MaviKöşe (On):
BOZKIRLARA HÜCUM!
Durup dururken değil: Bilgisayarımda bir türlü çözümlenemeyen bir teknik sorun nedeniyle e-ile adresimi değiştirmek zorunda kalmıştım. Nereden aklına geldi, bilmiyorum(!); henüz dokuz yaşındaki torunum “ormanlarındelisi” sanını önerince hiç düşünmeden benimsemiştim. Ama şimdi düşünüyorum da, eğer gerçekten de “deliysem”, ben yalnızca “ormanların delisi” değilim ki; yurdumun her yanının, her türden “doğal” süreçlerinin, ortamları ile varlıklarının “delisiyim”… Hele bozkırları yok mu; bozkırları söz konusu olduğunda “delilik” düzeyini de aşıyorum. Bozkırlarda, sonsuzluğu duyumsuyorum çünkü. Bu duyguyu gökyüzü, denizler, sıradağlar, uçsuz bucaksız ormanlar da veriyor vermesine ama bozkırlar, sonsuzluğun yanı sıra “doğadaki” çeşitlilik ile değişkenliğin sınırsızlığını çok daha çarpıcı biçimde somutlaştırıyor. Bu nedenlerle olsa gerek, özellikle Mart, Nisan, Mayıs… aylarında yerimde duramıyor; sözgelimi, bozkırlardaki çiçeklenme yarışına yetişmeye çabalıyorum; yaşlandım, yetişemiyorum ne yazık ki.
Bu seçkincilik de ne oluyor
Var mı yok mu “ormanlar”, birazcık da otlaklar; çok merak ediyorum, nereden kaynaklanıyor bu seçkincilik? Siz hiç, herhangi bir etkinliğin bozkırlara zarar verdiği ya da verebileceği için kaygılandığı, eylemlere kalkıştığını duydunuz, gördünüz mü? Bu yaşa geldim, ben ne duydum ne de gördüm. Gerçekte, “doğal” olanı yalnızca ortamlara ya da varlıklara indirgemek toplumumuzda çok yaygın bir tutum; “doğal” sayılan süreçleri duyumsayan hemen hemen hiç yok. Sözgelimi; “ağaçlar çiçek açıyor” değil “ağaçlar çiçek açtı” deniyor daha çok. Süreçlerin ayırdında olmak, süreçleri gözlemleyebilmek, bilginin yanı sıra soyutlama becerisi de gerektiriyor; “bizde” eksik ya da yetersiz olan da bu beceri sanırım. Aşılabilir bir yetersizlik ama ülkemizdeki egemen kültürlenme süreçlerinde bu hiç de kolay olmasa gerek. Hay aksi Şeytan, ne söyleyecektim? Tamam, anımsadım: Bozkır ekosistemleri, kısa zamanlı süreçler ile uzaklıklarda sergilediği çeşitlilik ve değişkenliklerle bize “doğal” olanı kavrayabilmemizi göreceli olarak daha kolaylaştırıyor.
Bu yalın gerçekliği görebilmemiz için öncelikle şu seçkincilik yanılsamasından kurtulunması gerekiyor bence.
Ama bozkır ekosistemleri ülkemizde “adamdan” sayılmıyor ki…
Ülkemiz için bir de; “Bozkırların önemsenmediği ülke!” yakıştırması yapılsa, yeridir. Gerçekte, bu yargı pek de doğru değil: Çünkü, bozkırları, önemsenmemesinden hareketle önemseyenler de var: Kamuoyunun, başta ormanlar olmak üzere “önde gelen” ya da “saygın” (!) ekosistem tiplerine yönelik duyarlılığından çekinen toplu konutçular, alt yapı yatırımcıları ve hatta, deyiş yerindeyse “tuzu kuru” ağaçlandırmacılar için kolaylıkla gözden çıkarabilecekleri alanların başında gelir bozkırlar. Tıpkı, yakın zamanlara değin “bataklık” sayılıp kurutulan sulakalanlarda olduğu gibi; bozkırların da hiç “kıymet-i harbiyesi” olmamıştır ülkemizde; önüne gelen ya tarlaya, ya yerleşme yahut sanayi siteleri kuruluş yerine, meraya ya da ormana dönüştürmüştür bozkırları. İlgili bilgi alanlarında uğraş veren bilimciler ile araştırmacılar ise, çoğunlukla, tek tek bitki cinsleri ve/veya türleri düzeyinde çalıştıkları için bozkırların da özgün özelliklere sahip ekosistemler oldukları gerçeğinin ayırdına yeterince varamamıştır. Hemen hemen yalnızca ünlü botanikçimiz Prof.Dr. Hikmet BİRAND bozkırları da ayrı bir ekosistem tipi olarak ele alıp tanıtmaya çalışmıştır bizlere; hem de otuzbeş kırk yıl önce. Onun, yeniden basılan Alıç Ağacı ile Sohbetler’inin “Anadolu Bozkırları Üstüne Sohbet” başlıklı bölümünde tam elli sayfa ayrılmıştır bozkırlar için. Son yıllarda yaygınlaşan doğa korumacı duyarlılıklar da bozkır ekosistemlerine gerektiğince önem verilmesini sağlayamamıştır. Bu nedenle de bozkır ekosistemlerine yönelik sakıncalı yaklaşımların etkenliği artıyor; yaygınlığı giderek genişliyor.
