DOLMUŞ YOLCULUĞU
Aylardan Temmuz, tepemde kızgın güneş, ortalık kavruluyor. Asfalta çıktım, dolmuş bekliyorum; Küçükkuyu’dan Altınoluk’a gideceğim. Yaklaşmakta olan dolmuşa el kaldırdım. Şoföre selam verip muavin koltuğuna oturdum.
Şoför elli yaşlarında iri kıyım bir adam. Tıraşsız yüzü güneşten iyice yanmış. Hemen sohbete başladık; tanıştık. Adı Yalçın. Daha çocuk yaşta Kars’tan gelip İstanbul’a yerleşmiş. Uzun yıllar orada çalıştıktan sonra kentin gürültüsünden bıkmış ve kapağı buralara atmış. Yedi yıldır Küçükkuyu – Edremit hattında yolcu taşıyormuş.
-Boş gidiyorsun, dedim.
-Ramazan nedeniyle böyle abi… Diğer günler yoğun oluyor. Sezon bitince işler yine kesat.
Dolmuş sağ şeritte yavaş yavaş ilerliyordu. Yolcular birer ikişer içeriyi doldurmaya başladılar.
-Altınoluk kaça?
-Üç Lira
-İki Altınoluk lütfen!
-Akçay?
-Dört Lira.
-Buyrun ücreti.
-Bozuk yok muydu be abla?…
-Olsa… Vallahi yok.
-Ne olur bozuk verseniz! Yakında bakkal dükkânı yok ki bozdurayım. Biraz da bizi düşünün…
Şoför söylene söylene paranın üstünü verdi. Sahil boyunca el kaldıran müşterileri görünce yüzü gülmeye başladı.
-Lütfen sıkışalım beyler!… Arkayı dörtleyelim. Bayan size söylüyorum! Ayakta durmayalım lütfen.
-Mıhlı’da inecek var!
-Tamam abiciğim.
İnen müşterilerin yerine yenileri biniyordu.
-Beyler, sıkışalım!
Yaşlı, kır saçlı bir adam şoföre çıkıştı:
-Şoför Bey, sıkışacak yer mi kaldı?
-Hayret bir şey ya!… Arkalar boş. Ne olur biraz geriye gitseniz.
Bir kadın yanından sürtünerek geçen adama ters ters baktı.
-Beyefendi dikkat etsenize!
-Kusura bakmayın, görmedim.
-Hıhh!… Görmemiş. Ayıp ayıp!… Yaşınızdan başınızdan utanın.
-Hanımefendi! Görmedim dedim ya size!…
Dolmuşun içinde yirminin üstünde yolcu vardı. Şoför yolcu almaya devam ediyordu. Dikiz aynasından arka koltuklara baktı:
-Sıkışalım lütfen!… İdare edelim, az sonra Narlı’da inecekler var.
Oturduğu koltukta iyice sıkışan orta yaşlı, gözlüklü, şişmanca bir bayan derin bir of çekti.
-Şoför Bey, insan bu kadar sıkıştırılmaz ki!… Yer kalmadıysa müşteri almayın ya!…
-Abla, öyle düşünseydim sizi de almazdım. Şimdi bu sıcakta hâlâ durakta bekliyor olacaktınız.
-Söylediğin laf mı şimdi? O zaman dolmuşta yer vardı.
-Kızmayın be abla!… Biz de ekmek parası kazanmak istiyoruz. Sakin olun. İnince doğru plaja gidin. Atlayın denize, bir güzel serinleyin. N’olur sakin olalım. Bu sıcakta birbirimizi üzmeyelim.…
Bana dönerek fısıltıyla;
-Biraz zayıflasa sıkıntı yaşamayacak… Ne var bu kadar tıkınacak? Görüyorsun abi… Güneş milletin başına vuruyor; ufak bir şeyde parlayıveriyorlar.
-Parasını vermeyen var mı?
-……..
-Mavi gömlekli kardeşim!… Size söylüyorum. Ücretinizi ödeyin lütfen.
-Ha!… Ben mi?… Dalmışım da…
Şoför sadece benim duyacağım şekilde söylenmeye başladı:
-Numara yapıyor. Böyleleri her zaman çıkar. Adamı enayi yerine koyuyorlar. Benzinin kaç para olduğunu bilmiyorlar sanki…
-Şoför Bey, az önce inen yolcu poşetini unuttu.
-Hay Allah! N’apacaz şimdi? Ne var içinde?
-Elma, incir.
-N’apalım, nasip değilmiş.
