CEYHUN ATUF KANSU:
TÜRKÇENİN KRİSTAL ŞAİRİ
Metin Turan
I.
Ceyhun Atuf Kansu’nun dünyaya geldiği tarih, yani 7 Aralık 1919 anımsanırsa, Türkiye’nin siyasal tarihiyle onun hayatı arasındaki bağıntı da kavranabilir. Hayatına olduğu denli sanatına da buradan başlayarak bakmak gerekir. Zira, henüz on sekiz aylık iken annesini kaybeder ve babası, ünlü eğitimci Nafi Atuf Kansu, Kurtuluş Savaşının yanında yer almak amacıyla 1921 yılında, İstanbul’dan Ankara’ya geçer. Böylece o da Ankara’ya getirilir. İlk ve ortaöğretimini burada tamamlar. Doğum yeri olan İstanbul’a yeniden dönüşü, 1938 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girişiyle olur.
Hep bir ‘tercih’ insanıdır Kansu. 1944 yılında tıp fakültesindeki öğrenimini tamamlayınca, uzmanlığını çocuk hekimliğinden yana yapar ve bir yandan Ankara Numune Hastanesinde çalışırken, bir yandan da yoksul gecekondu semtlerinde gönüllü ve ücretsiz olarak halka sağlık hizmetleri vermeye başlar. Yine bir ‘tercih’le on bir yıl görev yapacağı Turhal ve ardından Ankara Şeker Fabrikası’nda hekim olarak çalışır. 1978 yılına kadar hekim olarak bu hizmetini sürdürmenin yanında, Türk Dil Kurumu’nda da görevler üstlenerek, özellikle tıp terimlerinin Türkçe karşılıklarının bulunması yönünde çalışmalar yürütür. Bu gönüllü çalışmalarına ek olarak Ankara Radyosunda, Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Türk dili ile ilgili programlar hazırlayıp sunar. Köy Öğretmenine Mektuplar adlı eseriyle Türk Dil Kurumu’nun deneme ödülünü (1964), Bağımsızlık Gülü adlı yapıtıyla Yeditepe Şiir Armağanını (1965) ve Sakarya Meydan Savaşı adlı destan şiiriyle de Behçet Kemal Çağlar ödülünü kazanır (1970).
Özetlenebilirse, 59 yıllık bir hayat hikayesinin çerçevesini, derdine derman olduğu binlerce hasta, yukarıda anlatılanlara anlam ve içerik kazandıran 13 şiir, 8 deneme, 1 halk hikayesi, 4 mesleği hekimlikle ilgili ve çocuklara yönelik 3 kitabı, tadı ancak tadanların belleğinde kalmış, gönül eri bir kişiliğin muhabbeti doldurur.
II.
Ceyhun Atuf Kansu’nun şair ve edebiyatçı kimliği üzerinde düşünürken, onun kurucu kadronun Cumhuriyet düşüncesi, Cumhuriyetin kurum ve kuruluşlarıyla olan ilintisini de beraber düşünmek gerekiyor.