Birand’ın tanımlamasıyla söylersek; “kurakçıl bir bitki birliği” ya da “yıllık otların ve çok yıllık çalımsı bitkilerin kurdukları bir birlik” olarak bozkır ekosistemleri, biyolojik çeşitlilik konusu tartışılırken de, çoğunlukla akla gelmiyor. Oysa, bozkırlar, özellikle bitki türü çeşitliliği yönünden son derece varsıl ekosistemlerdir: Sözgelimi, Türkiye’de var olduğu öne sürülen dokuzbin dolayında bitki türünün yarısına yakın bir kısmı; üçbin dolayında olduğu öne sürülen endemik bitkilerin ise yarısından fazlası bozkır ekosistemlerinde bulunuyor.
Geleneksel tehditler…
İnsanoğlu, öteden beri bozkır ekosistemlerini “adam yerine koymadığı” içindir ki çeşitli amaçlarla kullanmak üzere kolaylıkla gözden çıkarılabilmiştir: Tarım alanlarını önce bozkır ekosistemlerini yok ederek elde etmiştir; ancak sıra daha sonra orman ekosistemlerine gelmiştir. Kimi yörelerde ise önce orman ekosistemleri bozkır ekosistemlerine, ardından da yapılaşma yerlerine, tarım arazilerine, hayvan besleme alanlarına dönüştürmüştür. Bu tutum şimdilerde de sürdürülüyor: “Mera” sayılan bozkırlarda milyonlarca hayvan beslenmeye çalışılıyor. Üstelik hiçbir karışan eden de yok. Ancak, şimdilerde, bozkır ekosistemlerini çok daha önemli tehditler bekliyor. Öyle ki, bu tehditlerin çoğunluğu, deyiş yerindeyse “kaş yaparken göz çıkarma” sayılabilecek yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Ağaçlandırma, bunlardan birisi: Ağaçlandırma yapmak, günümüzde, kişi ve kuruluşlara saygınlık kazandıran bir “yatırım” çünkü. Çeşitli yollarla hızla ormansızlaştığı düşünülen bir ülkede başka türlüsü de düşünülemez zaten. Bu nedenledir ki neredeyse tüm kentlerin girişleri ve/veya çıkışlarındaki yola yakın yerlerde “yeşil kuşak” oluşturma ve “orman dışı ağaçlandırma” çalışmaları yapılıyor; onlarca kişi ve kuruluş tarafından “hatıra ormanları” kuruluyor ya da kurduruluyor. Öyle ki, bugüne değin 1,2 milyon dönüm “yeşil kuşak” oluşturulmuş ve 63 bin dönüm de “hatıra ormanı” kurulmuş ve 550 bin dönüm alanda da “orman dışı ağaçlandırma” yapılmıştır. Hemen hemen tümü de bozkır üzerinde… Yetmedi: 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 57. maddesiyle, “devlet ormanı” sayılan yerlerin yanı sıra Hazine arazilerinde de “özel orman statüsünde” orman yetiştirecek kişilere arazi tahsisinde ücretsiz fidan vermeye değin teşvikler veriliyor; çoğunluğu bozkırlar üzerinde… Yine yetmedi: 4122 sayılı Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Seferberlik Kanunu’yla, tüm kişi ve kuruluşları, bulabildikleri her yerde ve bu arada doğal olarak (!) önce bozkır ekosistemlerinde ağaçlandırma yapmakla yükümlü kılıyor. Peki, ama, neden? Bu oluşturulan orman ekosistemlerinden çeşitli orman ürünü elde etmek için mi? Edilemez ki… Toprak erozyonunu önlemek için mi, işte orada durmak gerekiyor: Çünkü, bozkır bitkileri de toprak erozyonunu önleyebilmektedir; hem de en az ormanlar denli. “Güzellik” olsun diye mi, ama, bozkırlar da çok güzeldir… İnanmayan sözgelimi Maksim Gorki’nin yapıtlarını anımsasın; Nisan, mayıs aylarında bozkırlara uzanıp çoktandır unuttuğu özgürlüğü, sonsuzluğu duyumsamaya çalışsın; ilk sonbahar yağmurlarının kokusuyla içini doldursun bir… Ama, hayır; ille de ağaçlandırma yapılacak: Söyledim ya, ağaçlandırma yapmak saygınlık kazandırıyor çünkü; ağaçlandırma yapmak, bir bakıma bir başka önyargı çünkü… Dolayısıyla, tüm önyargılar gibi geçerliliği, anlamlılığı çoğu zaman hiç, ama hiç sorgulanmıyor.
