ALLAH UTANDIRMASIN
Fatigül Balcı
“Cemiil! Gözün çıksın, Cemil! Bunlar ne?” diye bağırıyordu kadın. Söylenerek geldi, elindeki pantolonu, ıslık çalarak ütü yapan kocasının kafasına fırlattı. “Manyak herif! Oğlan Pokemon kartları biriktiriyor, sen de bunları mı?”
“Onlar mı? Şey ya…”
“Ney? Ne, Cemil, ne, koskoca adamsın!”
“Ben de bir şey var sandım. Ne bağırıyorsun ya?” derken cebini yokladı. Tüh, demek diğer cebinde de varmış.
“Dört ayaküstüne durmuş çıplak kadın fotoğraflarını niye topladın da, cebine doldurdun, utanmıyor musun?”
“Niye utancam ya. Çoluk çocuk da görmesin, dedim. Saçmışlar sokaklara, ayak basacak yer yok. Ortalığı kirletiyorlar, o bakımdan.”
”Ortalığı temizlemek için öyle mi?”
“Öyle. Atacaktım, cebimde kalmış.”
“Tu, Allah cezanı versin!” dedi, kadın. Bir deste fotoğrafı suratına çarptı.”
Cemil, yüzünü ovaladı, aynaya baktı sırıtarak. Yerdekileri topladı cebine koydu. İçerde söylenmekte olan karısına seslendi: “Tamam ya, amma da uzattın. Alt tarafı kâğıt parçası, götürüp çöpe atacağım.” Özenle ütülediği kıyafetlerini giyindi, çıktı evden.
“Yine laf verdim bu kadının ağzına. Kabahatliyim gibi yüzüme tükürdü. Unutmaz da ha, dırdır da dırdır.” diyordu, Cemil. Dün gitmiş olsaydı oraya, bu tartışma hiç yaşanmayacaktı.
Aslında dün gitmişti gitmesine de, içeri girememişti. Kendisinden evvel gireni mahallenin hocasına benzetmişti. O mu, değil mi, emin olamasa da, vazgeçmişti girmekten. Ne güzel hazırlanmış, erken çıktığı için yalan da uydurmuştu karısına.
Taksiye binmeden önce, şantiyedeki kalfayı aradı, birkaç saat kendisini idare etmesini istedi. İki saat kalsa yeterdi, bilemedin üç…
“İşte Makbulev.” Omuzlarını dikleştirdi, göbeğini içine çekti, kemerin tokasını bir delik geriye taktı. Boynunu iki yana esnetti. Ne yüzü soğuk bir bina, diye düşündü karşıdan. Yıllar evvel birkaç kez gitmişti bu evlere, o zamanki yeniyetme duyguları hissetti, çok tuhaftı… Avucundaki fotoğrafa tekrar baktı, cebine koydu.
İçeride, görülmeyen kalın bir sis tabakası ve tatlı bir koku sarıveriyordu insanı… Oturan kadınlara göz attı, Buse’ye benzeyen yoktu içlerinde. “Yav kadın güzel olmasın, güler yüzlü olsun yeter. Aha şunlara bak” diye geçirdi içinden.
Esas kadının önündeki masaya yanaştı, Buse’yi göreceğini söyledi. İki otuzundaki kadın bile ne güzel gülümsüyordu, sanırsın kırk yıllık kadınındı. Tarazlanmış sesi itici geldiyse de, gülen gözleri yeterdi. Kadın, ayağa kalktı uzandı, tombul sıcacık elleriyle boynuna, omzuna pek samimi dokundu. “Hay hay paşam” dedi, “istirahat buyurun, birazdan gelir, Buse.”
Bir adamla kadın keyifle indi merdivenden. Baktı, Buse değildi o, saçı siyah ve kısaydı, gülümsedi, göz kırptı kendisine. Hantal bir adam daha indi paldır küldür, iflahı kesilmiş…
Diğer kadınlar sere serpe oturdukları koltuklardan kalkıp gelmişlerdi cıvıldaşarak. Hepsi birden geldiğine göre yakışıklı bulmuşlardı demek, eh fena sayılmazdı. Erkeğin çirkini olmazdı zaten, temiz pak, parası çok olsun yeter.