Anadolu coğrafyasını, bugün örneğine pek az rastlasak da büyük şehirleri, kasabaları, köyleriyle özellikle de Kansu’nun kuşağından başka şair ve edebiyatçılarımız da işlemişlerdir. Hiç tartışmasız kendi şairce yaklaşımlarıyla bir Türkiye şiiri yaratma çabasında olan Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Faruk Nafiz Çamlıbel, Cahit Külebi, Oğuz Tansel ve Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi memleket sevgisini türlü boyutlarıyla ele alan, bir kısmı onun öncülü, bir kısmı da çağdaşı olan şairlerimiz vardır. Kansu’nun bunlar arasındaki yeri Türkiye’ye özgü bütün bu gözlemleri ve şiirleştirmelerinde düşünsel çerçeveyi çok belirgin olarak Atatürk ve devrimleriyle çizilmiş bir hat oluşturur. O, yukarıda isimlerini andığım şairlerden daha baskın olarak bu hattın içerisini yapmacıksız bir kutsamayla soyut olmaktan çıkıp yaşayan, çalışıp didinen emek ve emekçiyle doldurur. Bu sosyal doku çok daha belirgin olarak 1970’lerde yazdıklarında baskınlaşır. 1960’lı yıllarla birlikte gerek dünyada gerekse Türkiye’de boy gösteren toplumsal devinim, Kansu’nun düşünsel dünyasında da değişikliklere yol açar ve çağdaşı edebiyatçıların önemli bir bölümü gibi o da toplumcu görüşlerden etkilenir. Özellikle 1972-75 yılları arasında yayımlanan Tekin Sönmez yönetimindeki Yansıma dergisindeki yazı ve şiirleri bu dönem içerisindeki düşünsel ve sanatsal çizgisini anlamak bakımından belirgin örnekler oluşturur. Dünyadaki gelişim ve değişimle ülkemizdeki devinim arasında bağıntıyı edebi düzlemde irdeler ve zengin bir kültürel kalıtın sahibi olarak, bu coğrafya üzerindeki varlığımızı özgürce yaşamayla anlamlandırabildiğimizi imler. Bunun sanatsal zeminini, bir bütün olarak doğaya ve insana olan dolambaçsız sevgiyle betimler. O bakımdan da ilk dönem şiirlerinde halk söyleyişinin biçemsel olduğu denli, biçimsel özellikleri de baskındır. Örneğin Halkevleri’nin yayın organı Ülkü dergisinin 1942 yılına dair sayılarında yer alan şiirlerinde, tipik bir halk şairi gibi seslenir ve “Ceyhun’um” mahlasını kullanmaktan çekinmez. Bir yanıyla farklı bir dünya kurmanın özlemidir bu betimlemeler ama aynı zamanda bu farklı dünyanın Cumhuriyet kazanım ve kurumlarının düşünsel izdüşümü olduğunu da işaretler. Ta başından tanık olduğu bu kazanımların nasıl bir toplumsal-kültürel zemine oturduğunun, farkında olan sayılı isimlerden biridir. Ondaki bu halkçı tavır, popülist bir halkçılık değildir. Halk dair olanı dekoratif olarak taşımaz şiirine. Halkı sevdiği için, bilincini besleyen duygu böyle olduğu için halkçıdır o.
Değilse, Anadolu’nun bu Kürdili hicazkâr tınılı lokantalarından,
“Odama dönüyorum, odamda bir Van Gogh sandalyesi
Üzerimde elmalar ve kara üzümleri“ne ulaşılabilir mi?
Ceyhun Atuf Kansu, Türk şiirinin ufuk çizgisidir. Beslendiği kaynaklar kadar, beslediği kaynakları da onun şiirimizde bir dava adamı olarak ufukta durduğunu işaretler. Kansu’nun şiire başladığı (ilk şiirini lise yıllarında, yani 1938’lerde okul dergisinde yayımladığı anımsanırsa) yıllarda boy veren Türk şiiri, deyim yerindeyse üçlü bir kesişme noktasındadır. Bir yanda, Aşık Veysel, Ali İzzet Özkan, Posoflu Aşık Müdami, Talibi Coşkun, Zülali gibi geleneksel anlamda halk şiirini sürdürenlerin varlığı, bir yanda da bu geleneğe ses ve tavır olarak eklenmeye çalışan Behçet Kemal Çağlar, yer yer Ahmet Kutsi Tecer gibi aktörlerin varlığı; diğer yanda özellikle 1930’ların başından itibaren Türk şiirinde estirdiği rüzgarla bir büyük yeniliğin öncüsü olan Nazım Hikmet ve ardından 1940’larda, tam da Kansu’nun şiirini okurla buluşturmaya başladığı tarihlerde gündeme oturan Garip şiiri… Türk şiirinin bu her bakımdan zengin bir bileşime ulaştığı dönemde o bütün bu çeşitlilik ve zenginliğin farkında olarak kendi şiirinin izini sürerek ufuk çizgisi oluşturur. Başka bir demeyle, Türk şiirinin 1940’lardan bu yana süregelen ve özellikle de 1950’li, 60’lı yıllarda küçümsenmeyecek bir çeşitlilikle zenginleştiği süreci okuyup anlamak bakımından Ceyhun Atuf Kansu’nun yazma serüveni bize her bakımdan yol gösterir, ufuk oluşturur.
