Fast Food Çağında İnsansızlığın Duyulmayan İnsan Çığlığı
Bedriye Korkankorkmaz
Günümüz insanı olanaklarına rağmen neden bu denli yalnızlık çekiyor? Bayramlarda büyüklerinin ellerini öpmek yerine neden tatile gitmeyi tercih ediyor? Aile bireyleri bile cep telefonları yüzünden neden sohbet etmeyi unuttular? Ebeveynler neden çocuklarını bu insansızlıktan kurtaramıyorlar? Neden insanlara değerleri kadar değil giysilerinin markaları kadar değer biçiliyor? Neden vefa/ erdem/ ilke/ mücadele/ emek kavramlarının içeriği bu kadar hızlı bir şekilde boşaltıldı?
Ünlülerin, zenginlerin her şeye sahip olmalarına rağmen neden depresyona girdikleri ve birçok ünlünün neden intihar ettiği sorusu üzerinde de düşünüyorum. Bir zamanlar küçümsenen köylerin neden şimdi insanlığın bir sığınağı haline geldiğini, kapitalist ve emperyalist güçlerin neden oraları da tekeline aldıklarını… Artık büyük marketler bile “organik ürün” etiketi altında ürünlerini iki katı fiyata satıyor. Köylülerin ürünlerini yazık ki halk değil, zenginler tüketiyor. Tüm bu saydıklarımın ya da sayamadıklarımın tek bir açıklaması var o da: küresel/ teknolojik ve kapitalist güçlerin toplumları insansızlaştırması. Tekelleşmenin ve kendi yalnızlığı içinde sıkışan halk bir çıkış noktası arıyor, çölde vaha arar gibi. Gösterişten ibaret olan acıların, aşkların, dostlukların yaşanması, yirmi birinci yüzyılda insanlığı mutsuzluğa boğarak yaşarken ölmesine neden oluyor. Bu insansızlığın önüne geçilemiyor; teknolojik gelişim insanları metalaştırarak rant sağlamakta oldukça kararlı.
İnsanlar gündüz ellerindeki fenerlerle ruhlarını aradıkları gerçeğinden bihaber oldukları için rüzgârın estiği yöne doğru eviriliyorlar. Saat değiştirir gibi sevgili değiştiriyorlar. Aşk evliliği yapanlar bile altı ay sonra kanlı bıçaklı ayrılıyor. Ruhun evliliğini yapmak isteyen insanlar çağ dışı kalmış olarak lanse ediliyor. Bu yüzden genç kızlar yemeyip içmeyip estetiğe büyük paralar ödeyerek görsel ve geçici mutluluğun müdavimi oluyor. Biliyor ki ruhunun bedeni ve kusursuz fiziğiyle uyandırdığı şehvet kadar değeri yok erkeklerin yanında. Tanrı selamı da ücrete tabi olmuş durumda. Kimse kimsenin açlığından/ yoksunluğundan/ umarsızlığından etkilenmiyor. Kitaplar büyük marketlerde satışa sunuluyor. Ulusal gazeteler haber yapmak yerine çıplak kadın resimleriyle tıklanma peşine düşmüş. Okuyucular ince, hemen tüketebilecekleri kitap okumayı tercih ediyor. Mekanikleşmiş duygularına hitap eden sanat yapıtlarına yöneliyorlar. Bu yönelimi en çok büyük yayınevleri destekliyor. Ulusal dergilerin kitap eklerinde bu türden fast food yapıtlarının reklamı yapılıyor.
Bakın Rilke tutku ve sanat hakkında neler söylüyor: “Ortadaki cinsel dünya tümüyle yetkin ve saf bir nitelikten yoksundur, yeterince insancıl değildir, yalnızca erkeksi bir dünyadır, bir kösnüllük, bir esriklik ve tedirginliktir; eskiden kalmış önyargıların ve büyüklük taslamaların yükünü taşır, taşır üzerinde; öyle ön yargılar ve büyüklük taslamalar ki, bunlarla erkek sevgiyi sevgi olmaktan çıkarmış, adı geçen önyargıları ona mal etmiştir. Erkekler bir insan değil de, yalnızca bir erkek olarak sevdiği için, cinsel duygularında görünürde bir darlık, vahşi, çirkin, zamanla bağımlı, geçici bir özellik saklıdır; bu da sanatın değerini küçültmekte, onu sağlamlıktan uzak ve sallantılı bir duruma sokmaktadır. Dolayısıyla, kusursuz sayılamaz böyle bir sanat, zaman ve tutkunun damgasını taşır, ilerde de sürüp gidecek ve varlığını koruyacak pek bir şeyi içermez.” (s.54)
Büyük düşünür Montaigne bizim insanın iç özgürlüğünü kazanmasının paha biçilmez değerinin farkına varmamızı sağladı. İnsanlığın özgürlüğüne verdiği önem /değer onu büyüttü.