Merdivenden inen o muydu? Üzerinde leylak rengi bir babydoll, off, bacaklar upuzun, her yanına dolanırdı insanın! Heyecanlandı birden. İşveli işveli saçlarını savurarak indi geldi, kadın. Çaktırmadan avucundakine baktı, uzun sarı saçlar tıpatıp aynı.
Cemil, diğerleriyle ilgilenmedi, yukardan gelene odaklandı, “merhaba, Buse” dedi. Elini sıkarken, dikkatle baktı. Yo, Buse değildi bu. Kendini geri çekti:
“Ben öteki Buse’yi görecektim” dedi.
“Benden ötesi yok, aslanım. Hadi çıkalım” diyerek, beline sarıldı, kadın. Cemil, bir avucundaki fotoğrafa bakıyor, bir ona. Kesinlikle, Buse değildi bu.
“Öteki, Buse, dedim, hamfendi.”
“Öteki, beriki ne ayol, Buse’yi istedin, al sana Buse” dedi, masadaki. Buse, buranın adresini vermişti. İzinli miydi yoksa? Keşke gelmeden telefon etseydi. Evdeki, akıl bırakmıyor ki insanda, dırdır da dırdır!
“Buse izinli mi yoksa?” dedi, Cemil, canının sıkıldığını belli etmeden. Buyurgan ve tok bir sesle tekrarladı: “Buse, dedim, Buse.”
“Tamam. Ben de al sana, Buse, dedim. Ne duruyorsun, götür” dedi, masadaki.
“Adam mı kandırıyorsunuz! Aha bak, bu Buse, o Buse mi?” diyerek, deste ile fotoğrafı iskambil kâğıdı gibi masanın üzerine yaydı.
“Saçmaladın efendi. Gözünde sorun varsa ben ne yapayım. Buse, budur, başka yok elimizde.”
“Başka yoksa bu kim? Enayi mi sandınız beni! Adam mı kandırıyorsunuz…”
Gelen müşteriler, kadınların yanına oturuyor, konuşup gülüşüyordu. Cemil, “burada sohbet de mi ediliyordu” diye düşündü. Odalara gidenler oldu. Biri de, sözde Buse’ye yaklaştı ki, kadın, ona yüz vermeyip, Cemil’e döndü,
“Ayy, neydi senin adın?”
“Cemil.”
“Cemil, sevgilim, sohbet etmiştik ya seninle. Montaj hatası var demek ki. Gel yukarıda konuşalım bunu.”
“Peki, hatırlıyor musun ne konuştuğumuzu?”
“Hatırlamaz mıyım, gece kuşum. Bir şantiyede gece müdürüsün. Mağaza müdürüydün, karın kıskandığı için, akrabasının şirketine koydurdu, sen de onu kıskanmış, işten çıkarmıştın; birbirinizden gönlünüz geçmiş… Hani aramızda âşık olmuştuk…”
“Evet, doğru.”
Kapı ardına kadar açıldı, tamamen kapalı, sımsıkı giyinmiş genç bir kadınla, siyah gözlüklü, çelimsiz bir adam geldi, ellerinde valizlerle. Bankonun önündeki berjerlere attılar kendilerini. İkisi de bitkin görünüyordu.
Masadaki, yanında tartışanları uzaklaştırmak isteyen bir el hareketi yaptı, yeni gelenlere yöneldi merakla. Genç kadını tepeden tırnağa süzdükten sonra, adama döndü:
“Yaşar! Öteki gözünü de ben oyacağım, yemin olsun. Palavracı zevzek, böyle mi söz veriyorsun? Bir aydır seni bekliyorum.”
“Hoop, ağır ol, Şaheser (Şaheste). Önce de ki, niye geciktin? Zaten canım sıkkın.”