Kansu’nun sanatçı kişiliğinin oluşumu da, yukarıda nitelendirmeye çalıştığım üçlü bileşime benzer bir gelişmeyle üçlü bir evreye odaklanır: 1938-1945 yılları halk şiiri tarzında yazdığı ilk dönem; 1945-1950 yılları arası yani şiirinin asıl formunu oluşturduğu ve kendi oluşumuna katkısı olacak beceriler kazandığı ikinci dönem; 1950’den sonrası ise halk kaynaklarından yararlanılan, arı duru bir Türkçenin yanında sosyal konuların da derinlemesine irdelendiği üçüncü dönem (Kurdakul, 1994, s.267).
Bu üçüncü dönem, yani 1940’larda başlayan, öncüsü Nazım Hikmet olan toplumcu şiir, Kansu’nun şiirinin de nirengi noktasını oluşturur.
Cemal Süreya, onun şair kimliğini irdelerken şöyle bir belirlemede bulunur:
“…Garip’in parlak günlerinde ve daha sonraları, uzunca bir süre, Ceyhun Atuf Kansu gölgede kalmış sanılan bir şairdi. Herkes onu seviyor, tutumuna saygı duyuyor, ama pek fazla önemsemiyordu. Şimdilerde ise, kuşağından nerdeyse bir o var çalışmasını daha büyük bir tutkuyla sürdüren, büyüten, daha önemlisi kabul ettiren. Bununla 1940 kuşağı şairlerinin artık görevlerini bitirmiş olduklarını söylemek istemiyorum. İçlerinde her an büyük bir atılım yapabilecek büyük ustalar var. Türkçeyi kuran ve kendilerinden çok şey öğrendiğimiz şairler var. Ancak, bir iki kişi hariç, bunların şiire karşı, hatta edebiyata karşı büyük bir çekimserlik dönemine girdikleri de, hiç değilse bugün için kolayca inkar edilemeyecek bir gerçektir. Bu şairler arasında, genel kurala uyarak, başka edebiyat türleriyle temas kuranlar da az. Hele geçen dönemin şiir eleştirmenleri, denemecileri iyice çekilmiş sayılırlar.
Ceyhun Atuf Kansu’nun durumunu şöyle açıklayabiliriz: o, sanatını geniş bir daire içinde geliştiriyordu; bu daire bugün yeni yeni uçlarını birleştirmeye başlamıştır; eski yazdıkları da bugünkü şiirinin konumuna göre değerlenmeye başlıyor” (Süreya, 1967).
Cumhuriyet düşüncesi, hayatın başka alanlarında, örneğin eğitimde, silahlı kuvvetlerin şekillenmesinde, sağlıkta tasarladıklarını kültür ve sanatta da geniş bir düzleme oturtuyordu. Bir yandan, bin yılı aşkın bir süre devlet dili yapılmamış, olamamış demiyorum, yapılmamış Türkçeyle; onun zenginliğini bugüne taşımış halk geleneğiyle bağ kuruyor; bütün yurdu kapsayacak derleme izlenceleri tasarlıyor; söylemlerimize yanlış bir biçimde yerleşmiş olan ‘batı klasikleri’ni de içerisine alan, dünya klasiklerini dilimize kazandırıyor; imparatorluk döneminin oluşturmuş olduğu avamla havas arasındaki duvarları yıkıyor; kendi yaratıcı doğallığının içerisinde Anadolu çoksesliliğinin parıldamasını sağlayacak politikaları uyguluyordu. Farklı farklı düzlemlerde kişilikleri şekillense de bu kurumların amaçlarının buluştuğu nokta, cumhuriyet düşüncesinin birey yapmaya çalıştığı insan modelinin yaratılmasında işlev kazanmalarıdır.
Ceyhun Atuf Kansu, resim, müzik, yontu gibi, farklı alanlardaki bu bilincin ayrımına varmış çağdaşları arasında, sanatını bu bakış açısıyla ‘geniş bir daire içinde’ geliştiren pek az şairden biridir.
