DARBE GÜNLERİNDE SANAT
A.CELAL BİNZET
Yazının başlığına bakınca başka bir çağrışıma yol açtığını gördüm. İlk anda çok ilgisiz gibi geldi bana. Değiştirmekle değiştirmemek arası duraksama. Bir anda çıkıveren bir başlıkla bir roman adı arasında ne gibi bir bağ kurulabileceğini düşündüm.
Belleğin bize ne gibi sürprizler hazırlayacağı bilinmiyor ki.. Üzerinde yoğunlaşmış olduğunuz bir alanda dolaşırken sizi bir anda havalandırıp bambaşka yerlere konduruveriyor.
Aynen öyle oldu.
Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk”ı gelip durdu karşıma.
İkisinin arasında bir bağ kurmak mı?
Neden olmasın!
Hastalık, bireyi içten çökertip hızla yayılarak toplumda yarattığı çürümüşlüğün, büyük tehlikelerin habercisi gibidir. Sonuçta “darbe”yle kolera arasında kurulacak bir anlam benzerliğini, sanatla aşk arasına aktarmanın düşünsel hiçbir sakıncası olmamalı. Yayılmacı ve öldürücü bir olguyla tutkulu yaratmanın serüveni gibi bir şey.
Eskiden eylül dendiğinde sonbaharın sancılı ve sararmış günleri anımsanırdı. Kış mevsimine geçiş yapmadan önce yaz alışkanlıklarımızı törpüleyip yeni bir sürece alıştırmanın ürpertici zamanlarıydı bu ay. O alışkanlıklarımızı çoktan yitirdik. Çünkü toplumsal olayların üst üste geldiği eylül, artık, havalardan değil ama yaşananların bellekte yarattığı yıkımlarla ürpertiyor. Biraz gerilere gidersek 6-7 Eylül 1955 gelir usumuza. Bindirilmiş kıtalarla yağma, talan ve öldürüşlerin gemi azıya alması unutulmadı daha. O günlerin fotoğrafları capcanlı. Caddeye saçılmış bin bir çeşit eşyalar işgal ordularının geçtiği topraklara benziyor. Galiba göçebelikten kalma alışkanlıkların devamı.
Biraz daha yakına geliyorum. Bu kez 12 Eylül 1980 var sırada. Darbeci zat ve arkadaşları, tümüyle dışarıda kurgulanmış bir oyunu ellerindeki zor gücünü kullanarak yürürlüğe soktular. Bunların ortak özelliği hep dinsel motiflere sarılmaları. Bilirler ki, Arapçayla karışık birkaç söz edildi mi halk onları alkışlayacaktır. Oysa alkışladıklarının hangi anlama geldiğini hiç bilmeyecekler.. Salt bu nedenle Anadolu’nun değişik yerlerinde helikopterle Kuran kitabından cümlelerin yazılı olduğu kâğıtları insanların üzerine attırdı.
Oyunun dışarıda kurgulandığı sözü boşuna edilmedi.
Çünkü İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru ABD, balonlarla Sovyetler üzerinden çok sayıda İncil attırmıştı. 1993 yılında Diyanet İşleri Başkanı açıkladı ki, Azerbaycan üzerinden biz de Orta Asya’ya binlerce Kuran yollamışız. Yine bizim darbecimiz bir konuşmasında (her gün konuşuyordu) çocuklarımızın dinsel bilgi eksikliğini örneklerle açıkladı. Ardından anayasaya her sınıfta zorunlu din dersi konuldu. Bir de baktık daha önceleri Arjantin’deki darbeci Peron başa geçtikten sonra anayasalarına her sınıftaki öğrenciler için zorunlu din dersini yerleştirmiş. Nasıl bir eşgüdüm içinde çalışma ama.. Oyun kurucu aynı ama oyuncular, piyonlar paşa paşa değişiyor.
12 Eylül’ün sanat aşkı nasıldı derseniz Ankara’da düzenlenen bienal’de Polonyalı sanatçının resminin sansürlenmesi yeterince aydınlatıcı. Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde açılan sergiye katılımcı ülkelerin diplomatik kişileri de gelmişti. Sergi öncesi darbeci zat, bir yapıtın “müstehcen” olduğunu söyleyip kaldırılmasını buyuracaktır. Çünkü darbecimiz her şeyden olduğu gibi sanattan da anlıyordu (!). İşin trajikomik yanı sansürlemenin yöntemi konusunda çıktı. Yalnızca “müstehcen” resim mi kaldırılmalıydı yoksa o resmin bulunduğu salon mu kilitlenmeliydi? Böyle bir davranışın uluslararası yankısı olmaması düşünülemez. Dış dünyaya karşı bir etkinlik düzenleyip onu sansürlemek bize özgü kimliksizlikten başka bir şey değil galiba. Gerçekten de ondan sonra bir daha bienal düzenlenmeyecektir. Sonunda uygar dünyadan giderek soyutlanıp, bunun yerine araplaşan sistemin yolu açılmış oldu. Böylesine her şeyi bilen ve hep konuşan darbeci zatla birlikte sanat yaşamımıza daha çok “müstehcen” kavramının yerleşmeye başladığını biliyoruz. Aynı kişinin daha sonra Amerika’daki müzede Picasso resmi karşısındaki incileri unutulmadı. Bir gün resim yapma hevesi uyandı. Kendisine çıplak poz vermesini istediği sinema oyuncusu kadınla karşılıklı diyalogları da gazete sayfaları arasında okurunu bekliyor.
O ve onun izinden gidenler için sanat, hedefe yerleştirilen bir nişan tahtası konumuna geldi. Her gün giderek artan bir hızla yasaklanan resim, yok edilen heykel ve içine tükürülen bir sanat anlayışı ayrık otu gibi sardı toplumumuzu. Öyle ki “ucube” heykelin başı kesilirken kendinden geçen kalabalık arapça “tanrı bir” sözlerini yineleyip duracaktır. Nasıl bir kin, nasıl bir kendinden geçiş…
Karanlıktan beslenenlerin bu hevesi hiç dinmeyecek gibi. 12 Eylül’ün Müslüman darbecisiyle başlayan sanat yıkıcılığının geldiği yer biliniyor artık. Üretilen değişik bahanelerle sanata karşı kusulan kin ortalığı pis kokularla kuşatmaktan geri kalmıyor.
Koleralı günlerin benzeri yaşanıyor sanki.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.