Kendimizi yönettiğimiz sürece kimsenin bizi yönetemeyeceğini, kimsenin bizi üzemeyeceğini, hayatla aramıza mesafe koyamayacağını, sadece ve sadece yaşadıklarımıza karşı sorumlu olduğumuzu kanıtladığı için büyüktür Montaigne.
Çünkü onun kendi sözleriyle özetlediği tek bir mahkemesi vardır: “Çünkü benim yargılarına boyun eğdiğim kendi yasalarım ve kendi mahkemem var.” Şimdi bu fast food çağında Montaigne ve onun gibilerin yazdıklarını bir kere daha düşünmemiz gerekiyor. Bu hız çağında kimin vakti var, kendi iç dünyasına bakmaya, ona özen göstermeye, karşısındakinin ruhunu anlamaya? Hızlı tüketim kendi içimizi, değerlerimizi de tükettiğimiz anlamına gelmiyor mu? Benim kendi yasalarım var diyen Montaigne’in aksine, biz kendimizi tüketimin, metalaşmanın yasalarına teslim etmedik mi? Birey olma onurunu piyasanın fabrikasyon kişiliklerine tercih etmedik mi?
.
Günümüzde gençler ve çocuklar geleneksel ve sağlıklı beslenme biçiminden uzaklaşıp insan sağlığını tehdit eden fast food beslenme biçimine teslim oldu. Bir toplum, neden kendi ekonomisine değil de kendi ülkesini her açıdan sömüren ABD’nin çıkarlarına katkıda bulunmak için canla başla mücadele eder? Aileler neden çocuklarını fast food ürünlerle besler?
Toplumumuzda fast foodlaşma sürecinin daha iyi anlaşılması için fast food restoran zincirlerinin tarihine bakmakta yarar var. Fast food restoranlar gün içinde uğradığımız, ayaküstü siparişimizi verdiğimiz fazla vakit geçirmeden ayrıldığımız yerlerdir. Hamburger paketi, kâğıt paket içinde patates cipsleri bulunan, tek kullanımlık bardakları, tek kullanımlık sosları ve pipetleriyle bütün dünyada “hızlı yemek”in mönüsünü oluşturur.
İlk kez self servis olarak Berlin’de kurulsa da asıl varlığını 1921’de White Castle Kansas’ta gösteriyor. Bu yeme içme kültüründen ilham alan Mc Donalds 1940’ta California’da kuruluyor. 1948’de ilk içecekle servis edilen hamburger satışını yapıyor. Kısaca günümüze değin süre gelen fast food’un temeli 1948’de atılmıştır. Ülkemizde ise fast food restoranları ilk defa 1986’da açılıyor. Basınımız ve halkımız fast food restoranlarının açılışını büyük bir coşkuyla karşılıyor.
Araştırmalara göre fast food pazarı 1921’den 2022’ye kadarki süreçte 170 milyon dolarlık bir kazanca sahip olmuş ki bu rakam bütün gerçekleri yansıtmayabilir. 2017’de ABD’de 170 milyon dolarlık pazar haline gelmiş; 2025’te ise bu rakamın 263-8 milyar dolarlık hacme sahip olacağı tahmin ediliyor. Ülkemizde fast food endüstrisi 2018’de 4,5 milyar TL’lik kazanç sağlamış.