Şiirlerini yayımlamaya başladığı 1938 yılından, hayata gözlerini yumduğu 1978 yılına değin Kansu’nun yaşam anlayışıyla şiir uğraşı arasında temel bir bağın belirdiği çok belirgin olarak görülür. O da onun şiire, hiç kuşkusuz yapmakta olduğu başka işlere de tutkuyla yaklaşmasıdır. Bunu ürettiklerinin toplamına baktığınızda çok rahat görürsünüz. Peşini bırakmayan, sürekli üreten bir tutkudur Ceyhun Atuf Kansu’nun yazma / yaratma sevinci. “O, hayatın zenginlikleriyle bugünkü anlayışı besleyebilecek bir insan sevgisiyle şiir yazmaktadır. Şiirleri hiç bir zaman didaktik olmamıştır; söylev çekmez, insan manzaraları verir. Halk albümüne fotoğraflar toplar, gerçeği tesbit eden ufak ufak ve sayısız tutanaklar düzenler” (Süreya 1967:52).
Kansu, kendisini halk ozanı/halkın ozanı olarak konumlandırmıştır. Bunu yaparken de, tarihsel ve güncel Anadolu gerçekliğinden hareket eder. Çok nettir yapmak istediği; tıpkı cumhuriyeti kuran düşüncenin; biraz değil daha çok Mustafa Kemal kişiliğinde somutlaşan kuvayi milliyeci bakış açısının yapmak istedikleri gibi. Bunu tüm açıklığıyla şöyle ayrıntılandırır: “Ben bir halk ve toplum ozanıyım. Ya da öyle bir ozan olmak istiyorum. … Sevdiğim ozanlardan en aşağı üçü halk ozanıdır. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan’dır. Güneş vurmuş dereler gibi akmalı mısrağlarım. Bulanık sulardan hoşlanmam. Türk halk şiirine öykündüğümü söyleyebilirler. Ben o şiire öykünmüyorum; okulum benim o şiir; şiiri o okulda öğrendim. Gerçek şiir de orada, halktadır diyorum” (Kansu: 1967).
Ceyhun Atuf Kansu’nun düşünsel dünyasının şekillenmesinde, içerisinde büyüdüğü ve hemen her bir adımına tanıklık ettiği cumhuriyet modernleşmesi kadar Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Mehmet Akif gibi adların yanı sara, Anadolu’nun manevi hayatında etkili olan Dede Korkut, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi isimlerin de etkisi büyüktür. Özellikle onun haksızlığa karşı direncinde, hak arayışında bu isimlerin yol gösterici olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
III.
Ceyhun Atuf Kansu’nun yaratıcılığı üzerinde düşünürken, şairliğini, denemeciliğini ve elbette hekimlik mesleğini bütün sorumluluğu ile yerine getiren; içerisine doğduğu ülkenin gerçeklerini kavramış aydın kimliğini akılda tutmak gerekir.
Bu çerçeveden bakınca, Kansu’nun, ‘gündeme oturan’ bir şair olmadığı rahatlıkla görülür. Öyle bir niyeti olmadığı, daha şiire başlarken yeğlediği yoldan; yaslandığı birikimin onun da sanatını biçimlendiren alçakgönüllülüğünden bellidir.
Şu, söylenebilir elbette, yazdığı dönemde olduğu gibi bugün de ekonominin o pek cafcaflı kavramlarından biri olan ‘piyasa’sıyla bağdaştırınca alan dışında kalan bir şiirdir Kansu’nun şiiri ama, hiç tartışmasız hayatın kendisidir. Türkiyeli bir şiirdir. Bununla neyi söylemek istediğim çok açık: On bin yıllık kültürel dinamikliği ve çoksesli halk kültürü direngenliğiyle bir bireşimin şiiridir onun yarattıkları. Yapaylıktan uzak, hayatın içindeki insanın sahiciliğinde bir şairdir Ceyhun Atuf Kansu. Türk insanı, bütün bir Türkiye ve onun tarihsel direnciyle özdeşleştirdiği bütün direnen halklar ete ve kemiğe bürünmüş olarak yansır ürünlerine.
Abartmaz… Hayatı bütün hücreleriyle solumuş bir insanın, ayrıntıyı da kavramış bilinciyle görür, sanatçı duyarlığıyla işler. Kansu’yu farklı kılan, şiiriyle hayat arasında, hatta şiirle gelecek arasında kurduğu bu ‘umut’ ilişkisidir zaten.
