MaviKöşe (On üç)
AYDINCA TUTUM BEKLENENLER “AYDINLIKLARININ” GEREĞİNİ BU KEZ DE GEREKTİĞİ GİBİ YAPMAZSA…
Yücel ÇAĞLAR
Ayırdındayım; güncel siyasal gelişmeler üzerine gerektiğince söyleşiler yapmak, hele hele bu içerikte tartışmalara girmek, benim üstesinden gerektiğince gelebileceğim – “geleceğim” değil; ge-le-bi-le-ce-ğim…– bir uğraş değil; ne bilgi ve deneyim birikimim ne de ruhsal yapım buna olanak verir çünkü. Ancak, “aydın” bellediklerimin son on onbeş yıldır yaptıkları, yapmadıkları yanı sıra gerektiği gibi yapmaktan kaçındıkları karşısında kendimi tutamıyorum. Dahası; ülkemizin bir kez daha “aydın ihaneti” olarak nitelendirilebilecek tutumlarına tanık oldukça da öfkeleniyorum: Sözgelimi; belediye başkanı olduğu kentte 35 yiğit cayır cayır yakılırken yakıcıların da aralarında bulunduğu saldırganlara “gazanız mübarek olsun” diyebilen; yangında can verenlerin “yanarak değil dumandan boğularak öldüklerini” söyleyebilen; “Sivas katliamı demekten imtina ediyorum” diyebilen; “Pir Sultan Şenliği diye sağa sola kâfir Marks’ın resimlerini asarlarsa, komünist propaganda yaparlarsa Sivas halkı ne yapsın.” vb. sözleriyle savunu yapmaya kalkışandan neredeyse “demokrasi kahramanı” yaratacaklar; nasıl öfkelenmeyim ki… Çok kısa bir süre sonra, ülkemizin, Cumhuriyetin, lâikliğin, çarpık da olsa demokrasinin, canlı – yalnızca “insan” değil!- haklarının geleceğini oylayacağız. Böyleyken bu oydaşmanın RTE’nin geleceğiyle ilgili “tamam” mı “devam” mı tartışmasına indirgenmesi nasıl bir aymazlıktır? Yetmiyormuşçasını; kendisini lütfedip de “kendi mahallesinde kabul edebileceğini” söyleyebilene “başarılar” dileyebilmek alkışlanabilecek bir tutum mudur sizce? Seçimlere bile giremeyen sosyalist, komünist görünümlü siyasal partililer için ise söyleyecek söz bulamıyor; sosyalist geçinen bir kişi olarak utanıyorum.
***
Öfkeden çıldıracak gibiyim… Yalnızca ben mi, hayır; çiçeklerim, ağaçlarım, ormanlarım, bozkırlarım, makiliklerim, topraklarım, kurtlarım, kuşlarım… Bas bas çığırıyorlar:
“Yaşamızı tüketiyorlar; duymuyor, görmüyor musunuz?”
Halkımızın giydirildiği “ateşten gömlek” içinde çaresizlikle kıvrandığını kimseler yadsıyamaz sanırım. Bu öyle bir “gömlek” ki, toplumsal sınıflar, kesimler bir yana her sınıftan, yaştan, cinsiyetten bireyi sağlıklı biçimde soluyamaz duruma getirdi. “Dün”, “bugün”, “yarın””, dahası, saatler, dakikalar içinde yaşananlar bile gerektiğince tartışılamayacak hızla değişiyor. Bu sürece ayak uydurabilmek giderek zorlaşıyor; doğal olarak karşıtların gerektiğince önlem alabilmesi ya da hazırlanabilmesi olanaksızlaşıyor. AKP’nin siyasal “başarımının” bir nedeni de bu olsa gerek. Ancak, bir başka etmen daha var ki, AKP’ye, deyim yerindeyse, “köpeksiz köyde değneksiz gezmeninin” kolaylığını yaşatıyor: Bu kolaylığı AKP’ye, toplumun giderek genişleyen bir kesiminin siyaset yapmaktan neredeyse kaçınması sağlıyor. Böylesi bir süreçte sonuç olarak gündeme gelenlerin hiç yadırganmaması gerekiyor. Bu gerçeklikler karşısında Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ünlü yapıtı Yaban’da Ahmet Celal’in özeleştirisi daha sık geliyor aklıma:
“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi; Tabii ayaklarına batacak. İşte her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir; senin kendi eserindir.”*
AKP iktidarına yol açan, dayandığı dünya görüşünün savunucuları onlarca yıldır, Karaosmanoğlu’nun sözleriyle; kendince halkın “ruhuna nüfuz edebilmiş”, “kafasını aydınlatabilmiş”, “vücudunu besleyebilmiştir.” Bu anlamda, lideri; “ Biz siyasetin içinde tırnaklarımızla bu toprağı eşeleye eşeleye 40 yıl bunun mücadelesini verdik.” derken, bir gerçeği dile getirmiştir.
