümle merak uyandırdı bende; insanın kaderini cesaretle yazması ve geleceğini geçmişinden kurtarması olağanüstü bir deneyim olmalıydı?
Kahraman, kaderini yazmaya geldiği İstanbul’da, “Uzağa gittikçe daha güvende ve mutlu olurum sanmıştım, ama kendimi bu kalabalıkta tamamen yitirmiştim. Diyarbakır diyarımdı, ilimdi. Orada Allah’a, peygamberlere, vicdanıma emanetken daha iyiydim” der ve o uzağa daha yakın olan yerleri aramaya çıkar…
Başka bir gün, İstanbul gibi yerde, kadim sevdasının bir tanığına rastlar Turan Demir, bir dergiyi arar bulur, iyi hisseder kendini… “Odam dün gece, mağarada yattığım zamanlardan beter geldiği halde, dergiyi okumaya başladıktan sonra aynı oda sanki bu dergiyle güzelleşmiş, neşe bulmuş; koca şehirdeki yalnızlığım, çaresizliğim kaybolup gitmişti. Duvarların rengi neşeli, bereketli çayır rengi; dökük tavanı ise sitareden baktığım gökyüzü gibi masmaviydi” der mutlulukla.Zengin düşlerin, duyguların adamıdır Turan Demir; lakin gün gelecek o tanığa da, dergiye de nasıl lanet edeceğini bilemezdi elbet!
***
Romanın kahramanı Turan Demir henüz bir yeniyetmedir, sesinin güzelliği dillere destan, düğünde bayramda, kadınların kabul gününde ve hatta mevlitlerde de aranan ağırbaşlı, sevilen biridir. Daha çok da ağanın misafirlerini şenlendirir. Ağanın ne zaman misafiri gelse, Turan Demir başköşede yerini alır türkü söyler yanık yanık. O eğlencelerin olmazsa olmazıdır. Ağa bununla da yetinmez, traktör alır sürecek kimseyi bulamayınca bu maharetli yeniyetmeyi oturtur traktörün üstüne. Böylece Turan Demir, ağanın evine daha sık gider olur.
Ağanın evine girip çıkarken, bir genç kız yeşil yeşil bakar bu yakışıklı yeniyetmeye, sonra o bakışlar kızıla dönüşür ve kıpkırmızıya… Ağanın küçük kızı sandığı bu genç dilber, onun üçüncü karısıdır. Turan’ın imkânsız sevdası bin beş yüze katlanır! Korkar bu sevdadan, istemez o eve gidip gelmeyi, daha çok da bağevine gitmeyi, orada lehimli tenekeleri içeri taşımayı; ama el mahkûm, ağaya karşı gelinir mi? Ya ağanın karısına?
Bir zaman sonra ağanın evine gitmenin ne kadar tehlikeli olduğunu iyice anlar, Turan Demir, çünkü oradaki o bir çift yeşil göz, yemyeşil ağular gibi yakıyordu bedenini, içini titretiyordu bilmediği bir korku! İliklerine işleyen bakışlardan, kulağına fısıldanan sözlerden anlıyordu başına geleceği…
Bir gün anası Turan’ı çıplak uyurken görür, kadın korkudan taş kesilir, zira tehlikeli bir dişi kurt, acımasızca dalamıştır oğlunu! “Vay ateş döküle bedenine, canına” diye ilenir, oğlunu o hale getirene.Bir dahakine sağ kurtulamayacaktır gözünün nuru evladı, yani bu bir ölüm tuzağıdır, ölüm dansı… Ana ağlar, sızlar, ertesi günü köyden gönderir oğlunu.
Şehirde de kendini güvende hissetmeyen, ağanın karısının ağulu sevdasıyla baş edemeyen Turan Demir, oradan da kaçar. İstanbul’a, Unkapanı’na atar kapağı, şöhret olup sevdiğine uzaktan uzaktan sesini duyurmak için…
Turan Demir’in hikâyesi tam da burada başlar. Belki de şöhretini bu yasak sevdaya borçludur Turan ve belki de o sevda olmasaydı şöhreti Diyarbakır’la sınırlı kalıp, ülke dışına taşmayacaktı. Belki o ölümcül sevdanın korkusuz dilberinin hayatı da yaşadığı o yasak sevdayla değişmişti: önündeki dağları yıkıp devirmesini, aşılmaz yolları aşıp terki diyar etmesini de o sevdaya borçludur ve belki de kendini ta dünyanın öbür ucunda bulmasını da? Okumadan bilinmez…
Yeniyetmeliğin doruğunda yakalandığı sevdayı düşlerinden silemeyen kahraman, daha sonraları nice sevda, ihanet ve pişmanlıklarla sınanır. Ta ki derin bir aşkın, durgun sularına bırakıncaya kadar kendini, “Senden önce sevgiyi yalnızca isim olarak biliyormuşum. Şimdi içimde hissediyorum. Rengini bile tarif edebilirim sevginin; pekmezköpüğü, camgöbeği, sincabi, tavşankanı, gecemavisi… bütün renkler sevişip gökkuşağı oluyorlar içimde” der, sevgilisine. Bazen aklının rengi de gökkuşağı gibi rengârenk olur kahramanın, zira öyle hisseder ya da arapsaçı rengi…
Roman, sıradışı bir hayatın, birbirine örülü, girintili çıkıntılı öyküleriyle biçimlenirken dengenin bıçak sırtında olduğunu görüyoruz, kurgudaki en önemli başarı bu dengedir. Aynı zamanda, sevimsiz ve olumsuz unsurların hak ettikleri biçimde bir sona ulaşmaları, okurda iyi duygular uyandırırken, yazardaki adalet / vicdan terazisinin hassaslığını da göstermiş oluyor. Bu duyarlılık bir yazar için olmazsa olmazdır. Çok beğendim, tebrikler, imgelemine, aklına, fikrine sağlık, Birol İnan.
Yorum Kapalı.