“AKAN İNCE SU
Küçük şeyleri sevmeyi öğrenmelisin
Yorgunsun, öğle vakti acıkmışsın
Bütün güzel yemekleri unutup
Şu akan ince suyu dinlemelisin.
Yer yüzünde büyük işler var
Biliyorum, yok demiyorum, inanıyorum
O işlere hazırlanmak için de
Küçük şeyleri sevmeyi öğrenmelisin.
Büyük bir savşta say kendini
Örnekse, Bozkırda acı bozkırda
Piyadesin, silahların ağırlığın
Ezilmiş yorulmuş yürüyorsun.
Mataran da boşalmış, suyun bitmiş
Dudakların kuruyor susuzsun
Güneş gökten bütün ümitlerini kurutuyor
Herşeyi bir anda unutuyorsun.
Büyük şeyleri de hep beraber herşeyi
Aşkı da unuttuğunu söyleyebilirim
Hücrelerimiz kurudu mu, canlı hücrelerimiz
Aşk da,hürriyet de kurumuş demektir.
Birden ileride, bir yol kıyısında
Bir tarla kıyısında bir su sesi duydun
Bulanık bir su akıyor, atılıyorsun
Hürriyet de dirildi, aşkın da!
Şu akan ince suyu bundan sevdim
İçebilirken içmedim.
Durdum şırıltısını dinledim,
Kalbimin bozkırında sazlar arasından
Aksın akabildiğine dedim.
Bu ince suyu susuz günlerime sakladım” (Kansu 1978:268).
Doğayla insanı bir tutar. Bu özdeşleştirme öylesine nettir ki , ‘Yüryüzünden bir ağaç, bir ot, bir çiçek eksilmesin istiyorum, bir çocuk, bir genç, bir anne eksilmesin istediğim gibi’ (Kansu, 1978) der.
Sonra bir dolu olayla ördüğü şiirine, taşradan, kenar mahalleden, ıssız bozkırdan, suyu verilmemiş çiçekten sedalar taşır… Dolaylı bir biçimde içerlediğini hissettirir ama, öfkelenmez.
Nasıl dile getiriyor “Anadolu Lokantaları” adlı şiirinde:
” El ayak çekilince kısa ikindilerden,
Küçük memurların gezindiği yollar ıssızlaşınca,
En ışıklı yer, lokantalardır, Anadolu taşrasında.
Genç yargıçlar, kaymakamlar otururlar bir masada,
Bir eşraf kızı kadehine doldurup içer genç doktor
Radyoda ince saz, sıcak soluğu alaturkanın
Rahmi bey, Şevki bey, Tatyos efendi Mustafa çavuş
Kürdili hicazkâr: Meftunun oldum ey veçhi ahsen” (Kansu 1978: 448).
IV.
Şairliğinin, buna yazarlığı ve hekimliğini de dahil edebiliriz, politik bir görev olmadığını tam tersine düşünsel özgürlüğün gücüyle politikaya yön vermesi gerektiğine inanır. Bu bakımdan şiirini yaratırken, kurguladıklarını tarihsel düzlemden hemen hiç bir zaman bağımsız düşünmez. Bu sanatçı kaygısının çok önemli ve birincil ayağıdır. Edebiyatı, sanatı, şiiri besleyen, herhangi bir üretim/yaratım olmaktan farklı kılan, ‘eylem’dir. Ceyhun Atuf Kansu’nun edebiyat insanı olarak eylemi, kültürel birikimi, toplumsal bilinçle kaynaştırma ustalığına dayanır. Çağdaşlarından, hatta öncülleri ve ardıllarından da farklılığı buradan kaynaklanır. Şiir yazmaz o, şiir yaratır. Çünkü her şiiri için kurduğu tarihsel zemin, üzerine bilinç ve birikimle oturttuğu estetik/sanatsal bileşimin ürününe dönüşür. Farklı algılar ve farklı olanı algılatır. Yaratıcılık biraz değil, daha çok bu farklı olanı algılatmak değil midir?
