İNSAN İNSANIN KUTSALI
Bilimkurgusal Öykü
A.Cengiz Büker
(Latince, çok bilinen, eski bir söz der ki “homo homini lupus”. Anlamı: “İnsan insanın kurdudur.” İnsancılık öğretisinin (hümanizm) bu söze yanıtıysa şu: “homo homini res sacra.” Anlamı: “İnsan insanın kutsalı”).
“Milattan Sonra 3295 yılındayım… Bu günü, doğal olarak, kolay anlaşılsın diye, sizin çağınızda kullanılmakta olan zaman sistemiyle söylüyorum. Eski Avrupalılarca, takvim başlangıcı kabul edilen, ‘bir Peygamberin doğumu’ anlamına, ‘Milat’ terimi geçerli sizin çağınızda. Gerçekte, Bilişim-Çağı’nın başlangıcı olarak Milattan Sonra 2042’yi sıfır kabul eden Genel-Evrensel-Takvim’e göre farklı bir tarih vermem gerekirken…”
Bu sözler, çok-yönelimli-yükselteçlerden duy-görsel olarak yayımlanıyor. Salon her görevden her bilim dalından ve her çalışma alanından araştırmacıyla dolu. Binlerce çift meraklı göz ve kulak, isterse son üç-beş yıl içinde hızla yaygınlaşan Genel-Evrensel-Dil’de isterse kendi seçtiği İşitsel-Öznel-Dil’lerden birinde söylevi dinliyor. Ortalığa, sanki koca salon bomboşmuş izlenimini veren, ürkütücü bir sessizlik egemen.
Konuşmacı bin yüz Dünya-Güneş-yılı sonrası bir gelecekten seslenmekte. Avrupa-Birleşik-Devletleri’nin dört boyutlu ‘INT-8’ kentindeki Tüm-Evren-Laboratuvarının koca bir altıgen yapı içindeki dev bilgisayarının yuvar-sürücü bölmesine yerleştirilen ‘aşırı-küçük dört-boyutlu-sürücüden gelen elektronik düşünce-dalgaları, aynı anda binlerce değişik öznel iletişim diline çevrilerek, salonun kapsamlı varlığı içinde yayımlanmakta:
“Güneş Sistemimizin boş alanlarını kullanıma açıp, yerleşim olanaklarını genişletme çalışmalarında, sizin Dünya adını verdiğiniz gezegenin iki binli yıllardaki ‘hızlı-su-yitimi-evresi’nde yok olan pek çok hayvan ve bitki türünün, çok sayıda canlının ve değişik yaşam biçimlerinin anımsanarak, doğal-doğa’nın yeniden keşfedilmesi… Hiç olmazsa yeni ulaşılan gezegenlerde, klasik-biyolojik-yaşam’ın sağlanması, canlandırılması, zenginleştirilmesi çabaları…”
“Bu amaçla toplanan Yıldızlararası-Uyumsal-Kurul, sizin çağınızla ilinti kurulmasının uygun olacağı kararını vererek…”
Gelecekten seslenen bu konuşmayı dinlerken bilginlerin, araştırmacıların, aydınların, tüm ilgililerin zihninde uyanan sorular, sorular, sorular… Zaman içinde matematik iletişimin gerçekleşmesi gibi inanması güç bir olay sözkonusu olan. Yazılmış bir izlence nasıl çoğaltılabiliyorsa, evrensel-örgü içinde sayısız bilgisayarlara dağıtılabiliyor ve aynı anda başka başka yerlerde bulunması sağlanabiliyorsa, zamanın değişik bölümlerinde bulunması da sağlanamaz mı?
İşte şu anda izleyenler, bu hem en eski hem de yepyeni sorunun yanıtını yaşamakta. Bin iki yüz seksen yıl sonraki bir zaman noktasında bulunan bir izlenceyi özdeş-süreli olarak birlikte yaşayabilmek. İşte gerçekleşmişti sonunda… İşte şu anda kendileriyle iletişim içinde bulunan karmaşık izlence; fizik ve biyolojik olarak burada bulunmayan ama sanal bir varlık olarak somut iletişim kurabilen basbayağı bir bilinç, bir insan aklı karşılarında. Bin iki yüz seksen yıllık bir boyut içinden geri gelebilmiş gerçek bir insan! Sorguluyor, anlatıyor, açıklıyor, şaka yapıyor. Akıllara takılabilecek soruları önceden kestirip bunlara yanıt arıyor… Bu bir insan mıdır tıpkısı tıpkısına? Yoksa yalnızca bir düşünce, ya da bir soyut izlence mi?
