A. Tarık Emre
ANILARDAKİ İSTANBUL
Sanırım 1965’te yazın bitmesine az bir zaman kala rahmetli babam beni doğup büyüdüğü İstanbul’a götürmüştü. Eğer doğru anımsıyorsam bu İstanbul’a ilk gelişimdi. Gördüklerim o kadar çok hoşuma gitmişti ki, günler hiç bitmesin istemiştim. İstanbul’un güzelliği beni büyülemişti.
Ankara’dan trene binmiş, yataklı vagona yerleştikten sonra yemekli vagondaki masalardan birine kurulmuştuk. Sabah gün ışımaya başlarken iyice yavaşlayan tren sonunda bizi Haydarpaşa’ya ulaştırmıştı. Trenden inip vapura binmek, sonra da taksiyle Tepebaşı’nda bir otele gitmek bana çok hareketli gelmişti. Babam hiçbir surette akraba evinde kalmazdı.
“En yakınım da olsa, insanları rahatsız etmek istemem. Zaten, akrabam dahi olsa başkalarının evinde pek rahat edemem,” derdi hep.
Ertesi gün Boğaz’da kısa süren bir vapur yolculuğu yaptığımızı hatırlıyorum. Kanlıca, Kuzguncuk, Bebek, Yeniköy iskelelerine yanaştığımızda o muhteşem yalıları yakından görmenin mutluluğunu yaşadım. Başka iskeleler de vardı ama belleğime yer edenler bunlar olmuştu. Rumeli ve Anadolu Hisarlarının arasından geçerken rahmetli babamın verdiği tarihi bilgiler dün gibi hatırımda. Beşiktaş’ta indikten sonra Deniz Müzesi’ni gezmiştik.
“Benim büyükbabam Cafer Bey denizciydi,” demişti babam.
Müzeden çıktıktan sonra gördüğüm kalabalığa daha önce hiçbir yerde tanık olmamıştım. Bu kadar insan, arabalar, otobüsler nereden gelip nereye gidiyordu acaba?
İstanbul’un kalbi sayılan Taksim’e gittik, Tünel’deki trene bindik. O zamanlar trafiğin vızır vızır işlediği Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçtik. Şu Galata Kulesi ne kadar da çok ilgimi çekmişti. Her yerden görünüyordu…
“Bugün vaktimiz yok ama başka bir gün fırsat bulursak Adalar’a da gideriz,” demişti babam. Akşamleyin de beni bir İtalyan lokantasına götürdü.
“Lisede öğrenciyken, arkadaşlarla fırsat buldukça buraya gelirdik. Nasıl hoşuna gitti mi bugün yaptıklarımız?”
Yaşadıklarım bana çok çekici gelmiş olmalı ki, soruyu soruyla yanıtladım. Babamın gözlerinin içine bakarak sordum.
“Baba biz niye İstanbul’da yaşamıyoruz?”
Babam hafifçe gülümsedi, “Ankara’da işlerimiz vardı. Biri bitip diğeri başlayınca Ankara’ya yerleştik ve Ankaralı olduk. İstanbul’da misafir olmak her zaman iyidir,” dedi.
Ankara’ya dönünce mahallemiz Bahçelievler’i, arkadaşlarımı ve evimizi görünce; babama sorduğum o sorudan dolayı kendimi ayıpladım. Buralara ihanet edemezdim!
Deniz havası, oradan oraya koşuşturmak beni fazlasıyla yorduğundan otele varır varmaz kendimi yatağa zor atmıştım. Ertesi gün karşıya yani Kadıköy’e geçmek için yine vapura bindik. Haydarpaşa’dan trene binip babamın halası Hacer Hanım’ın Bostancı taraflarında oturduğu eski ahşap eve gittik.
Hacer Hala o sıra evinde oturmuyordu galiba. Evde ya kiracılar vardı, ya da eve göz kulak olan birileri. Babam birisiyle ayaküstü konuştu. Ben de bahçede biraz dolaştım. Evin çatısına kargalar yuva yapmıştı ve kiremitlerin üstüne kuşların biri konup diğeri kalkıyordu. Hacer Hala’nın evi bana biraz bakımsız gibi gelmişti.
