MaviKöşe (On dört)
BEN “DOĞAYI” SEVMİYORUM(!)
Yücel ÇAĞLAR
“- İster sev, ister sevme; bize ne!” diye tepki gösterebileceklerden ya da şaşırıp; “- Nasıl yani; gerçekten mi?” diyebileceklerden misiniz? Yoksa sözgelimi, Saygıdeğer Hıncal Uluç gibi, çoğunluğun yeğlediklerini, sevindiklerini, beğendiklerini ya da alkışladıklarını herhangi bir gerekçeyle olumsuzlayanlardan olduğumu düşünebileceklerden misiniz? Kestiremiyorum doğrusu. Ancak, değinin başlığını yadırgamış olabilirsiniz düşüncesiyle hemen belirteyim: “Doğayı sevmek” ya da “doğadan nefret etmek” yahut “doğaya kızmak” vb türden değerlendirmeleri son derece anlamsız bulanlardanım. Böylesi değerlendirmelerin çok önemli sonuçlara yol açabilen yanılsamalardan kaynaklandığını çünkü. Peki, nasıl mı düşünüyorum; açıklayayım. Ama önce şunu belirtmeliyim: Kapitalizm, bu alanda da başarılı olmuş; bir gerçekliği daha popülize(?) ederek gerçekliğinden uzaklaştırabilmiştir. Ancak, bu sürecin, bilerek ya da bilmeden kolaylaştırıldığı da gözden kaçırılmamalıdır.
“Doğa” nerede; orada mı, burada mı; nerede?
Öncelikle “doğanın oralarda bir yerlerde insan eli değmemiş ya da göreceli olarak az(?) değişmiş yerlere, ortamlara indirgenmesine karşıyım. Hiç böyle bir durum, yer, ortam olabilir mi? “Olur!” diyenlerdenseniz eğer şu soruyu da yanıtlamanız gerekir: Nerede? Şimdi kalkıp da, sözgelimi; “balta girmemiş” orman ekosistemlerini; denizlerin henüz inilememiş derinliklerini, en yüksek dağların çıkılamamış zirvelerini, uzayın ulaşılamamış gezegenlerini vb ortamları saymayın, ne olur… Tamam, “doğa” böylesi ortamlarda da var – ne denli gereksiz bir tümce; olmayacak mıydı? Böyle bir tümce kurduğuma inanamıyorum !-; var da, sözgelimi, Ankara’nın Kızılayında ya da İstanbul’un Taksiminde; bunlar bir yana, evinizde, mutfağınızda “doğa” yok mu? Olmadığını söyleyebileceklere şaşarım doğrusu. Kısacası varlıklara ya da ortamlara indirgenmiş yaklaşımlar, söylemler benden uzak dursun. Ben de, sözgelimi;
İngiliz romancı, öykücü, ozan, denemeci John Fowles gibi:
“Doğa, şu ya da bu şekilde bizim dışımızda, etrafı çevrilmiş ve yabancı, ayrı olarak görüldüğü sürece, doğayı hem dışımızda hem içimizde yitiririz. Kişisel ve genel, insani ve insan dışı olmak üzere bu iki doğa ayrılamaz;”[1]
gibi düşünüyorum çünkü.
Kısacası; ben bu türden ayrımlar yapmıyor görünüp de bilerek ya da bilmeden “doğa korumacı” eylemler yapmaya çabalayan “doğaseverlerden” de değilim !
“Bir ben vardır benden içeri…”!
O ben, benim düşmanım ya da dostum olabilir mi, neden olsun; olabilir mi sizce? Açıktır ki, bu soruyu bedensel, yanı sıra, ruhsal sağlığıma, başka insanlarla ilişkilerime, geleceğime vb özen göstermemek ya da göstermek anlamında sormuyorum: Bende benden ayrı ne var ki onun düşmanı ya da dostu olabileyim? Oluşumumu ben sağlamıyor, bedensel ve ruhsal gelişim sürecimi tümüyle ben yönetmiyorum ki varlığımın, daha doğrusu bendeki benin dostu ya da düşmanı olayım.
Öte yandan; bende olup bitenlerin en azından kimilerinin –azının ya da çoğunun değil !-, başka bir söyleyişle, beni ben yapan ayırtedici temel özelliklerin yaratıcısı, yapıcısı, oluşturucusu ben miyim ki kendimin düşmanı ya da dostu olabileyim? Beni ben yapan özellikler her şeyden önce ve her anlamda öncelikle “doğal” süreçler bütününün ürünüdür. Bu anlamda ben, “doğal” süreçlerin bir çıktısıyım. Çoğunlukla bilindiği gibi, benim de bilgiççe sıkça belirttiğim gibi; “doğal” süreçler ise bilinçle oluşturulan, sürdürülen, değişen ya da değiştirilen devamlı olanlar ve bitenler değildir.