Öte yandan, bozkır ekosistemlerinin geleneksel yok edilme biçimlerinden birisi de, bilindiği gibi “otlak hayvancılığıdır”. Gerektiğince yönetilemeyen “otlak hayvancılığı” düzeni bozkır ekosistemlerindeki bitki örtüsünün neredeyse tümüyle yok olmasına yol açmış; çok sayıda bitki türünün de geleceğini tehlikeye atmıştır. Bilindiği gibi, bu düzenin olumlu yönde değiştirilmesi amacıyla 1998 yılında, 4342 sayılı Mera Kanunu çıkarılmıştır. Sonraki yıllarda ondördü AKP döneminde olmak üzere onyedi kez değiştirilen Yasa, oluşturulacak “mera komisyonları” aracılığıyla otlak olarak kullanılacak yerlerin belirlenmesi ve sınırlandırılması; köy ve belediye tüzel kişiliklerine tahsis edilmesini; gereksinme fazlasının da kiralanmasına ilişkin iş ve işlemleri düzenliyor. Otlakların “ıslah edilmesini” de öngören Yasanın uygulanmasıyla ilgili Mera Yönetmeliği’ne göre, “mera” sayılan yerlerde;
“…yem verimini kalite ve kantite yönünden yükseltmek için sulama, gübreleme, zararlı ot mücadelesi, tohumlama ve benzeri biyolojik tekniklerle birlikte otlatmayı kolaylaştırıcı tesisler…”
yapılabilecektir. Başka bir söyleyişle; “mera” sayılan yerlerdeki doğal bitki örtüsünün tür bileşimi, hemen hemen yalnızca yem verimini artırmak amacıyla sınırsızca değiştirilebilecek; dahası, bu doğrultudaki çalışmalar çeşitli yollarla da desteklenebilecektir. Kısacası, konu, anılan Yasa ile Yönetmelikte yalnızca yem verimini artırma boyutuyla ele alınmış; “mera” sayılan yerlerdeki biyolojik çeşitliliğin korunması ile ilgili herhangi bir yaptırıma yer verilmemiştir. Böylece, önceleri, aşırı ve zamansız otlatma nedeniyle bitki örtüsü varsıllığını yitiren bozkırlarda, belki düzenli bir otlatma sağlanabilecek; meraların verimi artırılabilecek, ancak, bitki türü çeşitliliği de hızla azaltılabilecektir.
Bitmedi…
2001 yılı ortasında çıkarılan 4706 sayılı “Hazineye Ait Taşınmaz Malların değerlendirilmesi…Hakkında Kanun” da, bozkır ekosistemlerinin yapılaşmasına yeni boyutlar kazandırmıştır. Öyle ki, Yasanın 1. Maddesiyle oluşturulan “Hazine Taşınmaz Malları Satış Koordinasyon Kurulu”nda, Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat varlıklarını Koruma Genel Müdürü’ne yer verilmiş ama Kurul’da Çevre Bakanlığı’nın hiçbir birime yer verilmemişti. Anımsanacağı gibi, bu Yasada, “hazine adına orman sınırları dışına çıkartılan yerlerin” de satılması öngörülmüş; ancak dönemin Cumhurbaşkanı, Yasanın bu konu ile ilgili maddelerini Anayasa aykırı olduğu savıyla Anayasa Mahkemesi’ne götürmüştü. Çünkü, Anayasanın 169. maddesinde “orman” sayılan yerlerle ilgili koruyucu yaptırımlar da bulunuyordu. Oysa, ne Anayasada ne de 2872 sayılı Çevre Kanunu’nda doğrudan bozkır ekosistemlerini koruyucu bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu nedenle, ülkemizde yine en kolay; başka bir söyleyişle, “çevrecilerin” bile tepkisiyle karşılaşılmadan satılabilecek Hazineye ait taşınmazların başında, yine bozkır ekosistemleri geliyor.