Modern toplumlarda McDonaldslaşmanın bir dayatması olarak hayatımıza giren fast foodlaşma kültürü daha ileriye giderek toplumların gündelik ilişkilerini kuşatma altına alır. Pazarlama stratejisi üzerine kurulan fast food restoranlar temel kurallarını çok iyi bir şekilde belirlemiştir. Dört ana ilkeye dayanarak karşımıza çıkarlar: Verimlilik, hesaplanabilirlik, öngürülebilirlik, denetim rasyonellik ve irrasyonellik bilinci. Verimlilik ilkesinde amaçları belirlenmiş bir amaç için en uygun araçlar seçilir. Bu ilke tamamen müşteriye hitap eder. Tüketicilerin ihtiyaç hissettikleri şeyleri asgari bir çabayla daha hızlı bir şekilde elde etmeleri sağlanır. Bu amaç fast food çalışanlarına ve yöneticilerine birçok avantaj sunar. İşçiler bu metot sayesinde fazla yorulmadan görevlerini daha hızlı yaparlar, yöneticiler ise bundan çok daha fazla kârlı çıkarlar.
Modern toplumun kapitalist egemen güçleri ilk döneminden günümüze değin insanları denetim altına almak için teknolojik deneyler geliştirmiş ve başarılı sonuçlara ulaşmışlardır. Günümüzde gelişen teknoloji ise rasyonelleşmiş toplumda çalışanların yerini almış ve insansız üretimin hızlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır. Geliştirilen robotlar, bilgisayarlar ve cep telefonlarını denetlemek insanları denetlemekten çok daha kolaydır artık. İnsansız teknolojiler aracılığıyla denetimlerine aldıkları toplumların değer yargılarını/ sanatını/ kültürünü diledikleri doğrultuda değiştirmişler ve içinde büyüdüğü toplumun ahlaki ve insani değerlerine yabancılaşmış insanları sürü psikolojisiyle istedikleri seviyeye getirmişlerdir.
Fast Foodlaşma hesap edilebilen, sayılabilen ve çok çabuk nicelleştirilen bir yapıya sahiptir. Fast foodlaşmada nicelleştirme tekniği hem işlemlerle hem de mallarla ilintilidir. Güncelleştirdikleri ürünleri ve işlemleri daha öngörülür hale getirirler. Teknikleri hiç değişmez; çünkü her yerde aynı malzeme söz konusudur. Müşteri fast food restoranlarında az ücretle çok ürün aldığını sanır. Bu yanılsamaya kapılmayan hemen hemen hiçbir tüketici yoktur. Yanılsamayı görselleştirmek için oldukça büyük hamburger ekmeklerinin arasına koydukları malzemeleri ekmeğin dışına taşacak şekilde tasarlarlar.
Fast Food kültürü için öngörülebilirliğin önemi çok büyüktür. Fast food restorana giden her müşteri aynı yiyecekleri bulacağını bildiği için herhangi bir sürprizle karşılaşmayacağından emindir. Fast foodlaşmış toplum da rutin ve mekanik ilişkiler üzerine kurulmuştur. Bu toplumlarda insanlar başkalarıyla kurdukları ilişkilerde her zaman ihtiyatlı olmak isterler; çünkü bunun ruhsal olarak konforlu olduğunu düşünürler. Bu duygu / düşünce biçimi insan ilişkilerinde onulmaz yaralar açar. İnsan ilişkileri inişli çıkışlıdır. Sürekli aynı şekilde kalamaz. İnsan yaratıcı olmak, karşısındaki insanın ruhunu algılamak için çaba sarf etmelidir; bu çabadan yoksun her ilişkide insan insanı tüketir. Farklılıkların zenginlik olarak algılanmaması din/ dil/ ırk ötekileşmesini dayatır topluma. Kendine sürgün insanların oluşturduğu toplumların duygusal/ ruhsal/ düşünsel/ sanatsal ve tarihsel olarak kalkınmaları mümkün değildir. Fast foodlaşmanın temel özünü oluşturan rutinlik toplumun özgünlüğüne/ özerklik anlayışına büyük darbe vurur. Özerkliğini yitirmiş toplumlar giderek özgürlüklerini yitirir.
Fast food yeme içme kültürünün toplumsal bir işlevi de vardır. Toplumsal yaşamın tüketim sürecine girmesinin bir modelidir. Fast food restoranları eğitim, iş, politika, sanat, boş zamanları değerlendirme…alanlarına hükmederek toplumların nefes alan her alanını kuşatır.