Fazla oyalanmadan ayrıldık o köhne evden.
Yürümeye başladık. Babam, “Senin yaşlarındayken yazları buraya sık sık gelirdik. Evin şimdiki durumuna bakma, küçüklüğümüzde çok güzeldi,” dedi.
Hacer Hanım’ın vefatından sonra burayı mesken tutan garibanlar günün birinde ısınmak amacıyla yaktıkları ateşin büyümesini önleyememişler ve o eski ev yanıp kül olmuş diye anımsıyorum.
***
Babamın anneannesinin adı Huriye’ydi. Emine Huriye Hanım Firuzağa mahallesindeki arsasının üstüne 1920’lerin sonlarında üç katlı bir apartman yaptırmış. Huriye Hanım’ı ailemizden en çok ziyaret eden büyük ablam Nevin’dir. Ben buraya ya bir ya da iki kez gitmişimdir ama ablam Nevin hemen hemen her yaz Huriye Hanım’ın konuğu olmuştur.
Huriye Hanım’ın apartmanının bulunduğu Firuzağa’ya yıllar sonra eski anıları tazelemek amacıyla gitmiştim ve o apartmanın Coşkun Sokak’ta bulunduğunu da böylece öğrenmiş oldum. Huriye Hanım’ın vefatından sonra bu binanın satıldığını biliyordum. Kapı zillerinden bir ikisini çaldım ancak açan olmadı.
“Kim o?” diye seslenen birisi olsaydı. Rahmetli Huriye Hanım’ın torununun oğlu olduğumu söyleyecektim; eğer izinleri olursa ikinci kata çıkıp etrafı seyretmek istediğimi söyleyecektim.
Apartmanın ilk sahipleri Huriye Hanım ve kızı imiş; yani babaannem. Ancak parasal sorunlar yaşayan babaannem kendi dairelerini gayrimüslim bir tüccara satmış. Araları zaten biraz limoni olan anayla kızın muhabbeti bu satıştan sonra temelli bozulmuş. Huriye Hanım’ın sık sık, “Şu kızım olacak hayırsız tuttu, dairelerini ekalliyetten birine sattı,” dediğini Nevin Ablam anlatmıştı.
Huriye Hanım’ın salon pencerelerinden dışarı baktığımda biraz uzağımdaki denizi, bacaları tüten vapurları, martıları görmek beni çok sevindirmişti. Bütün gördüklerim elimin altındaydı; sanki azıcık eğilsem hepsini tutacaktım. Kız Kulesi’ni bile.
Huriye Hanım’da fazla kalmadık.
Babam, “Bize müsaade anneanneciğim; kabristana gidip babamla Selim’i (ben doğduktan üç ay sonra 38 yaşında vefat eden amcam) ziyaret edeceğiz,” deyince, hiçbir yere gitmek istemediğimi anladım. Gördüklerimden gönlüm geçene kadar kalmak istedim; ama babam kararını vermişti bir kere.
Zincirlikuyu Kabristanı’na geldiğimizde, aklımdan geçenleri eğer babam bilseydi hiç memnun olmazdı. Huriye Hanım’ın evinden ayrılıp buraya gelmenin mantığını anlamamıştım hiç. Her köşede ürkütücü bir sessizlik vardı ve dahası soğuk taşlarla doluydu her yer!
***
Birkaç yıl sonra, babamla İstanbul’a bir kez daha gittiğimi anımsıyorum. Annem ve büyük ablam Nevin de gelmişlerdi galiba. Yine Tepebaşı’ndaki aynı otele gittik. Sabah erkenden kahvaltımızı yaptıktan sonra annemle ablam alışverişe çıktılar.