Biliyorsunuz; ülkemizde de çeşitli korumacı yapılar var: Sözgelimi; 2872 sayılı Çevre Kanunu’na göre “özel çevre koruma bölgeleri”; 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu’na göre “milli parklar”, “tabiat parkları”, “tabiatı koruma alanları” ile “tabiat anıtları”; 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na göre de “tabii sitler”… Kısacası, Türkiye’de de bir korumacı alt yapının büyük ölçüde oluştuğu söylenebilir. Ama, hiçbir bozkır ekosistemi, salt seçkin (!) özelliği nedeniyle koruma altına alınmamıştır; hiçbir doğa korumacı hukuksal düzenlemede bozkır ekosistemlerin de korunmasına katkıda bulunabilecek bir tek yaptırım bulunmamaktadır. Dolayısıyla ilgili kuruluşların hiçbirisinde bozkır ekosistemlerinin korunmasından da sorumlu bir birime yer verilmemiştir; söylediğim gibi, henüz, hemen hemen hiçbir düzlemde böyle bir kaygı oluşmamıştır çünkü…
Sizi bilmem ama bence nedensiz değildir; nedeni var: Bozkır ekosistemlerine egemen bakış açımız… Bu öyle bir bakış açısı ki, baksanıza ne şiirde, ne öyküde, ne de resimde bozkırlara gerektiğince yer veriliyor; toplumumuzda böyle bir gereksinme yok çünkü. İlgili bilim dalları bile bozkır ekosistemlerini özgün bir ekosistem olarak, neredeyse hiç görmüyor. Görmediği için de üzerindeki bitki örtüsünün yalnızca ilgi alanına giren türleriyle ilgileniyor; kısacası, çoğunlukla “tek ağacı gözlemekten, ormanı görmeme” tutumunu yeğliyor. Bir bakıma, böylesi daha kolay çünkü. Öte yandan; bozkır ekosistemlerinin, arazisi dışında öyle hemen değerlendirilebilecek akçalı bir getirisi de yok: Daha önce de belirttiğim gibi, bozkır ekosistemleri, yalnızca günü ve yeri geldiğinde, arazi ya da arsa olarak bir değişim değerine sahip olabiliyor. O zaman da , deyiş yerindeyse kıyametler koparılıyor. Ek olarak; bozkır ekosistemleri çoğunlukla Hazine arazisi; henüz özel mülkiyete geçirilmemiş, yani sahipsiz!. Bu nedenle de kolaylıkla kapışılabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki, böyle giderse bu kapışma, tüm bozkır ekosistemleri ağaçlandırma, tarım, mera ve yerleşme yerlerine dönüştürülünceye; yani tümüyle tüketilene değin sürecek… Ve sonunda geriye ne kekikler, gevenler, çiğdemler, yavşanlar, ballıbabalar, kediotları, papatyalar, avcıotları, zambaklar, gelincikler; ne karanfiller, sığırkuyrukları, yabanıl arpa ve çavdarlar, sütleğenler, katır tırnakları, molteke otları ve ne de kanarya çiçeği, kantaron, öküzdili, yanar döner, yabanıl yonca, korunga, muhabbet otu kalacak… İşte, ülkemiz de, o zaman, galiba gerçekten de çöl olacak !
***
Eveeeet; bu uzunca girişten sonra çağrımı yapabilirim artık:
Eyyyy müzisyenler,
Eyyy ressamlar,
Eyyy ozanlar,
Eyyy bilimciler,
Eyyy doğaperestler,
Bozkır ekosistemleri duyarlığınıza, sevginize gereksinmesi var ama sizlerin onların desteğine gereksinmeniz daha büyük; bilmem gerektiğince ayırdında mısınız? Değilseniz eğer, tam zamanıdır; bozkır ekosistemlerinde şöyle bir gezinin ama öyle “cumbur cemaat” değil; yalnız başınıza…
* İletisim: ormanlarindelisi@gmail.com
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.