Anlatı
Eliz Başaran
Buğday Tarlası
Dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insana “Kendinizi nereye ait duyumsuyorsunuz“ diye sorsalardı o kadar farklı evren yaratılırdı… Kendimizi farklı zamanlarda farklı yerlere ait duyumsarız. Peki, kendimizi bir ömürlük ait hissedeceğimiz bir yer olabilir miydi yeryüzünde.
Camları ve kapısı mavi, dış duvarları beyaz, küçük çardaklı bir köy evi… Birkaç merdiven çıktıktan sonra varılır o koca kurak avluya bakan çardağa. Tabii sonradan dikilmiş, daha büyümekte olan ağaçları saymazsak… O çardakta, tam girişte evin kapısı vardır. Tüllerin asıldığı kapılar ne güzeldir o yazlar. Sinekler girmesin diye asılır tüller; ama onlar bir yolunu bulup girerler içeriye. Bahanesidir belki sinek; yazın yakışıyordur kapılara.
Evin eskiyen eşyaları da zamanla kendilerini evin dışında bulurlar; ama yine de kullanımları sürer. Örneğin, çardakları üstü örtülü döşek konulan somyalar süsler. Bunlar köy evlerinde kimi zaman salonların başköşelerinde kendilerine yer edinirler, kimi zaman da yatmak için kullanılırlar. Ömrünü doldurduğunda da işte o zaman ev sahibi çıkarır artık onu gözden. Bir de:
O somya, yerini, beyaz duvarın dibinde kapıya yakın yerdeki uzun duvarda alır. Yine aynı görkemle üzeri süslenir. Yaz akşamlarının konukları bereketli olur köy evlerinde. O konuklar çardaktaki süslü somyada ağırlanır ve şıngırdayan çay bardakları derin sohbetlere eşlik eder. Öyledir ki edilen sohbetlerin bazısında dünya kurtarılır… Köylerde insanlar daha önceleri radyodan, sonraki zamanlarda ise televizyondan duymuştur; ülkede ve dünyada olanı biteni. Oralardan duyduğu kadarı vardır onlar için, onu çözümlerler o güzelim yaz gecelerindeki sohbetlerde. Gazete de gelmez zaten köye, birileri ara sıra gidecek de şehre o getirecek. Zaten öyle adamakıllı bir zorunluluk duyulduğu da söylenemez. Sırayla ev halkı, komşular okurlar, bu şekilde elden ele gezinir de durur gazete sayfaları. Kimi yaprağını da tabii ki zamanla yitirerek. Köylülerin genelinin vardır okuma yazması. Bizim oralarda kız erkek demeden göndermişler herkesi ilkokula. İyi de etmişler. O zamanlar ilkokul mezununa fakülte bitirmiş gözüyle bakılırdı.
Ben de elime geçen ufak tefek gazete kâğıtlarını eve gelen özel konuğun sinisinin üzerine serilmesiyle okuyabilirdim çoğu zaman. Sofraya geçer çatalı kaşığı az öteleyerek okumaya çalışırdım, küçük yazıları olan özenle yazılmış metinleri. Bazen de aralıklarla oyun oynarken sokaktaki ağaç köklerine takılan gazete parçaları geçerdi elime. Alır onları da okumaya çalışırdım, ne kadar yıpranmış olsalar da.
Yine bir yaz gecesi, kâğıt kalem merakımla tek başıma oturduğum güzelim somyada şunları düştüm kâğıda:
Her şey benzer birbirine
İnsanlar, eşyalar, zamanlar…
Çok benzedikleri anda ise birbirlerine
Kocaman farklar girer aralarına
Ayrılırlar o noktada.