Büyük yanılsama…
Çokça sanılıyor ki; yalnızca siyasal partiler siyaset yapar. Öyle ki ülkemizde, siyasal partilerin dışındaki kuruluşların, sözgelimi sendikaların, üretici örgütlerinin, meslek kuruluşlarının siyaset yapması yadırganır; dahası, görev ve sorumluluklarını belirleyen hukuksal düzenlemelerin gerektirdiği etkinlikleri bile siyaset yapmakla suçlanıyor artık. İlginçtir; anılan kuruluşların çoğu, bu suçlamalardan korkar, kaçınabilmek için de akla gelmedik yollara başvurur; en demokratik istemlerini bile ya erteler ya da büyük bir utangaçlıkla, korkuyla, baştan savma söylemlerle dile getirir oldu. Kısacası, ülkemizde yaygın olan anlayışa göre; “siyaseti yalnızca siyasal partiler yapar!” Bu, kesinlikle aşılması gereken bir yanılsamadır. Görünüşe bakılırsa, çoğunluk bu yanılsamanın ya ayırdında değil ya da öyle görünmeyi yeğliyor. Doğaldır ki böylesi durumlarda aydınca davranması beklenenlerin tutumları ya da “tutumsuzlukları” göreceli olarak daha büyük önem taşıyor.
Kaldı ki…
Ülkemizde siyasal partilerin yaptıkları da gerçek anlamda siyaset değildir bence, “particiliktir”; bir tür “değnekçilik” yapmaktır! AKP, bu alanda son derece “başarılı” olmuş; toplumsal sınıf ve katmanları, gerçek anlamda siyaset yapmaktan uzaklaştırmıştır. Bu amaçla, popülizmin en onur kırıcı düzenekleriyle önce koşulsuz olarak itaat etme kültürünü yaygınlaştırmış; siyasal amaçlı örgütlenme olanaklarını kısıtlamış, sonra da toplumsal duyarlılıklar ile eylemliliklerin, deyim yerindeyse, eksenlerinin kaymasını sağlayabilmiştir. Öyle ki partileşebilmiş kesimlerin bile siyaset yapmamalarını olağanlaştırabilmiştir. Doğrusu, liderinin özlemlerinin, becerilerinin küçümsenmesi ise AKP’nin bu doğrultudaki kazanımlarını büyük ölçüde kolaylaştırmıştır.
“Aydınlar” gereğini gerektiği gibi yapmayınca…
Karanlıklaşma süreci daha da hızlanıyor, daha kolay yaygınlaşıyor: Ülkemizde aydınların, belki daha doğru bir söyleyiş olacak, “aydınca davranması beklenenlerin” giderek daha da büyüyen bir kesimi siyasete iyiden iyiye “havlu atmıştır.” Böyleyken, çoğunluğu halka karşı küsmüştür. Onlara göre, “halkın” çoğunluğu;
Evet, bu vargılar çoğu durumda doğrudur! Ama bu durum, Ahmet Cemal’in söylediği gibi, yalnızca bir sonuçtur. “- Peki; bu sonuca yol açan nedir?” derseniz, yanıt çok kısa olacaktır:
“Tamam” mı, “devam” mı?
Anımsayacaksınız; yıkıcılığın önderi 2015 yılında açık açık:
”Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. Cumhurbaşkanı elbette yetkiler çerçevesinde, ama doğrudan millete karşı sorumlu olarak görevini yürütmek durumundadır ister kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesidir”
diyebilmişti; başka bir söyleyişle, “şecaat arzederken sirkantin” söyleyebilmişti. Bilindiği gibi, bu yönelimini de kolayca yaşama geçirebilmişti. Şimdi söyler misiniz; “aydın”, özellikle de cumhuriyetçi, halkçı, sosyalist ya da komünist bellenenler, bu gelişmeler karşısında halkımıza neleri, ne denli, nasıl anlatabilmiştir; daha doğru bir söyleyişle, anlatma çabasına gerektiğince girmiş midir?
***
Önümüzde çok, gerçekten de çok kısa bir süre var değil mi? Peki, bu kısa süre nasıl değerlendirilecek; sözgelimi, yapılması gerekenler adayların nerelerde neleri nasıl yaptıklarına ya da neleri nasıl söylediklerinin vıdı vıdısına indirgenerek mi? İşte, “aydın” bellenenlerin “aydınlıklarının” gereğini yapacakları günleri bir kez daha yaşıyoruz; “tamam” mı “devam” mı sorusunun bir de böyle sorulması gerekiyor:
Aymazlığa tamam mı, devam mı?
* Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, (Baskıya Hazırlayan Atilla Özkırımlı), Birikim Yayınları, Şubat 1977, İstanbul; Sayfa 148.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.