Anadolu ve Anadolu halk kültürünün çoksesliliği… Bunlar Ceyhun Atuf Kansu’nun yaratıcılığının da kaynaklarını açıklayan kavramlardır.
Çocukluğu yarı kerpiç, yarı taş temel duvarlı eski bir Ankara evinde geçer. Bu ev, bugün için adı Akgün Sokağı olan Ulus Meydanı’ndan Ankara Kalesine doğru doğru uzanan Anafartalar Caddesi üzerindedir. Şimdi tarihe dair yerinde yellerin estiği bu meydan, biraz ötesinde aynı zamanda bir Ahi önde geleni olan Hacı Bayramı Veli’nin de mekan tuttuğu, “yaşamın ağır koşullarında ekmeği ve evi sürdürme” çabasındaki bir eski Ahi kerdeşliğinin şenlendiği coğrafyadır.
Şimdi her karış verimli toprağının pazarlandığı, üzerine betonlar ekildiği, iklimi gibi insan ve insanî bileşiminin de tahrip edildiği Türkiye coğrafyasının tarihsel izdüşümünü özetlediği “Köylü Ökkeş” yazısında, Mustafa Kemal eylemi ile Anadolu halkının tarihsel özlemi arasında kurduğu bağın gerçekliğini şöyle özetler:
“1919 yılında, Fransızlar güney topraklarımıza girdiklerine, bir Türkmen köylüsü, Keferganili Meçiğin Mehmet yanık bir türkü söyler ki, son dörtlüğü şöyledir: Vuruldu göğsünden akıyor kanı- aldılar vatanı yoktur günahı- yetiş Musatafa Kemalim imdadım hani- Yesir oldu vatanımız elimiz.
“Yetiş Mustafa Kemalim!” çığlığı, yüzyıllarca önce, Maraş’ta, Amasya’da, Tokat’ta, Çorum’da, Kırşehir’de duyulan bir çığlığı çağrıştırıyor: “Yetiş ey Baba İshak!”. Bu benzetmeyi tarihsel bir çizgiden geçerek yapıyorum. Kurtuluş savaşını inceledikçe, ilk direniş çekirdeğinin, Türkmen töresinde, Türkmen toprağında yeşerdiğini görüyorum. Çok derin araştırmalar isteyen ulusal kurtuluş savaşımızın köylü kökü, ilkönce dağlarda, yaylalarda yaşayan Türkmenler’e iniyor. (…)
1071’den, 1919’a, Anadolu halkı, halk olmak için nice savaşlar vermiştir. Anadolu köylü direnişleri, savaşları incelenecek ayrı bir konudur. Ulusal kurtuluş savaşı, Anadolu halk tarihinde ilk halk olma savaşı değilse de, bir yerde, halkın utkusuyla, katkısıya biten ilk savaştır. (…)
1239’de, Anadolu halkı, “Yetiş ey Baba İshak!” der, çağırır. Selçuklu’nun astığı ermiş önder Baba İshak yetişememiştir. 1919’da, Adana ovalarından bir köylü “Yetiş ey Mustafa Kemal!” demiştir. Osmanlı’nın asmak istediği, çağdaş önder Mustafa Kemal, bu kez imdada yetişmiştir. Köylü Ökkeş ile Mustafa Kemal arasındaki tarihsel çizgi, ulusal kurtuluş savaşının en anlamlı çizgisidir.” (Kansu 1973: 35)
Anadolu insanının bu sezen yanını, başka bir yerde, Kağızmanlı Abdurrahman’da da görürüz. Çanakkale savaşlarının neferlerinden bu şiir meraklısı Abdurrahman, kimselerin sezemediği bir bilinçle Mustafa Kemal’in kurtarıcı olabileceğinin ayrımına varmış ve şöyle dile getirmiştir duygularını: “Dünya ahirette murat alasın/ Bu cihanda çok sefalar süresin/ Bundan büyük rutbelere eresin/ Güneş ile doğdu kahraman Kemal// Haktan yetişe düşmanının belası/ Yakında alınır Kars’ın kalası/Askerdir Abdurrahman kapın kölesi/Her yaraya melhem kahraman Kemal”(Turan 1997:348).
