ABDERALILAR HÂLÂ ARAMIZDA MI?
TAHSİN ŞİMŞEK
Eşeğin Gölgesi Davası – Abderalılar.[1] bir roman. Kapak özetiyle “Dahi ile Dar Kafalılar Üzerine Bir Felsefe Romanı” Alman yazar C. M. Wıeland’ın[2] yapıtı.
Kitap, yalnızca zeki insanlara, ironiden – karamizahtan hoşlananlara sesleniyor. “Tandırname” düşkünlerine herhangi bir sözü yok. Tandırname edebi terim.
İşte kitabın kısa bir özeti.[3]
Zaman gönümüzden 2500 yıl öncesi. MÖ 5. yüzyıl. Demokritos, Hipokrat, Euripides dönemi… Trakya’dayız. Gümülcine (Komotini) yakınlarındaki Abdera’da.
Kenti kuranlar, Pers saldırılarından bıkan kaçan Teoslular. Şu bizim Seferihisarlılar.
Abderalılar, zeki ve yaratıcılardır; ne var ki aykırıdırlar. “… kafesin kapısını ancak kuş kaçtıktan sonra kaparlardı. (sayfa 38)”
Kendi çocukları Demokritos’u pek tutmazlardı. O, bu denli akıllıysa kendileri bu denli budala olamazdı.
Demokritos, yirmi yıl süren bir geziden döner. Farklı kültürlerle tanışmış, bilgilerini yeni gözlemlerle zenginleştirmiştir. Hemşerileri onu sıkı bir sorguya / sığaya çekerler. Ondan bekledikleri, ön bilgilerini, kanatlı hayallerini doğrulatmaktır. [ Bugün de ülkemizde ‘Değerler Eğitimi’ adı altında çocuklarımıza aynı hap yutturuluyor.] O’na “burunları olmayan insanları, ağızları olmadığı için çorbayı kamışla içen insanları, gözleri alınlarında ya da dirseklerinde olan güzelleri, çırılçıplak Hintlileri, abanozdan daha siyah Afrikalı Helena’yı…” sordular. Demokritos’un hemşerilerine tek yanıtı vardı: “Normal şeyleri incelemekle öylesine meşguldüm ki, harikulade şeylere ayıracak hiç vaktim olmadı. (Sayfa 45)”
Demokritos’un bu aydın tavrı, [Bugün kutsal değerleri aşağılamak deniyor buna.], Abdera tiyatrosunu ve müziğini küçümsemesi, Abderalıları, yeni önlemler almaya yöneltti. Abderalıların yurt dışına çıkışları, demokratik katılımlı(!) bir yasayla yasaklandı.
Bununla da yetinmediler, o sıralar oralarda bulunan Hipokrat’a başvurdular. Demokritos ya kendilerine benzemeliydi ya da deli raporuyla her türlü haktan yoksun bırakılmalıydı.
Hipokrat, üzerine düşeni yaptı, senatoya bir rapor sundu: “… parası devlet bütçesinden verilecek bütün enfiyeyi halka dağıtmalısınız; adam başına üç buçuk kilo en azından! Meclis üyeleri(e) … iki misli verilmelidir. (…) kökleşmiş hastalıklar inatçıdır ve ancak uzun süre ilaç kullanılarak tedavi edilebilirler! (sayfa 133 – 134)” [Hipokrat, ‘demokrasi tuzağı’na düşüp sürüler içinde sürmeli koyun olmayı değil, sürüyü ıslah etmeyi yeğlemiştir.]
***
Abdera Milli Tiyatrosu’nda sahnelenen Euripides’in Andromeda’sıdır. Euripides de seyirciler arasındadır. Euripides’in suratı asıktır; çünkü içerikle yorum, sözle müzik arasında hiçbir bağ kuramamaktadır. Abderalılara göre ise her şey mükemmeldir. Euripdes de sorguya çekilir. Euripides, kendi oyununu kendi sahnelemek zorunda kalır. Hazdan deliren yine Abderalılardır. [Hiçin, kiçin, turpizmin, maçoluğun da bir evrimi var.]