Dışarıda kavurucu güneş. Sahil boyu denize girenlerin çığlıkları, kumsalda güneşlenenler. Kafelerden yükselen müzik sesleri. Masmavi denizin üstünde uçuşan martılar ve uzaklardan süzülerek gelen beyaz bir tekne.
Şoförün yanında oturmak hoşuma gitmişti. Sanki dolmuşun sahibi bendim ve elemanımın çalışmasını yerinde izliyordum. Yarı açık pencereden giren rüzgâr içeriyi serinletiyordu. Şoför yolcu alıyor, indiriyor, bir eliyle direksiyon sallıyor, öteki eliyle para üstünü veriyordu.
-İşin zor, dedim.
-Kolay iş var mı be abi?…
-Böyle gitmez. Sana bir yardımcı lâzım.
-Aslında lâzım ama…
Gülerek,
-Beni muavin olarak işe alsana, dedim.
Yüzüme baktı. Elbisemi, ayakkabılarımı süzdü.
-Olmaz abi…
-Neden olmaz?… Ben işimi iyi yaparım.
Bir süre söylemekle söylememek arasında gidip geldi:
-Abi, sen çok para çalarsın…
Bu beklemediğim yanıt karşısında afalladım, serseme döndüm. İnsan tanımadığı birine nasıl böyle bir söz söyleyebilirdi?…
-Anlamadım!… Ben mi, ben mi çok çalarım?… Nerden çıkardın bunu?…
Yüzüme bile bakmadı. Arabaya gaz verdi.
Olacak şey değildi. Benden özür dilemesini bekliyordum. Sinirlerime hakim olamayıp bir kahkaha attım.
-Demek çok çalarım ha?…
Arkada oturan yolcular pür dikkat bizi dinliyorlardı. Şoföre sitem dolu bir bakışla:
-Nerden çıkardın bunu?… Ben birinin beş kuruşluk hakkını yemiş olsam huzursuz olurum; uykularım kaçar. Sen bana nasıl böyle bir söz söylersin?…
Şoför suskunluğunu sürdürmeye devam etti. Hakkımda böyle bir kanaate varması beni çok şaşırtmıştı. Tekrar bir kahkaha patlattım; şaşkınlığımdan, çaresizliğimden, sinirimden gülüyordum.
-Demek ben çok çalarım ha!… Beni başka biriyle karıştırmış olmayasın?
-Yok abi, karıştırmadım.
Bir insan nasıl böyle patavatsız, saygısız olabilirdi? Dilin kemiği yoktu; insan her düşündüğünü söylememeli ama her söylediğini iyi düşünmeliydi. Hukuka göre, iddia sahibi iddiasını kanıtlamakla yükümlüydü ama memlekette hukuk mu kalmıştı. Çaresiz, kendisine masum biri olduğumu ispata çalışacaktım.
-Bakınız Yalçın Bey, bana nasıl böyle bir ithamda bulunabilirsiniz?… Ben bakan değilim, hele başbakan hiç değilim; ben sade bir vatandaşım.
Arka koltuklarda gülüşmeler oldu. Elimdeki gazeteyi Yalçın’a gösterdim. Hükümetin yolsuzluk haberleri yine manşetlere taşınmıştı. Ülke adeta yağmalanıyor, her yerden pis kokular geliyordu. Anlaşılan “yürütme” erki iyi çalışıyordu.
-Yalçın Bey, ben emekli bir öğretmenim. Otuz sekiz yıllık meslek hayatımda öğrencilerime iyiliği, doğruluğu ve dürüstlüğü öğretmeye çalıştım. İstesem de hırsızlık yapamam, dedim.
Gülmeye başladı:
-Ben hırsızlık yapmam diyenleri çok gördüm Hocam!…
-Allah!… Allah!… diyerek başımı salladım. Bu adam hiç de laf anlayacak cinsten değildi.
***
Bazı siyasetçiler; milletvekilleri, bakanlar ve başbakanlar neden hırsızlık yapıyorlar; ağalar köylünün, fabrikatörler işçinin emeğini, alınterini çalıyorlardı? Azınlık zenginleştikçe çoğunluk yoksullaşıyor; açlık, eğitimsizlik, hastalık kol geziyordu. Uluslararası tekeller çeşitli ülkelerde etnik ve dini çatışmaları körükleyerek, komşular arasına fitne fesat sokarak insanları birbirine kırdırıyor, ölüm üzerinden büyük paralar kazanıyorlardı. Bu zenginler para hırsıyla doğayı yağmalıyor; toprağı, havayı ve suyu kirletiyorlardı. Bitki ve hayvan türleri giderek azalıyor, iklimler değişiyor, dünya yaşanmaz bir hale geliyordu. Bu böyle mi gidecekti?