Babam yüzünde merak uyandıran bir ifadeyle, “Seni bugün çok farklı bir yere götüreceğim,” dedikten sonra Haliç vapuruna bindik. Boğaz vapurlarına kıyasla daha ufak olan bir vapur yolculuğunun ardından Fener İskelesi’nde indik. Bu yolculuğun en güzel tarafı vapurun sağlı sollu iskelelere yanaşarak ilerlemesiydi. Haliç turu sırasında adını en çok sevdiğim yer Ayvansaray olmuştu. Günümüzde galiba vapurlar artık her iskeleye uğramıyormuş diye duydum. Hatta kimi iskeleler bakımsızlıktan yok olup gitmiş…
Babam bir taksi çevirdi. O yılların taksilerini bilirsiniz. Çoğu Amerikan arabasıydı. Bizim bindiğimiz taksi de onlardan biriydi. O yıllarda taksimetre falan olmadığından babam şoföre, “Haliç Caddesi’nden devam edeceğiz, Mimar Çeşmesi sokağının başında ineceğiz,” dediğini aradan yıllar geçmiş olmasına karşın hâlâ hatırlarım.
Adamın söylediği tutar babamın aklına yatmış olmalı ki, hemen bindik; şoför de bastı gaza.
İndiğimiz yerde ahşap, iki katlı evlerin çokluğu dikkatimi çekmişti. Bütün evler birbirinin benzeri gibi gelmişti bana. Üstelik bu ahşap evlerin birçoğu çok çok eskiydi.
Babam beni bilgilendirmek amacıyla, “Burası Küçükmustafapaşa mahallesidir. Denizci büyükbabam Cafer Sadık Bey’in ailesi uzun bir süre burada yaşamış. Hatta rahmetli babam bu sokakta bir evde doğmuş,” diyerek anlatmaya başladı.
“1950’li yıllarda buraya bir kez gelmiştim ama ev nerededir çıkaramam şimdi. Birisine danışmak lazım.”
Sokakta Allah için kimsecikler yoktu. Neden sonra yaşlıca bir adam gördük. Babam adama muhtarı sordu. Gittik, bulduk muhtarı. Büyükbabamın doğduğu evin yıkılmış olabileceğini öğrendik muhtardan. Bu ıssız yere niye geldiğimizi pek anlayamamıştım. Sanki tarihin derinliklerine inmiştik. Neyse, derinliklerde kaybolmadan eski sokaklarla, evleri geride bırakıp yolumuza devam ettik.
Babamın, “Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra birçok Türk boyunu bu bölgeye yerleştirmiş. Bu yüzden bütün burası Fatih diye bilinir,” dediğini hâlâ duyar gibiyim.
O zaman farkına varamamıştım o çok eski evlerin ve sokakların değerini. Aslında babamla gezdiğimiz yerler tam bir açık hava müzesiymiş. O eski ahşap evleri artık fotoğraflarda, siyah beyaz Yeşilçam filmlerinde görebiliyoruz. Kimi zaman haberlerde günümüze kadar gelen bu evlerin yangınlar yüzünden tarihten silindiklerine tanık oluyoruz. Ayrıca bu eski yerleşim bölgeleri ‘Kentsel Dönüşüm’ adıyla yıkılarak sitelere dönüştürülüyor.
İkinci durağımız, o günlerde torununun torununu görmek bahtiyarlığına erişen Huriye Hanım’ı ziyaret etmek olmuştu. Babamın anneannesinde biraz oturduktan sonra, babam kalkmak için izin istedi. Onlar konuşurlarken ben yine önümdeki o harika görüntüyü izlemekle meşguldüm.
Acaba gene o kasvetli taşların bulunduğu mezarlığa mı gideceğiz korkusunu yaşarken, bir insan kalabalığı içinde buldum kendimi. Babamın yıllardır tanıdığı Panayot isminde birinin Karaköy’deki hırdavatçı dükkânına gittik.
“Nasıl, sevdin mi İstanbul’u?” diye sordu Bay Panayot’un ortağı bana. Adamın ismi pek emin değilim ama Yani (Yannis) idi galiba.
“Evet,” diye cevapladım.