Kitabın ikinci bölüme daha ilginç.
Dişçi Struthion, yakın bir köydeki hastasına gitmek için bir eşek kiralar. Hava çok sıcaktır, arazi kıraçtır. Mola verir, eşeğin gölgesine oturur.
Eşek sahibi, kira anlaşmasında “eşeğin gölgesinden yararlanma” maddesinin bulunmadığını söyler; ek ücret ister. İnatlaşırlar. Konu, yargıcın önüne gelir.
Kent ikiye bölünür: Eşekçiler ve Gölgeciler olarak. Din adamları, işe karışır. Partiler kurulur: Eşekçiler – Gölgeciler.
Senato, davayı Büyük Meclis’e (400’ler Meclisi) taşır. Sokaklar ayaklanır. Ancak olan eşeğe olur, halk hayvanı parçalar. Eşek ortadan kalkınca kavga da biter. İki tarafın mahkeme masrafları, zararları devlet bütçesinden karşılanır. [Meğer milli birliği sağlamak ne denli kolaymış. Biz de hiç yabancı değiliz değil mi şu “Yorgan gitti, kavga bitti!” kültürüne.]
Bu olaya da tanık olan Demokritos,bütün eşyasını toplayıp gider.[Bilim adamının sokak destanlarıyla işi olamazdı. Eşeğin gölgesinde görülecek hesap kitap yok, ama piramitlerin gölgesinde çok, Eşek Davası Teoremi’ni anımsayalım yeter.]
***
Latona, Grek mitolojisinde Leto’dur, Artemis ile Apollon’un anneleri. Daha çok Likya ve Karya’da baştacı edilir.
Her dinin söylenceleri vardır. Latona’ya bir yudum su vermeyen Milialı köylülerini, Zeus, kurbağa kılığına sokmuştur. Abderalılar, bu Anadolu inancına sahip çıkarlar. Kurbağalı göl de kurbağalar da kutsaldır onlar için. Ne kurbağaların “vrak”larından ne de neden olduğu hastalıklardan şikâyetçilerdir. Tek şikâyetleri, kurbağaları avlayan leyleklerdir. İnanç bu denli sağlam olunca yeni göletler yapılır, kanallar açılır.
Tehlike büyüyüp sağlık sorunları artınca, Senato, çareyi Akademisi’ne başvurmakta bulur. Akademinin raporu, Korax’ın, sofralarda kurbağa bacağı tüketilmesini önerisi, rahipleri ayaklandırır. Rahip Stilbon, ancak iki kişinin teskereyle taşıyabildiği bir kitap yazar.. Özetle, “Kurbağa yiyen olmaktansa, kurbağa delisi olmak iyidir! (sayfa 318)” görüşü toplumca benimsenir. [Biz de hâlâ ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz.’ demiyor muyuz?]
Sonunda ne mi olur? Abderalılar, Makedonya’nın geniş ovalarında kendilerine yeni bir yurt aramaya çıktılar.
***
Kitap kısaca bu. Ancak ayraç içindeki o köşeli laflara, birkaç tümce daha eklemem gerekiyor.
Eşeğin Gölgesi Davası, toplumsal delirmenin somutlaması kuşkusuz.
Evet, dinle devletin bütünleştiği her yerde ve her çağda, din – inanç sorgulaması yasak. Toplumsal bir delirmeye yol açsa da yasak.
Wıeland, bu ironik yapıtında, tarihsel bir eğretilemeyle kendi toplumunu mu sorgulamaktadır? Almanları? Bir yazar öngörüsüyle kitabın yayımlandığı 1781’den yaklaşık 150 yıl sonra yaşanan Hitler çılgınlığı mi imlenmektedir?.
Benim sorum da şu: Abderalıların soyu tükendi mi? O delilik orada, o çağda kaldı mı; yoksa Abderalılar hâlâ aramızdalar mı?