Henüz Kars işgalden kurtarılmamış, cumhuriyet ilan edilmemiştir ama, payıtahttan bin yediyüz kilometre uzaklıktaki Anadolulu bu köylü nefer, Mustafa Kemal hareketinin çıkış yolu olduğunun farkındadır. Tıpkı Maraşlı Ökkeş’in ‘yetiş ey Mustafa Kemal!’ demesi gibi. Ceyhun Atuf Kansu, bu devingen ve direngen Anadolu halk kültürünün zenginliğinin farkına, başka bir bilinçle varmış insandır. Yaşadığı dönemde olduğu gibi bugün de onu farklı kılan, bu tarihsel/kültürel birikimin farkında olmasıdır. Değilse, bir nice güzel şiir yazıldı, yazılıyor… Edebiyat tarihi için her birinin önemi küçümsenemez. Ancak, bir Türkiye şiirinden sözedildiğinde, akla ilk gelebilecek bir kaç addan biri, kuşkusuz Ceyhun Atuf Kansu olacaktır.
Ceyhun Atuf Kansu’nun düşünsel olarak Anadolu’ya yüzünü dönmüşlüğü, şiirsel olarak da kendini belli eder. O şiirinde, Eski Anadolu uygarlıkları ile, bin yıldır yurt edindiğimiz ve artık terkedilemezliğinin altını çizdiği bugünün Anadolu coğrafyası ve pok doğal olarak insanı arasında bağı irdeler. Denemelerinde de bunun önemini vurgular. Kurtuluş savaşının utkusuyla Anadolu direngenliği arasında kurduğu tarihsel bağı, dünyanın başka başka coğrafyalarında bağımsızlık savaşımı veren halklara taşımaya/aşılamaya çalışır. Onların da duygularını paylaşır: Vietnam, Şili, Hindistan, Gana, Cezayir… Direnen insanın şiirini yazma tutkusu, onun şairliğinin en belirgin özelliklerinden başlıcasıdır. Bu bakımdan Ceyhun Atuf Kansu, direnen insanın şairidir.
*
“Saatimi güneşe kuruyorum
Çocuklara kuruyorum saatimi
Yaşamaya kuruyorum saatimi
Çın çın etsin çocukların sevinci” (Kansu, 1994, s. 154).
Türkiye’de çocuk şiiri kültürünün en önemli simgelerinden biridir. Sadece bu özelliğiyle bile Kansu, Türk edebiyatında unutulmaz olmayı başarmış bir kişiliktir.
*
Ceyhun Atuf Kansu, sahici bir şairdir. Yüzyılımızda pek az şair vardır böyle yönünü halka dönmüş, ‘halkın, toplumun ozanı’ olmak erdemliliğini donanımlı bir bilinçle pekiştirebilmiş. Bu bilinç ve duyumsama uzaktan seyrederek değil yaşayarak yazıyor olmasından kaynaklanmıştır. Seyirci biri değildir Kansu. Böyle olsa, Kızamık Ağıdı, Sakarya Meydan Savaşı Destanı, Dünyanın Bütün Çiçekleri, Bir Kasabadan Resimler, Halk Albümü, Bağımsızlık Gülü yazılabilir miydi hiç?
“Şimali Şarkiye Doğru”da belirgin bir biçimde söylediği gibi: “Düşüncemi hayatla birleştirmeye/Hayatımı vatandaşlıkla birleştirmeye/Vatandaşlığı vatandaşla birleştirmeye/Birleşmenin gök bayrağı altında/ Vatandaş olmaya gidiyorum”. Genç bir hekim olarak Ankara’dan Turhal’a giderken kendisine çizdiği yön böyle şiirleşir ve 1947 tarihli bu şiirinin üzerine oturttuğu 40 yıllık hekimlikle şairliği bu bilinci yansıtır.
Ceyhun Atuf Kansu’nun şiiri, bütün büyük sözcüklerden, şiir dışı dizelerden arınmış; en sıcak kuşatıcılığını insana ve elbetteki hayata dair olanda bulmuş bir şiirdir. Anadolu, ırmağı, ovası, bozkırı, dağları, denizleri, güneşi, yıldızları, köyleri, istasyonları, şehirleri, küçük kahveleri, değirmenleri, tekerliği kırık kağnıları, kırık testileri, insanları, kızamıklı çocukları, kahramanları, tanrıları ile yalın ve çarpıcı bir gerçeklik olarak çırılçıplak boy verir Ceyhun Atuf Kansu’nin şiirlerinde.
Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü adlı romanını değerlendirirken üzerinde özellikle durduğu noktalar, onun sanat yapıtı ile toplumsal düzen ve hayat arasında kurduğu bağı anlamamız bakımından ışık tutucudur: “Bireysel bilinçaltı gibi bir de ulusal bilinçaltı vardır, bireysel bilinç yasalarını çoğu kez nasıl bu gizli bilinçaltı yönetiyorsa, ulusal yapının yasalarını da yaşanmış, denenmiş, yılların hazinesi gibi kapalı duran ve bir halkın iç yaşayışını biçimlendiren ulusal bilinçaltı yönetir. Bir ulusun bilinçle yaşar hale gelmesi için kendi ana hazinesi olan yaşayışının kaynaklarını biçimlendiren bilinçaltını yoklaması, işleyerek aydınlığa akıtması gereklidir” (Kansu 1950).
Cahit Külebi, çok yerinde bir saptama yaparak, Kansu’nun cumhuriyet ve kuvayi milliye düşünü yaratan Mustafa Kemal’i algılamadaki bilincini şöyle özetler:
” Ceyhun Atuf Kansu bir halk adamı, abartmadan söyleyeyim, bir yalvaç olmuştu. Paraya, üne, gösterişe değer vermezdi. Kendisini ülkesine, halkına adamıştı. Atatürkçülük, toplumculuk anlayışını şu üç temele dayamıştı: Halkçılık. Kendi kendisini yenileyen bir devrimcilik. Ahiliğe, halk loncalarına benzer bir kardeşlik anlayışı. (…)
Çok sevecen ve yumuşak olduğu halde düşünsel konularda ve gerçekçilikte tartışmalardan, çekişmelerden kaçınmazdı” (Külebi 1986:78-79).
Kansu’nun şiirinin özü için Cemal Süreya aynı içerikte bir belirleme yapar: “kuvayi milliyeci” diye.
Süreya’nın 1960 yıllarda yaptığı bu belirlemenin üzerinden elli yılı aşkın bir süre geçti ve bugün o kuvayi milliyeci özü kavramaya daha ciddi bir direnç, daha büyük çaba göstermemiz gerektiği bütün gerçekliğiyle önümüzde duruyor.
*
Ceyhun Atuf Kansu; hekim, denemeci, aydın… bütün bu nitelemelerin de toplamıyla cumhuriyet düşününün, Mustafa Kemal’in betimlediği ‘Sakarya melhame-i kübrası”nın destancısı, şimali şarkiye’nin hekim aydını, Türkçenin kristal şairidir.
KAYNAKLAR
Kansu, Ceyhun Atuf (1950), Bekçi Gazetesi.
Kansu, Ceyhun Atuf (1978), Milliyet Sanat Dergisi, , Sayı: 270, İstanbul.
Kansu, Ceyhun Atuf (1980) , Atatürkçü Olmak, 4. baskı, Varlık Yayınları İstanbul.
Kansu, Ceyhun Atuf (1973), 1973 Sinan Yıllığı (içinde), Haz.: Hayati Asılyazcı, SinanYayınları, İstanbul.
Kansu, Ceyhun Atuf (1967), Papirüs Dergisi, sayı: 14, İstanbul.
Kansu, Ceyhun Atuf (1994). Halk Albümü. (der. Muzaffer Uyguner). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Kansu, Ceyhun Atuf (1978), Tüm Şiirleri I-II, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.
Kurdakul, Şükran (1994). Çağdaş Türk Edebiyatı 3. İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Külebi, Cahit (1986), İçi Sevda Dolu Yolculuk, İstanbul: Adam Yayınları.
Süreya, Cemal (1967), Papirüs Dergisi, sayı: 14, İstanbul.
Turan, Metin (1997), Ozanlık Gelenekleri ve Türk Saz Şiiri, 3. Baskı, Başkent Klişe-Matbaacılık, Ankara.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.