“İstanbul sevilmez mi hiç? Ben burayı bırakıp Yunanistan’a yerleşmiştim; ama İstanbul gözümün önünden bir türlü gitmeyince döndüm geriye,” demişti yüzünde geniş bir gülümsemeyle.
***
Evet, İstanbul iyiydi, güzeldi ama ‘çürük elmalar’ da yok değildi. Lisede okuduğum yılların birinde arkadaşlarla İstanbul’a gitmiştik. Sultanahmet civarında dolaşırken, fotoğraf çeken Japon turistlere musallat olan iki arsızı unutmam olanaksız. Arsızlardan biri, elinde fotoğraf makinesi olan Japon misafirimize, “Bizim resimlerimizi çektin. Para vereceksin,” diyordu. Japon turist hiçbir şey anlamayınca, aynı adam başparmağını parmaklarına sürterek, “Mani…Mani…Dolar,” dedi.
Japon turist, “No money,” diyerek sıvıştı.
1972 veya 1973 yılındaydık. Turizm ülkemizi harekete geçirecek lokomotiflerin başında gelen, kalkınmamız için önemli bir olguydu; ama turistlere bu denli hoyrat davrananlar taşı toprağı altın olan İstanbul ve diğer turistik bölgelerimizde var oldukça; nasıl olacaktı ki bu iş?
1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı günlerinde gittiğimiz Çiçek Pasajı’nda içkilerini yudumlayanların sık sık ayağa kalkarak, “Haftaya kadehlerimizi Atina’da kaldırırız inşallah,” dediklerini gören sayıları az da olsa kimi turistler söylenenleri anlamamakla birlikte; pek hoş olmayan bir yabancı düşmanlığını sezmişçesine dehşetle birbirlerine bakıyorlardı.
Hele birkaç sene sonra annesi Türk, babası Amerikalı kadim bir dostum; Scott adındaki arkadaşıyla İstanbul’a geldiğinde, gelişen olaylar turizm açısından acıklı, acıklı olduğu kadar da gülünç bir durumdu. İki arkadaş İstanbul’un büyülü havasına kendilerini kaptırmışlar, İstanbul kazan onlar kepçe gezip tozmuşlar; hoşça vakit geçirmişler.
Scott, Galata Köprüsü kıyısındaki teknelerden yayılan balık kokusunun cazibesine dayanamayınca, iki kafadar bazen makine yağının karıştığı(!) tavalarda pişen balık ekmekleri afiyetle yemeye başlamışlar. Sonra gitmişler köprünün altındaki kahveye çay içmeye.
Ben bu iki arkadaşla buluşmaya birazcık geç kalmıştım ve sözleştiğimiz yere geldiğimde ikisini de göremedim. Kahveciye, kahvedeki müşterilere, “Biri Türk, diğeri Amerikalı iki kişi olacaktı burada; gördünüz mü acaba?” diye sordum.
Kahvedekilerden birinin yanıtıyla irkildim.
“Amerikalı olan sakallı hastalandı. Adamı apar topar hastaneye götürdüler.”
Kahvedekilerin salık vermesiyle Scott’ı hemşirelerin rahibe elbisesi giydiği en yakındaki bir hastaneye götürmüşler. Scott’a konan teşhis gıda zehirlenmesiymiş. Midesi yıkandıktan sonra hastanede yarım gün dinlendirilmiş ve akşama doğru taburcu edilmişti eğer doğru hatırlıyorsam. Benim arkadaşın turp gibi olduğunu daha sonra öğrenmiştim. Aynı balıktan tatmıştı; ama uzun yıllar Türkiye’de yaşamış olduğundan midesi zarar görmemişti.