Fast food beslenme biçimi orta sınıfa dışarıda yemek yiyebilme ayrıcalığı vererek onların kendilerini daha ayrıcalıklı/ zengin hissetmelerini sağladı. Kültürel değerlerin bu denli kısa bir süreçte erozyona uğramasının kanıksanması çok zaman almadı. Geleneksel yemekler de fast foodlaştırıldı günümüzde. Lahmacun, lokma, gözleme…gibi. Fast food tüketiminin toplum üzerindeki olumsuz sonuçları artık çok rahat bir şekilde gözlenebilir bir hale gelmesine rağmen popülerliğinden ödün vermeden taraftarlarının sayısını her geçen gün çoğaltmaya devam ediyor.
Hızlı tüketim insanlara doyumsuz tüketimi de dayattı. İnsanların ihtiyaçları olmadığı halde sürekli olarak trend olan yeni ürünleri tüketmeye zorlanmaları, giysilere romantik öğeler katarak duygulara ve özlemlere hitap etmenin yanında her tür iletişim /etkileşimin gösterişten ibaret olmasını sağlamayı başardılar.
Mc Donaldslaşmanın tüm dünyayı nasıl etkisi altına aldığına bakalım isterseniz. Bu olgunun meydana gelmesine bazı öncüler hizmet etti. Montaj bandı/ bürokrasi ve bilimsel öncüler bunlardan sadece bazıları. Çoğalan fast food zincirleri moda / teknoloji gibi alanlarında faaliyet gösteren şirketlere model oldu. Günümüzde McDonaldslaşma olgusundan hiçbir kurumun kaçma şansı yok. Fast Food işletmecileri ilk başta tüm dünyanın yeme içme kültürünü ele geçireceklerini elbette tahmin etmiyorlardı. Amaçları yüksek haz, büyük hacim ve düşük fiyatla büyük kârlar elde etmekti. Kendi egemenliklerini ellerinde tutmak için müşterilere kısıtlı menü sundular. Pişirme konusunda geleneksel yöntemden ödün vermeden geleneksel masaya servis biçimini değiştirerek montaj bandını kullandılar. Ünlü restoranların büyük paralarla çalıştırdıkları yemek şefleri yerine restoranda ilk kez çalışanın bile zorlanmadan öğrenebileceği ve hiç değişmeyen tarifler uyguladılar.
Bu kadar başarılı olmalarının altında yatan en önemli neden gıda bağımlılığı yaratması. Yiyeceklerin gıda katkı maddeleri/ yüksek şeker/ yağ içermesi…Monosdyum, glutamat vs. tatlandırıcılar (Asportam sükroz gibi) bununla birlikte kullandıkları Inasin monofosfat müşteride doyma noktasını artırmaya yarıyor. Fast food gıdalarla beslenen çocuklarda Nörotoksit etkiler sıkça görülmeye başladı. .Bu yüzden monosodyum ve benzeri katkı maddelerinin çocuk mamalarında kullanılması birçok ülkede yasaklandı.
Fast food gıdaların diğer katkı maddeleri tatlandırıcılardır. Aspartan, potasyum gibi diyet kolalarda bile tatlandırıcılar sayesinde kalori oranı çok yüksektir. Fast food tüketimini etkileyen faktörlerin başında işletmeler arasındaki marka farlılıkları yaratma rekabetidir. Marka farkındalığı yaratmada ve empoze etmede hedef kitleleri çocuklar ve gençlerdir. Bu yöntemle tıpkı öngörülebilirlik ilkelerinde olduğu gibi onları yarı yolda bırakmayan ve her zaman tercihi markalarından yana yapan gençlik/ çocuklar ellerinin altındadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde kazançlarını riske atacak hiçbir adım atmazlar. Her zaman öngörülü olmak onların vazgeçilmezidir.