Bir düşünce midir insan? Bedensiz bir bilinç, etkileşimsel bir izlence insan sayılır mı? İzlence ve düşünce kavramları aynı şey midir? Düşünce denen şey gerçekte bilişimsel bir izlenceler dizisi midir yalnızca? Beyin denen fiziko-kimyasal temele dayalı örgensel bilgisayarda işletilen bir izlenceler dizisi mi?
“Önemli olan evrim kavramıdır…” diye sürdürdü konuşmasını salondaki ses, “Evrim sürekli bir değişimin tek yönlü görünümüdür… Oysa evrim belki de tek yönlü değildir.” diye kuramlandırdı savını; “Belki de herşey her yönde değişme içindedir durmadan. Değişimin ve zamanın akışı tek yönlü olmak zorunda mı?”
“Siz özgürlük adına, egemenlik adına savaşlar yaptınız çağınızda. Buna inandınız. Oysa birbirinizin özgürlüğünü yok etmekten başka bir şey değildi yaptığınız. Uygulanan her şiddet neden oldu yeni bir şiddetin doğmasına. Özgürlük kavramı bir tanımlama olayıdır temelde. Oynadığınız oyunun kuralları dışına çıkmanız özgürlük sayılabilir mi? Kurallara uymaksa tutsaklık mıdır? Her oyun belli bir kurala bağlı değil midir? Örneğin dama oynayanların, satranç oynayanlardan daha özgür olduğu söylenebilir mi? Böyle bir karşılaştırma ussal olur mu? Kuralları çiğnemek değil, kuralları düzeltmektir gerçek özgürlük, bizce. Sömürmek değil iletişim kurmaktır. Bilinçsizce oyun kurallarını arama çabasıydı, diyebilir miyiz, sizin yaptığınıza? Kurallara uyum sağlayamamaktan doğan sürekli bir çatışma değil miydi, size ilişkin geçmişte görülen? Bize ilişkin olan bugünse oyunun kurallarını kendimiz koyuyoruz, doğa yasaları değil, kör güdüler değil…”
“Özgürlük eşittir sevgi, diyoruz. Tek katı kural sevgi olmalı, diyoruz. Düzence, öz-düzence olmalı. Tüm kurallar elimizde olmalı. Arama gereksiz, savaş gereksiz… Biz de, şimdi bu yüzden geçmişi değiştirip yeniden kurmayı deniyoruz işte!”
“Geçmişteki büyük yanlışları silmek bir zorunluluk artık! Ben, kendime göre, belki biraz romantik bir anlayışla, Tarihi, sizin takviminizle, on beşinci yüzyıldan beriye yeniden başlatmak isterdim. Yeniden yaratmak hümanizmayı, rönesansı, evrensel ülküleri, usçuluğu, us araştırmalarını…”
“Bu kez daha da evrensel genişlikte!” “Şimdi sizden dilediğim nedir, öyleyse? Dileğim şudur: İşbirliği…”
“Zamanda ve mekânda yalnızca bir kez var olmuş olup, sonra yitirdiğimiz klasik doğru-düşünme-alışkanlığını yeniden öğrenmek, yeniden kazanmak için işbirliği…”
“Bunun içinse ben, bu deneyin deneği olarak, deyim yerindeyse, çağlar arası bir Donkişot, bir iletişimci gezgin-şövalye olarak ya da dilerseniz bir kâşif ya da bir öncü olarak görevliyim. Bu amaçla, her şeyden önce neye gereksinim duyuyorum, biliyor musunuz? Bir bedene…”
“Sağ olun, uzay-iletişim teknikleri üzerinde son birkaç onyıl içinde gerçekleştirdiğiniz ilerlemelerle, kendimi bir izlenceye yazdırarak, size seslenmem olanağını verdiniz bana! Ama beni oluşturan bu izlencede yüklü olan yeteneklerden ancak pek azını kullanabiliyorum yine de; sizlerle karşılıklı bir söyleşiye, soru-yanıt bir tartışmaya girebilmek için daha ileri bir teknolojiye gereksemem var; örneğin bir üstün-robot-bilgisayar… Ya da tabii, bunun yerine beni bir beyin-dalgaları-izlencesi olarak, elde hazır bulunan bir biyolojik-bedene yerleştirmek de olanaklı. Ama siz daha bu işlemi yapacak biyo-teknolojik düzeyde değilsiniz ki… Yanılmıyorsam, yaklaşık yarım binyıl sonranın yöntemi bu. Şimdilik bir düşünsayarla, yani bir düşünen-bilgisayarla yetinmek zorundayım…”
“Gerçekte başarmayı umduğumsa, büyük evrensel felaketlerin başladığı dönem olan Milattan Sonraki on beşinci-on altıncı yüzyılları incelemek. Ne ki o yıllara dönemiyorum işte. Çünkü onlarda henüz bilgisayarlar, düşünsayarlar, dijital düşünce-akıtım teknolojileri yok. Bu teknikleri belki ilerde ben onlara götürmeyi düşünebilirim. Ama önce o dönemle iletişimsel bir bağ yaratma sorununu çözmem gerekiyor.”