“Kestim parandan.”
“O biraz zor. Daha masraflarımı da vereceksin.”
“Ne masrafı, ulan?”
“İthal kadın getirdim sana, ithal. Bi dünya tuttu yol paraları.”
“Sen, Dilber’i buradan çıkarırken düşünecektin. Duydum, kısrak atmış çifteyi, bırakıp gitmiş seni; nooldu?”
“O öyle değil işte. Kim demişse halt etmiş. Dilber benden vazgeçemez.
Kapıdaki görevli saygıyla eğilerek, şık bir adam getirdi içeri. Kadınlardan bir “ooo!” sesi yükseldi. “Neredeydin, sen?” diyerek etrafını sardılar. Masadaki de eliyle öpücük gönderdi, “Sefalar getirdin, Huzur Hakkı’m” dedi. Ters ters baktığı, Yaşar ile çekişmesine geri döndü:
“Beni kızdırma, Yaşar, valla yakarım canını…”
“Yak da görelim” diyen, Yaşar, gözünün kenarından baktı, sırıttı.
Sevinçle karşılanıp oturtulan özel müşteri, gördüğü ilgiden dört köşe, kendisiyle gurur duyuyordu. Değil miydi ki bu Huzuristan’ın kralı kendisiydi.
Burası, önceleri “Makbule’nin Evi” olarak anılırken, kısaca “Makbulev” deniyordu artık. “Makbulev”in adını “Huzuristan” koyan, kendisini de kralı ilan eden “Hızır Hakkı” en özel müşteri ve bütün evin sevgilisiydi, adı da Hızır, değil Huzur’du. Biraz gecikse, sitem ediyordu kadınlar. Sitem yetmezse, kendi yöntemlerince işkenceler yapmaktan da çekinmiyorlardı.
Birkaç müşteri geldi, kadınlar dönüp bakmadı. Masadaki, gönülsüzce karşıladı. Hızır Hakkı varken, başka müşteri almak olmazdı. Kapalıyız demek istedi, sonra odalarda ilaçlama yapıldığını uydurdu, kibarca geri gönderdi.
Yukarıdan konfeti gibi atılan fotoğraf destesinin ardından, Cemil göründü, sövüp sayarak iniyordu merdivenden. Buse de elinde terlik onu kovalıyor, “dur, geberteceğim seni, hıyar oğlu hıyar! Bir daha elime geçersen, göstereceğim sana geri zekâlıı…”
Duruma müdahale etmek isteyen, Hızır Hakkı’yı bırakmadı kadınlar, izin vermediler bir sersemle muhatap olmasına. Krallarına hiç kıyamazdı onlar. İfadesini de almamışlardı daha, kaç zamandır neredeydi, neden gecikti bu kadar?
“İtalya’da seyahatteydim” dedi, adam. “Roma, Venedik, Napoli, Floransa, her tarafını gezdim de, sizden güzelini göremedim, inanın bana. Bazı şehirlerin adı aşk diyarına çıkmış, yalan. Aşk burada, aşk Huzuristan’da, aşk sizsiniz, biricik kadınlarım benim” diyordu. “Kilidimi çıt diye açan, maymuncuklarım…” Türlü iltifatlar ediyordu hepsine. Onların, utanmış gibi elleriyle ağızlarını kapatarak kahkahalar atmasını zevkle izliyordu, Kral. Huzuristan’ı bu gece kapatacaktı, olmaz, dediler, yirmi dört saatten aşağı olmazdı.
Elden ele gezdirdikleri, faili meçhul bir mektubu, masadakinin gözdesi, (kızı olduğundan şüphe eden de var) Mehtap yüksek sesle okuyordu: “… Aynalı odalarda/ İğneli yataklarda/ Canı çekilen/ Günde kırk kere örselenen/ Tükenen, çürüyen bedenler…” Az önceki gülüşmeler dondu kaldı yüzlerinde. Serin bir hüzün rüzgârı esmişti mektubun satırlarından.