Bu nedenlerle, eğer böyle sürerse, yani varlığımın bir bileşeni olan “doğayı” benden ayrı tutmayı sürdürdükçe, “doğayı” belki görebilecek ama gerektiğince anlayabilecek miyiz; emin değilim doğrusu. Anlayabileceğimizin ise çoğu durumda yalnızca gözle görüp elle dokunabileceğimiz “doğanın” ya da “doğalın” bellediğimiz ortamlar, yanı sıra, varlıklarla sınırlı olacağını düşünüyorum.
Ben bendeki “doğayı” da görmezden gelen ya da göremeyen “doğaseverlerden” değilim !
Ayrımcılık mı dediniz?
Ayrımcılık, yalnız ırksal, cinsel, türsel, sınıfsal, bölgesel, ülkesel temellerde yapılmıyor, biliyorsunuz: Yaşamımızın tektipleştirilmesine koşut olarak bu tipe uymayan her türden varlığı, ortamı, olguyu, süreci ötekileştiriyoruz bence. Üstelik bu tutumumuzu akılcılaştırabildiğini sandığımız gerekçelerle yığınla “bilimsel” ölçüt geliştiriyoruz; sınıflandırıyor, sıralıyoruz sözgelimi. Kuruttuğumuz bataklıkları düşünün örneğin; “verimsiz” ya da “bozuk” saydığımız orman ekosistemlerini; “kötü” hava koşullarını… Ülkemizdeki önde gelen “doğa korumacı” gönüllü kuruluşlardan birinin yürüttüğü birbirleriyle ilişkili “projelerin” adlarına bakar mısınız:
Bakınız, bu “projelerden” birinin amaçları nasıl açıklanmış:
“Türkiye’nin Önemli Bitki Alanları”, nesli tehlike altındaki nadir ve endemik bitki türlerinin zengin bir çeşitliğini içeren doğal alanları tanımlamaktadır. … koordinasyonunda Avrupa çapında yürütülen Önemli Bitki Alanları Programı, zengin bitki türlerinin ve bunların doğal yaşam alanlarının belirlenmesi ve koruma altına alınmasını amaçlamaktadır.”[2]
Neymiş; “zengin” çeşitlilik, bitki türleri ! Peki, bu söylem karşısında,
“Yoksul” saydığımız çeşitliliğe ne olacak?”
Bu bağlamda aklıma ne geldi biliyor musunuz; bu yönelim bir gün “Türkiye’nin Önemli İnsan Alanları”nın belirlenip ayrılmasını da gündeme getirir mi acaba?* Aklım sıra şaka yapıyorum ama tarihte yüz kızartıcı örnekleri yok mu; köleci toplumları, Nazilerin yapıp ettiklerini, “gelişmiş/az gelişmiş” toplumlar” vb ayrımlarını düşünüyorum da, bu hiç de küçümsenecek bir olasılık değil…
Kısacası, ben böylesi ayrımların pek çok alanda, örneğin; ekolojide, toplumsal ve kültürel yapılarda, dinsel ya da siyasal ötekileştirmelerde, deyim yerindeyse “kaş yaparken göz çıkarılmasına” yol açtığını düşünüyorum. Dahası;
kaygı duyuyorum. Ne güzel söylemiş Âşık Veysel Şatıroğlu:
“Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben saç mıyım
Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım
…”
Bu güzelim türküyü bir de söylediklerime indirgeyerek okumanızı/dinlemenizi öneriyor, diyorum ki;
Olan olsun ama ben böylesi ayrımlar yapabilen “doğaseverlerden” değilim!
Haksız mıyım sizce?
Yanılsamanın(!) “daniskası”!
Sanıyorum, sözünü edeceğim yanılsamaların içinde olanlar, Metin Eroğlu’nun “Serçe” başlıklı şiirini hiç duymamış:
“Sizin evde kuş var mı
Bizde de yok
Ama şu ağaçtaki serçe
Her sabah böyle ötüyor
Yarısı size yarısı bize.”