Bu kadar yüksek yağ/ şeker/ tuz/ katkı madde/ tatlandırıcıların/ gıda bağımlılığının sağlık üzerindeki olumsuz etkilerinin bazılarını sıralarsak: obezite/ kalp hastalıkları/ insülin direnci/ hiper tansiyon/ karaciğer hastalıkları/çocuklarda vitamin ve mineral eksikliği/ damar çemberinde yağ birikmesi…
Fast food yeme kültüründen sağlıklarını tehlikeye attıklarını bildikleri halde neden vazgeçemedikleri gerçeğini anımsatalım. Bu Hedonik Yeme kültürü insan sağlığına hükmediyor, insan alışkanlıklarını belirliyor. Hedonik yeme kültürü haz alma, tepki verme, müşterinin hayal dünyasını harekete geçirmeyi amaçlar. Gözleri önündeki gerçekleri kanser gibi kronik hastalıklara yakalandıklarında fark ederler. Sağlıklarını kaybettiklerinde ise tıpkı fast food restoranları gibi pazar stratejisi üzerine kurulmuş ilaç endüstrisinin kalkınmasına hizmet ederler hem de ölümüne acı çekerek. Kimi bu yaşam savaşını kazanır kimisi de sevdiklerini geri de bırakarak yaşam serüvenini noktalar.
Fast food restoranlar özellikle baştan çıkarıcı, cazibeli renkleri seçerler. Kırmızı ve turuncu/ kırmızı ve sarı gibi. Müşterilerinin restoranlarında fazla zaman geçirmesini istemezler. Bu yüzden kahverengi renginin iticiliğini restoranlarının dizaynında kullanırlar. Restoranlarını okullara yakın yerlerde açmaları da tesadüf değildir.
Asıl şaşırtıcı bir başka gerçek ise Hitler’in Nazi ölüm kamplarında Yahudileri öldürmenin bir yöntemi olarak da fast food besleme metodu kullanılmasıdır. İnsan kıyımında hatırı sayılır bir role sahip olan fast food beslenme şekli çağın gerçeği olarak kanıksandığı için beklenilenin ötesinde taraftar toplamıştır/ toplamaya da devam ediyor.
Kapitalizmin gerektirdiği üretim dışı tüketime dayalı yaşam biçimi fast food’u toplumsal hayatta ise arzu ettiği değişikleri yapmayı başarmıştır. Artık insanların birbirlerinin sırtlarına basıp yükselmekten/ kimseye vakit ayırmaktan rahatsız olmuyor.
İnsani ilişkilerin gösteriş üzerine kurulması/ incinme ve merhamet etme duygusundan değer yargılarına sırtını dönmesi kendisini kendisiyle aldatan insan sürüleri yarattı. Sormayan/ sorgulamayan / düşüncelerini dile getirmeyen/ hayallerini gerçekleştirmek için zorlukları göze alamayan toplumların içine düştükleri ruhsal ve düşünsel hasarın sonucunu her geçen gün çok daha yakından izleyeceğiz içimiz kanayarak.
İnsani ilişkilerinin gösteriş üzerine kurulması, incinme ve merhamet etme gibi kavramların içeriğinin boşaltılması kendisini kendisiyle aldatan insan sürüleri yarattı. Sormayan/ sorgulamayan / düşüncelerini dile getirmeyen/ hayallerini gerçekleştirmek için zorlukları göze alamayan toplumların içine düştükleri ruhsal ve düşünsel hasarların sonuçlarına içimiz kan ağlayarak tanık olacağız gelecekte.
Bu süreci çok daha vahim bir noktaya gelmeden atlatmak için acilen gerek sanat/ bilim/ eğitim/ siyaset… gibi alanlarda bir araya gelmek, örgütlenmek şart. Kapitalist ve emperyalist güçler karşısında insanı, dolayısıyla insanlığı kurtarmak ülkemizde yaşayan her bireyin birincil ödevi olmalıdır. Bu sorun ancak ve ancak Anadolu değerlerinde birleşmekle, bu değerleri yaşanılır ve yükselen değerler kategorisine koymakla aşılabilir.
İnsan çürümüşse; sağlık/ sanat/ kültür/ tarih/ adalet/ vicdan/ değerler de …çürür. Çürümüş toplumların aydınlık yarınları olmaz. Aydınlık yarınları olmayan toplumlar da köleliğe mahkûmdur.
Yazıyı Gülten Akın’ın eşsiz dizesiyle bitirelim: “Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.”
Yorum Kapalı.