Tükenen hiçbir şey yok. Demokritos’un yaşadıklarını alalım sağa, Nobelli kimyagerimiz Aziz Sancar’ın “Ülkeye küsüm!”[4] sitemiyle “Bilim Özgürlük ister. – İnsanları rahat bırakacaksın!” çığlığını alıp sola koyalım. Ne mi göreceğiz? İkisinin birbiriyle nasıl örtüştüğünü, arada nasıl kopmaz bir bağ olduğunu…
Ülkemizin yarattığı demokrasi mitlerini sorgulamayı, biraz da bu bağlamda değerlendirelim. Yoksa sağa döndüğümüzde burun buruna geldiğimiz “Temel”lerle, sola döndüğümüzde çat kapı çarpıştığımız “Recep İvedik”leri başka nereye koyabiliriz. Onlar bu denli çoğalmasalardı, çoğunluk olmasalardı; boş inanç, önyargı, eleştiriye düşmanlık, efelenme kültürü, bu denli kutsanabilir miydi.
Bu toplumda, başka bir yol bulanlar, dürbüne tersten bakanlar da var elbet. Can Yüceller, Aziz Nesinler, Kemal Sunallar, Turhan Selçuklar… Onlar da bu sosyal dokuya, “toplumsal delirme”ye tepkinin tansık ürünleri değil mi? Bu denli sevilmelerini, kim, başka türlü nasıl açıklayabilir?
Kurbağalara, benim dünyamda da yer vardır. Çocukluğumdaki uykusuz gecelerimin sesi olarak. “Siğil” korkusu olarak… Ve “Kurbağalar” filmiyle de vardır, özellikle o başrolündeki “hülya”lara sığmaz Elmas’ıyla. Filmi, Söke’de, öykünün yaratıcısı Osman Şahin’le birlikte izlemiştim.
Türkçenin görsel dilidir Osman Abim. Türkçeye tutunamayanlara, Türkçede “Tutunamayanlar”a duyurulur.
Abderalıların başka eksikleri de vardı kuşkusuz! Örneğin kazanılmış bir zaferleri yoktu. Bu nedenle Abdera’da saray sofraları daha az kurulur; “ejder suyu, efuli, aloevera ve somonlu suşi” tüketilmez. Dünya, hâlâ 5’ten büyüktür ve Abdera’dan küçüktür. Ne yazık ki “arkhon (baş yönetici)” ejder soluğuna, Abdera kadınları da somon pembesi yanaklara sahip değillerdir.
Dönelim Abdera’nın namlı eşeğine. Bütün engelleri aşan, açıölçerinden hiç kuşku duyulmayan o dağlar mühendisine. O ayaklanmada etleri lime lime edilen eşeğe. Ne yazık ki tarihten hiç ders almış görünmüyoruz. Wıeland, gözümüze soktuğu halde, hâlâ “Nice yürük atlar yollarda kalmışken, topal eşek sağ salim konağa ulaşır.” deyip kendimizi avutmaktayız. Demek ki bir yanımızla hâlâ Abderalıyız. Ne mi diyelim, hadi hoşça kal Şeyhî deyip noktayı koyalım. Hoşça kalımız elbette “şikeste vü zar” değil.
* Berfin Bahar’da yayımlanan aynı başlıklı yazının özetidir. (252.
Sayı, Şubat 2019)
[1] Eşeğin Gölgesi Davası – Abderalılar, Chrıstoph Martın Wıeland, Çeviren: Prof. Dr. Vural Ülkü, İnkılap Kitabevi – Bütün Dünya Kitaplığı 1999
[2] Chrıstoph Martın Wıeland (1733 – 1813), Alman yazar.
[3] [Köşeli ayraçlardaki bütün sözler, bana ait.]
[4] Aziz Sancar’la Anıtkabir’de ve Ankara’da Sohbet, Orhan Bursalı, Cumhuriyet, 26 – 28 Ağustos 2018,
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.