Her varlık gibi insanların da tüm yapıp etmeleri “doğadaki” her şeyi – süreçleri, ortamları, varlıkları…– doğrudan ya da dolaylı olarak, az ya da çok etkileyebiliyor. Yanı sıra; “doğada” olup biten her şey de insanları etkiliyor. Bu, bilinmeyen bir gerçeklik midir; hayır, değildir! Ama, en azından kuramsal olarak çokça bilinmesine karşın, çoğunlukla bilinmiyormuşçasına bir davranış sergileniyor. Sözgelimi; herhangi bir orman ekosisteminde olup bitenler, yapılıp edilenler yalnızca o orman ekosistemini etkileyecekmişçesine değerlendiriliyor. Öyle ki, bu süreçte olabilecekler yalnızca zarar görebilecek ağaçların sayısına ya da alanın genişliğine indirgenebiliyor. Örneğin, özellikle 6831 sayılı Orman Kanunu ya da 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu’nda özellikle 2000’li yıllarda yapılan değişikliklerde kimi etkinliklerin orman ekosistemlerine verilebileceği zararların başka yerlerde yapılacak ağaçlandırmalarla, dahası dikilecek “ağaç”(!) sayısıyla giderilebileceği varsayılabiliyor; ilgililer kamuoyuna bu doğrultuda açıklamalar yapabiliyor. 6831 sayılı yasada en son 28 Nisan 2018 günü çıkarılan 7139 Sayılı “Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda ve Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, bu türden yanılsamaların (!) en son ama görkemli (!) bir örneği bence. Yasayla 6831 sayılı yasaya getirilen “Ek Madde 16” şöyle:
“Orman ve Su İşleri Bakanlığınca, bilim ve fen bakımından orman olarak muhafazasında hiçbir yarar görülmeyen ve tarım alanına dönüştürülmesi de mümkün olmayan yerler ile bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte üzerinde yerleşim yeri bulunan ya da yerleşim yeri oluşturulması uygun olan taşlık, kayalık, verimsiz ve fiilen orman vasfı taşımayan alanlardan, Orman ve Su İşleri Bakanlığının teklifi üzerine sınırları Bakanlar Kurulunca belirlenen alanlar, Bakanlar Kurulunca belirlenecek usul ve esaslara göre Orman Genel Müdürlüğünce orman sınırları dışına çıkartılarak tapuda Hazine adına tescil edilir. Orman sınırları dışına çıkartılan alanın iki katından az olmamak üzere Devletin hüküm ve tasarrufu altında veya Hazinenin özel mülkiyetinde bulunan taşınmazlar Orman Genel Müdürlüğüne orman tesis etmek üzere tahsis edilir.”
Haydi, bakalım çıkın işin içinden… Bu da bir yanılsama mı sizce? Değildir bence. Değildir ama “çevre/doğa” korumacı” dostlarımız böyle düşünmüyor olacak ki Anayasanın 169. Maddesine “bal gibi aykırı” olan bu düzenlemeye hemen hemen hiçbir tepki göstermemiştir.
“Ört ki ölem”…
İntikamcı “doğa”(!)
vb “doğanın” herhangi bir özneymişçesine bilinçle yapıp ettiğini çağrıştıran bu türden söylemler bence en çok da “topu taca atmak” isteyenlerin işine yarıyor. Sözgelimi; birazcık şiddetli yağıştan sonra kentsel yerleşmelerin göllenmesi, tarım alanlarının sel suları altında kalması, akarsu yatakları ya da yakınına yapılan yapıların zarar görmesi vb yıkımların önüne geçmek ya da olası zararlarını en aza indirmekle yükümlü kişiler ile kuruluşlar çoğunluk bu türden söylemlerle “paçayı kurtarmaya” çalışıyor. Böyle olunca, sözgelimi;
vb. nitelemeleri yadırgamamak gerekiyor. Gerekiyor ama ben yine de yadırgıyorum doğrusu. Kızmıyorsunuz umarım.
Söylediğim gibi…
Bu türden yaklaşımları, söylemleri, eylemleri; yol açtığı olumsuzlukları gördükçe ben de, örneğin Nadir Nadi’nin “Ben Atatürkçü Değilim” ya da Marks’ın “Ben Marksist değilim” söylemleri anlamında;
“Ben ‘doğayı’ sevmiyorum!”
diyorum; haksız mıyım?
.
* Aman yanlış anlaşılmasın: Söylediklerimden genel olarak bu türden çalışmaları, özel olarak ülkemizde bu çalışmaları yürüten gönüllü kuruluşumuzun olumsuzladığım anlamı çıkarılmasın; olumsuzlamıyorum. Ancak, Marks’ın olduğu öne sürülen ünlü “Cehhenneme giden yol(lar) iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir!” sözünü bu bağlamda anımsatmak isterim.
[1] John FOWLES; Ağaç ve Doğanın Doğası; (Çeviren Kemal Doğan), AFA Yayınları, 1996, İstanbul, Sayfa 77
[2] Neriman Özhatay , Andrew Byfield , Sema Atay; Türkiye’nin Önemli Bitki Alanları, Doğal Hayatı Koruma Vakfı, İstanbul, 2003
Yorum Kapalı.