***
İstanbul’un güzelliğine 1982 yılında da tanık oldum. Asteğmen olarak gittiğim Kuleli Askeri Lisesi’nde lise hazırlık sınıfım eşsiz güzelliğe sahip Boğaziçi manzaralıydı. Avrupa tarafında gökyüzünü tırmalayan plazalar daha dikilmemişti. Boğaz’ın her iki yakasında da ağaçların fazlalığı göze çarpıyordu. Ancak ders işlerken pencereden baktığımda karşımda beliren bu güzellik bana çok görüldü. Kuleli’ye yeni tayin olan bir Binbaşı okulun iç bahçesini gören kendi sınıfını bana bırakmıştı…
İkinci iş olarak Vaniköy’de bir yalının bahçıvanlığını yapan Kuleli’de görevli sivil bir memur vardı. Nöbetimin bittiği bir pazar sabahı beni ve birkaç asteğmen arkadaşı baktığı bahçeye davet etti. Ev sahipleri uzun zamandır İstanbul dışındaymışlar. Mükellef bir kahvaltı ziyafeti yaptık; bol bol Boğaz havası teneffüs ettik. Sivil memur tabaklarda kalanları, çöpü ve izmaritleri özenip bezenerek bir kovaya doldurdu ve sonra ne yaptı dersiniz!
Kovanın içindeki her şeyi döktü denize…
“Yahu, ne yapıyorsun? Hiç olur mu?” dememiz boşunaydı.
“Burada akıntı vardır. Bütün çöpü alır götürür,” diyerek cevap verdi sivil memur.
Evet, mantık aynı mantık, ‘akan su kir tutmaz’ diye diye billur gibi akan çaylarımız, ırmaklarımız fabrika atıklarıyla kirletilirken; bir kova dolusu çöp Boğaz’ın serin sularına boca edilince koca deniz mi kirlenecekti yani!
Buna benzer düşüncelerle dünyanın en şahane turizm merkezi olması gereken güzelim İstanbul, maalesef kirletiliyor, talan ediliyor, turistler kazıklanıyor ve taşı toprağı artık sahte altına dönüşüyordu…
***
Güzeller güzeli İstanbul, artık o eski İstanbul değil ne yazık ki. Rahmetli babacığımın çok şeyi gözler önüne seren bir anekdotu var bu düşüncemi doğrulayan. 1980’lerin sonu veya 1990’ların başında babam soyağacını çıkartmak amacıyla, bir zamanlar kayıtlı olduğu Fatih Nüfus Müdürlüğü’nün yolunu tutar. İstanbul büyük bir hızla değiştiğinden babam bir zamanlar nirengi noktaları olarak kullandığı binaları bulamaz. Sağına soluna bakar ve içinden, “Şu işe bak, kayboldum galiba,” der. Rastladığı ilk adama gideceği yolu nasıl bulabileceğini sorar.
Babam çok kibar birisiydi, hani haza İstanbul beyefendisi dediğimiz adamlardan bile daha nazikti. Konuştuğu her kişiye çok saygılı davranırdı. Babamın bu efendi halinden hoşnut olan adam.
“Ben de aynı tarafa gidiyorum, gel sana yolu göstereyim,” demiş. Babam adama teşekkürler etmiş, başlamışlar birlikte yürümeye.
“Memleket neresi Beyabi?” diye sormuş adam.
“İstanbul’da doğdum büyüdüm. Ama yaklaşık kırk yıldır Ankara’da yaşıyorum,” diye cevap vermiş babam.
Adam yüzünde garip bir tebessümle, “Bak sen şu işe! Senin gibi bir İstanbul beyefendisi, benim gibi elin garip Darendelisine İstanbul’da yol soruyor,” demiş.
Evet, İstanbul’un İstanbulluları azaldı azaldı ve bu günlere gelindi…
***
İstanbul’a en son 2015 yılının sonunda konuk oldum. Eşimle birlikte Ankara’dan hızlı trene bindik ve Pendik’e dört saat yirmi dakikada geldik. Ne yazık ki Pendik’ten sonraki istasyonlar artık devre dışı kalmış, zamanında döşenmiş bütün raylar sökülmüş. Haydarpaşa Garı da anılarda kalacak bu gidişle. Görüntüsünü fotoğraf albümlerinde, eski Türk filmlerinde görürüz artık.
(Resim: Daver Darende)
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.