Her defasında duygulanarak okudukları, bu upuzun bir destana benzeyen mektubu kimin yazıp gönderdiğini bilmiyorlardı. Böyle manidar, güzel şiirler söyleyen, Leylo’nun sevgilisi, Kasap Fikri vardı ama onun da okuma yazması yoktu.
Masadaki sinirlendi, ellerinden alıp yırtacaktı, Mehtap saklamış. Ne halt etmeye saklıyorsa? “Kız orospular, o mektup bir daha okunmayacak, getirin verin bana” dedi.
Mehtap, çocuk gibi dudaklarını büzdü, kesti okumayı. Katlayıp sutyeninin arasına koydu kâğıdı. Masadakinin yanına geldi, sitem ederken gözyaşını siliyordu:
“Abla, aşk olsun, hani o sözü etmeyecektin, demeyecektin bana orospu!”
“Lafın gelişi, Mehtap, hepinize birden söyledim, alınma üstüne. Siz de, ne buluyorsunuz o saçma sapan sözlerde, bilmem ki? Hangi münasebetsiz döşendi yolladıysa artık…”
“Yine de o kelimeyi etmeyecektin bana, söz vermiştin.”
“Yapma güzelim, doktor doktorluğundan, öğretmen öğretmenliğinden, utanıyor mu? Bak, şair de utanmıyor, en uzun şiirini yazıp yollamış. Sen niye utanıyorsun yaptığın işten? Üstelik bu tek başına yaptığın bir eylem değil ki, eğer kabahatse, yüzde ellisi de, birlikte geçekleştirdiğin insana ait, o gurur duyarken sen niye utanç duyuyorsun, anlamıyorum?”
“Ben de mi gurur duyayım, abla?”
“Duyacaksın elbet. Bazen çok akılsız oluyorsun, beni sinirlendiriyorsun, Mehtap. Az kalsın o hacıağayla çıkıp gidecektin, unuttum sanma!”
“Beni seviyordu. Dünyanın parasını verecekti sana.”
“Ne sevmesi, kızım? Kimse kimseyi sevmiyor. Herkes kendini sevdirmek için birbirini kandırıyor, olay bu.”
“Olsun, evlenecekti benimle.”
“Ha, evlenecekti! Hükümetin izniyle bir adama mahkûm olmak gayetle makul, mubah, muteber, öyle mi? Kızım, burada da hükümetin izniyle aynı şeyi yapmıyor musun?”
“Aynı şey mi, abla?”
“Çekil başımdan, Mehtap, yine aptallığın üstünde bugün. Git kafanı topla biraz, kitap oku. Uyu güzelleş, ne yaparsan yap.”
Yaşar, birlikte geldiği kadını alnından öptü, “Hadi eyvallah, ben gidiyorum, Mihrican. Allah utandırmasın” dedi, çıktı gitti.
Masadaki, diğerlerine seslendi: “Kızlar, yeni gelen arkadaşınızı giydirin, süsleyin” dedi.
“Olmaz” dedi, yeni gelen. “Utanırım, açılamam ben. Kafamı gözümü açıp, öyle cıscıbıldak giyinmem, söyledim, Yaşar Abiye.”
“Burada, Yaşar Abinin değil, Şaheste Ablanın sözü geçer. Bunu tartışmayalım olmaz mı tatlım, güzel güzel işimize bakalım. Bak işte, senin de Huzur Hakkı’n olacak…”
“Tamam, ben de huzur hakkımı kullanacağım. Ancak bu halimle, bu kılık kıyafetimle huzurlu olabilirim” dedi. “Başka türlü olamam.”
Diğerleri keyifli koyu bir sohbete dalmış, kimseyi duydukları yoktu. Yeni gelen de onları duymuyor, huzur hakkını istiyordu. Hem de ilk günden elde etmek istiyordu bunu. İlk günden kendi kurallarını koyacaktı, öyle demişti, Yaşar Abi. Gerekirse burka da giyerdi,
27 Nisan, 2023
Yorum Kapalı.