“Sizin takviminizle yirmi üçüncü yüzyılda, durdurulamayan teknolojik kirlenme ve makineleşme sonucu olarak, doğal ortamların yıkılmasıyla birçok canlı türü ortadan kalktı. Bu arada homo sapiens türü de yok oldu. Yerlerini öte-robotlar aldı. Şimdi benim çağım olan otuz üçüncü yüzyıldaysa, gen teknolojisi kullanarak ya da başka bir yolla, homo sapiens’in aradan geçen süre içindeki tüm evrimiyle birlikte yeniden yaratılması işlemi yapılamıyor. Çünkü gerekli ortam evrendeki milyarlarca yıldızda ve gezegende var değil artık, ne yazık ki… Kaynak bol, madde bol, enerji bol… Ama anlaksal bilinç sürecini yaşatmayı sürdüren bilgisayarlı-üstün-robotlar insanın yerini tutamıyor. Yapay olarak yaratılan en yüksek anlak-makineleri, etten kemikten oluşmuş doğal biyolojik yaşamın özü olan yaşam sevgisini, başka bir deyişle, olumlu-yaşam-gücü anlamında libidoyu verememektedirler… Demek, merak yok, ilgi yok, dilek yok, sevgi yok, sevinç yok, tat yok…”
“Buyruk alacak üstün makineler, robotlar var; ama buyruk verecek istem yok!”
“Yirminci yüzyıla gelene değin doğayla savaşan insan, doğaya egemen olup onu kendine uydurma yolunda öylesine aşırılığa gitti ki, sonunda tümüyle yok etti doğayı, yalnızca dünya gezegeninde var olabilen yaşam ortamı anlamında.”
“Sonra da, bu ereksiz, amaçsız, anlamsız doymaz tutkunun sonucu olarak insan insanı yok etti. Homo sapiens kendi türünü kendi yok etti…”
“Yeryüzü daha pek çok milyarlarca nüfusu rahat rahat barındırabilirdi pekâlâ. Yeryüzü topu dışından da enerji kaynakları bulunabilirdi.”
“Nitekim bulundu da.”
“Ama erişilebilen en yüksek sayı on yedi milyarı aşamadı. Gezegenlerde yeni yaşam yöntemleri bulundukça bilince ve emeğe gereksinim arttı. Robot ve süper bilgisayar teknolojileri çok ilerledi; tüm görevler onlara yüklendi. İnsan işsiz ve anlamsız bir duruma düştü. İnsan insanın düşmanı oldu… Bugünse, -Milât-Takvimine göre otuz üçüncü yüzyılı demek istiyorum-, evrende bildiğimiz insan kalmadı. İnsan arıyorum ben şimdi… Kentilyonlarla ölçülüyor evrende duyulan insan gereksinimi… Belki daha da çok… Her türden…”
“Her türden, her renkten… Ak, kara, Asyalı, Afrikalı, Avustralyalı, Amerikalı, sarı, kızıl, melez… Her renkten, her ırktan, her karakterden… Her türden insana tükenmez özlem duyuluyor. Çünkü insan varsa evrenin anlamı var. Zenginlik ve refah insan içindir, insanla artar. İnsan olmazsa mutluluk, sevinç, özgürlük kavramları var olamaz. İnsansız bir evren neye yarar!”
“İnsanın değeri geç anlaşıldı. İnsanın en yüce erek olduğu geç anlaşıldı. Hani eski bir söz vardır, Latince. Der ki:”
“‘H O M O H O M İN İ R E S S A C R A ’… “
“‘İnsan insan için, kutsal olandır’ anlamında…”
“Geçmiş zaman, yanılgılarla dolu. Bu yanılgıları düzelterek, şimdi, geri alınacak zamanların yardımıyla, geçmişi yeniden yaratmak durumundayız birlikte. Hep saldırmaya, savunmaya, öldürmeye yönelmiş çağlar boyu geliştirdiğimiz uygarlıklar. Oysa şimdi geri gelip her şeye yeniden başlamaya, yaratmaya, yaşatmaya yönelmeliyiz… Şimdiden…bana göreyse geçmişten… size göreyse gelecekten… Demek, şu beni dinlemekte olduğunuz, size göre Milattan Sonra 2195 yılından, bana göreyse Milattan Sonra 3295 yılından başlayarak…”
A.Cengiz Büker
Yorum Kapalı.