İnsanlar ölür,
Eşyalar eskir,
Zamanlar rengini yitirir…
Yaşam denen şey, o kadardı küçücük dünyamda. Kafamda sesler çınlar, hayali karakterlerime konuşma metinleri verirdim. O gece bu dizeleri karalayan da yarattığım karakterlerden biriydi belki de, kimbilir…
***
Sabahleyin kapının erkenden büyük bir gürültüyle çalınmasındandır ki gelenin Zehra Teyze olduğunu anlamak çok da güç olmamıştı. Hasat zamanıydı ve tarlalara sırasıyla biçerdöverler girecekti. Sıra o sabah bizim tarladaydı. Babam oradaydı ama köyde kadına hep ihtiyaç vardır. Anneme haber salsın diye Zehra Teyzeye seslenmişti. Onun evi yakındır tarlaların oraya, o da bir koşu haber getirmiş anneme.
“Sizin tarlaya biçerdöver girmiş Kocaoğlan seni ister,” dedi.
“Tamam, hemen hazırlanıp çıkıyorum,” dedi annem.
Annem yanına alması gerekenlerle birlikte el yordamıyla hazırlanıp çıktı evden. Sanki önceden hazırlanmış gibiydi. Şaşırdım çocuk aklımla bu çabukluğuna. Annem çıkmadan ablama:
“Öğlen olmadan yemekleri hazır edip, tarlaya getir. Kardeşlerini de tek koyma, onları da yanına kat,” diyerek çıkmıştı evden.
Ablam uykulu bir sesle:
“Tamam,” dedi.
İki kadın lafa dalarak uzaklaştılar. Ablam uzun zaman geçmeden uyandı, benimle kardeşim uyanalı çok olmuştu. Çardakta kahvaltımızı etmeye koyulduk. Annemin evde olmadığı zamanlarda evi çekip çevirme işi benimle ablama; yani evin iki kızına kalırdı.
Annemin dediği gibi öğleye doğru yemekler hazır, ellerimizde çıkınlarla yola koyulduk tarlaya doğru. Öğle sıcağı da yakıp kavuran cinstendi. Ben ablamın elinden, küçük erkek kardeşim de benim elimden tutmuş, tarla yolunu aşındırıyorduk. Sıcak küçük bedenini olağanca gücüyle etkilemiş olmalıydı ki kardeşim bir ara:
“Abla, çok sıcak çok yoruldum,” dedi.
“Tamam , az kadı zaten.”
Sözler zar zor çıkmıştı ağzımdan; ben de bir o kadar yorulmuştum. Ama ablaydım ve mızmızlanıp onu daha da huzursuz etmemeliydim. O aralık küçük elini sıkarak güç verdim ona. O da kafasını yerden kaldırarak büyük mavi gözlerini gözlerime dikerek göz kırptı. O an aramızda yaptığımız, dünyanın en büyük ve en güven verici antlaşmasıydı.
Sonunda tarlaya varmıştık. Tarlanın girişindeki ağacın altında annem oturuyordu. Biz de hemen yanına çöküverdik; yolun ve eşyaların yorgunluğuyla. Üçümüzü bir arada görünce gözleri parlar annemin, hiç kimsenin bana öyle baktığını hâlâ görmedim bu yaşıma kadar.
“Yemekleri ve ayranı ağacın gölgesine koy kızım,” dedi annem ablama.
O an başımı gökyüzüne kaldırmamla güneşin gözümü kamaştırması bir oldu. Öyle muhteşem bir ışık saçıyordu ki yeryüzüne, karşı koyamadım. Hele ki o sararmış tarlada çizdiği resmin tarif edilir bir yanı yoktu. Ayağa kalktım ve olanca gücümle koşmaya başladım, hasadını verecek olan sarımsı buğday tarlasının içine doğru. Kafam yukarı dönük, yüzüm güneşte gülerek sürdürdüm koşumu. Arkamdan gelen bir:
“Ablaaa,” sesiyle sevincim daha da arttı..
Tarla büyük olsa gerek, sonunu hâlâ göremiyordum. O anki coşkuyla babama sarılarak durabildim. Kardeşim de ikimize doladı kollarını… Nasıl da sevgi doluyduk; yıllar sonra her anımsayışım içimi yeniden mutlulukla kapladığı gibi, derin bir hüzün veriyor; yitimler, geçen zaman…
Buğday tarlası hasadını o yıl iyi vermişti. O zamanların renkleri hiç solmadı belleğimde.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.