DARBENİN UZUN GÖLGESİ
A.CELAL BİNZET
Toplumsal olayları tek bir nedene bağlamak yanıltıcı olabilir bazen. Dışarıdan bir zorlamayla, akan suyun yönünü değiştirir gibi yaşamı yeni seçenekler karşısında bırakmanın adına darbe deniyor. Elbet değişiklikler zorla dayatılır. Ama asıl yapılmak istenen bunların ötesinde, düşünsel bir değişimin zeminini oluşturmaktır. Kabul edilmeli ki işin bu aşaması, daha uzun bir zaman aralığına yayılmakta ve daha kalıcı izler bırakmakta. Bugün, 12 Eylül 1980’in ardından geriye dönüp bakıldığında anımsanan kimi olayların traji-komik bir anlama büründüğünü görmek acı.
Çok yazıldı ama bir kez daha yinelemekte yarar var.
Bizde yaşananların bir dış senaryo olduğu çok açık.
Darbeci general tek adamlığa soyunduktan sonra kendisinin hoca çocuğu olduğunu söyleyip, yakında, ülkemizde ölülerin arkasından Arapça dua okuyacak adam bulunamayacağını buyurmuştu. O noktadan çıkılarak okullarımızda tüm sınıflara zorunlu din dersi konuldu. Ortada küçük bir sorun var yalnız. Senaryonun bizden önceki ilk uygulayıcısı Arjantin’deki General Peron’du. Başa geçtikten sonra okullara, tüm sınıflar için zorunlu din dersini buyurmuştu. (Söylemeye gerek var mı bilinmez. Oradaki din Hıristiyanlıktı) Biz ikinci uygulayıcı olmuştuk. Rastlantı işte..
Darbecinin eşi Eva sevimli bir kadın. Şarkıcı ve sendikacı. Devlet yönetiminde resmi bir görevi olmamasına karşın bakanlık görevi üstleniyor. İstanbul’da oynanacak futbol maçı için bir kupa göndermeyi de savsaklamıyor bu arada. Sonunda kazanan takım Fenerbahçe kupayı alarak taraftarlarımızı sevindiriyor. İşin için futbol girince akan sular durur.
Eva’nın öyküsü oldukça ilginç ve uzun. Hastalıktan kurtulması için Şişli Camisinde mevlit bile okutuldu. O, başka bir yazıda anlatılmıştı zaten.
Günlerden bir gün bizim darbecinin Müslümancılık damarı kabarır yine. Doğudaki halkımızı din bilgileriyle aydınlatmak gerekiyordu. Helikopterlerle Kuran kitabından özlü sözler yazılı kâğıtlar serpiştirilir gökten.
Bunun benzeri bir eylem, 1945’lerde balonlarla binlerce İncil Sovyetlerin üzerinden atılıyor. Daha sonra CIA bu işi kendilerinin planladığını açıklamıştı. Sonra biz de güneyden benzer bir eylemi gerçekleştirdik. Bu da rastlantı. Yapılanlar, dayandığı görece aydınlanmacı anlayışın yörüngesinden toplumu çıkararak dogmatik kalıplara dökmekten başka bir şey değildi.
5 Temmuz 1988 günlü Milliyet gazetesinden Melih Aşık’ın aktardığı haberi okuyoruz: “Cumhurbaşkanı Kenan Evren, ABD gezisi sırasında ünlü milyarder Rockefeller’in muhteşem villasını da gezdi. Burada birçok ünlü sanatçının eserlerini gördü. Evren, Picasso’nun bir tablosu karşısında hissettiklerini dönüşte gazetecilere şöyle anlattı: “Bir tablonun karşısında durduk. Sağ tarafa siyah bir fırça vurmuş, yanına bir yuvarlak yapmış… Siyah bantlar arada yuvarlaklar. Dedim ki ben de Türkiye’ye gittiğim zaman resme başlayacağım. Ben de yaparım bunu…” Kısa süre sonra söylediklerinin ayırdına vararak şaka yaptığını söylemesi sonucu değiştirmeyecekti.
Bilerek ya da bilmeyerek darbeyle birlikte yaratılmak istenen yeni bilgisiz insan tipinin pratikte ilk modelini oluşturmuştu.
Her konuda konuşan ama asla bilgisi olmayan bir tip yaratıldı böylelikle.
Tarikatların önündeki engeller kaldırıldı. Onlardan kaldırılanlar kültür ve sanatın önüne yığıldı.
Çünkü aydınlanma tehlikeliydi. Artık post-modernist anlayışlar, romanda bireycil bunalımların ele alındığı temalar öne çıkacaktı.
Bizde bunlar olurken dışarıya bakmakta yarar var. Çünkü politika çizgimizin başlangıcı onlarda.
1980’lerle birlikte Amerika ve İngiltere’de devletin sanattan çekilmesiyle ondan doğan boşluğu şirketler doldurmaya başlar.
Devletin toplum kalkınmasında bireyleri kültür ve sanatla donatma gibi bir kaygısı kalmayınca yerini dolduracak güçlerin neler olacağı bellidir. Eğitimin geldiği noktada düşünme ve temel bilgilere ulaşma gibi sorunların çok uzağına düştüğümüzü veriler söylüyor. Kültür ve sanat onlardan da beter durumda. Ergin Yıldızoğlu’nun, “12 Eylül Mirası” başlıklı yazısında, (Cumhuriyet 19 Eylül 2005) yerinde bir saptamayla vurguladığı “ülke giderek “sömürgeleştirildi” yargısının bugün daha da yoğunlaştığı dikkatlerden kaçmıyor sanırım. Sanatın bu denli dışlanmasının ardında yatan ana etken de bu sömürgeleşme olgusunu daha iyi açıklıyor. Yalnızca itaat eden sürülere gereksinimleri var onların. O nedenle 1980’lerin karanlık gölgesi günümüze değin uzuyor.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.