AYVALIK ATLARI VE ORHAN PEKER
A.CELAL BİNZET
Ayvalık’ın geçmiş kokan daracık sokaklarında yürürken hep bir sürprizle karşılaşılır. Eğri büğrü yolların ucu bir başka yukarı kıvrılan çıkmazla son bulacaktır belki de. Uzaklardan gelen denizin sesine günün uğultusu karışır. Gün ortasındaki güneş ışıklarının sızamadığı sokaklarında yukarıdan asma yapraklarıyla çevrelenmiş tahta iskemleli kahvelerin arasından geçersiniz. “Şeytanın Kahvesi” işte orada. Her masasında ayrı kimselerin oturup çaylarını yudumlaması görülecek şey. Kimileri için de koruk şurubu var içilesi.
Ne konuşur bu insanlar bilinmez!
Belki çok sıradan gevezelikler deyip geçersiniz. Ayrıca o kalabalığın arasından birdenbire tanıdık yüzlerle karşılaşmak normal bir durum sanki. Sokaklara bakan küçük pencerelerin gerisinde kimi kez işlemeli beyaz bir perde, kimi kez de kullanılmış ve bir kenara atılı eski el aletleri, kristal cam ürünleri, tozla kaplı kim bilir kimin elinden çıkma çerçeveli bir resim karşılar sizi.
Yerlerin taş döşemeleri hep geçmişle bir bağ kurar. Onların girintili çıkıntılı yüzeylerine basıp geçenleri düşündükçe zamanın gerisinde kalmışları düşünüyor insan. Bir yandan da adımların tıkırtıları yankılanmakta durmadan.
Hep aynı dönüp dolaşıyormuş duygusu uyandırıyor sokaklar. Birinden ötekine dönünce duvar diplerinde yorgun atlar sıralanmış. Bir arabaya bağlanmış koşumları renk renk. Onları görünce bir tanıdıklık duygusu sarıyor. Altmışlı-yetmişli yıllarda aralıklarla burada yaşayan Orhan Peker ve resimleri anımsanmaz mı! Onun atları yaşamından usanmış gibidir. Her gün sırtına inen kamçı acısı altında kentin sokaklarında dolaşmanın yılgınlığı. Bazı yerler vardı ki orada yaşamış sanatçılarla daha bir zenginleşir. Onların varlığıyla çevrelerinde örülmüş ilişki ağının bu zenginleşmedeki payı küçümsenemez. Birçoğunun ayırdında bile olmadığı bu insanlar sessizce yaşar giderler. İçlerinde tuttukları koskoca duygu patlamalarının varlığı kimseleri ilgilendirmez bile. Ama tılsımlı bir dokunuş gibi oradan geçen sanatçının varlığıyla büyür o coğrafya. Belki onun atlarına yansıyan yorgunluğu aslında kendi yansımasından başka bir şey değildir. Çünkü büyük kentin karmaşasından kaçıp buraya sığınmanın başka bir açıklaması yok. Öyle sanıyoruz ama belki de içten içe kendinden kaçışın yansıması. Yaşama uyumsuzluğun, yerine oturmamış olmanın dışa vurumu da sayabiliriz. Yakın dostu Cornelius’a yazdığı mektuplarda bunun ipuçları okunur.
Düzensiz bir yaşamdan alkole sığınmanın kolaycılığı ve resim yapmak.
Ayvalık sokaklarında karşısına hep çıkan o yorgun atları boyamak.
Peker’in atlarında kahramanlık kurgusundaki taşkın hayvanlar görünmez. Alışageldiğimiz savaş meydanlarının destansı figürlerinden oldukça uzakta boyamalarla anlatır onları. Gün boyu ağır yüklerin altında ezilmiş ve hırpalanmış bir görüntünün tuvale düşmüş yansımalarından başkası değil sanatçınınki. Bu yönden bakıldığında yaklaşım biçimi güncel yaşama daha bir yakın sayılır. En azından daha bir gerçekçidir. Ayvalık’ın meydana açılan ara sokaklarındaki atlar hiç kuşkusuz sanatçının betimledikleri değil. Çünkü neredeyse aradan geçen elli yıla yakın bir zaman var. Ancak gariptir, o resimlere yansımış yorgunluk şimdikilerin sırtında aynen duruyor. Aynı renkli koşumlar, aynı yaşam bezgini atlar sanki durdurulmuş bir zamanın içinden bugüne aktarılmış gibi. Başlarına geçirilen yem torbalarına odaklanmış bir umursamazlıktalar. Çevrelerinden kopuk bir duruş, geçmişle şimdi arasına sıkışmış bir yaşam. Ama sanatın öznesi olmuş figürler.
Onları orada öylecene bırakıp dönmek hüzün verici.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.