Aç kalan bir insan hayatta kalabilmek için hırsızlık yapabilirdi; fırından ekmek, komşunun bağından kiraz, elma, erik çalardı. ‘Ömrümde hiç çalmadım’ diyen yalan söylerdi.
Birden çocukluğumda yaptığım bir hırsızlık aklıma geldi. Altı yaşımdaydım. İlkokul birinci sınıfa gidiyordum. Ayağımda kara lastik ayakkabı, sırtımda siyah önlük, boynumda beyaz yaka. Okul çantam yok. Bezden bir torba içinde bir defterim, silgim, bir iki kalemim var. Okul başlayalı bir ayı geçtiği halde hâlâ Alfabem yok. Oysa babam elimden tutup beni okula götürürken yolda görenlere, “Benim oğlum okuyup büyük adam olacak!” demişti.
Okula giderken ayaklarım geri geri gidiyor. Babama defalarca söylediğim halde bana bir türlü kitap almıyor; belki de parası olmadığı için alamıyor. Babam inşaatlarda iş çıkarsa gidip çalışıyor. Evde dokuz nüfus onun eline bakıyoruz. Yediğimiz tarhana çorbası, bulgur pilavı ve hoşaf. Akşamları gaz lambası yakıyoruz; bazen gazyağı alacak paramız bile olmuyor. Ahşap evin öteki odaları henüz yapılmadığı için biz beş kişi aynı odada kalıyoruz, öteki odada ise iki dedem, ninem ve amcam. Bir an önce bu yoksul ortamdan kurtulmak için okumak istiyorum.
Bir gece herkes uyuduktan sonra sessizce kalktım. Heyecandan kalbim gürp gürp atıyor. Babamın duvarda bir çiviye astığı pantolonun cebinden 1 Lira aldım ve hemen yatağıma yattım. İçimde hem sevinç, hem de korku var.
Sabah neşe içinde okulun yolunu tuttum. Yol üstündeki kırtasiyeciden bir Alfabe satın aldım. Doksan kuruş ödedim. Artan on kuruşla simit, bisküvi ya da leblebi alabilirdim. Bu benim için güzel bir ziyafet olurdu. Ama ne olur ne olmaz diyerek paranın üstünü harcamadım.
Akşam babam cüzdanından bir Lira’nın eksildiğini fark etmiş. O zamanlar işçi gündeliği iki buçuk Lira; bir Lira’nın eksikliği fark edilmeyecek gibi değil. Üç kardeşin en küçüğü benim. Babam hırsından köpürüyor, “Paramı kim aldıysa çabuk versin,” diye bağırıyordu. Sorgu sırası bana gelince,
-Ben aldım, dedim.
Babam hemen kulağımdan tuttu.
-Çabuk parayı ver!
-Harcadım.
Kulağımı iyice çekince ağlamaya başladım.
-Ne yaptın paramı?
-Alfabe aldım.
-Hani, göster?
Torbamdan Alfabeyi çıkardım. Babam kitabı eline aldı, fiyatına baktı. Yüzümde her an bir tokat patlayabilirdi.
-Burada doksan kuruş yazıyor. Hani bunun on kuruşu nerde?
Artan parayı iyi ki harcamamıştım. Cebimden çıkardığım on kuruşu ona uzatınca kulağımı bıraktı. O gün annemin bana verdiği öğütler kulağıma küpe oldu. “Oğlum, bir daha senin olmayan bir şeye sakın elini sürme. Doğruluktan ayrılma.”
***
Geçmiş günlere dalıp gitmiştim ki Yalçın’ın sesiyle kendime geldim.
-Abi, dedi. Hayatta kimseye güvenim kalmadı. Ölmüş babam mezardan çıkıp gelse ona da güvenmem. Çok olaylar yaşadım… Sana hangi birini anlatayım? Daha geçen yıl gariban bir delikanlıya acıdım ve onu muavin olarak işe aldım. İlk bir kaç gün düzgün çalıştı. Sonraki günler durum değişti. Baktım hesap tutmuyor. İçimden, ‘Olabilir, bir gün düzelir,’ dedim ama değişen bir şey yok. Bir akşam üzeri muavin bana yine az para teslim edince onu sıkıştırdım.
“Üstünde başka para var mı?” dedim.
“Yok abi!” dedi.
Tenha bir köşede arabayı durdurdum, yapıştım yakasına.
“Çıkar cebindeki paraları!”
Oğlanın cepleri para doluydu; zorla aldım. Kovdum gitti… O gün bu gündür…
-Tamam, Yalçın Bey. Olabilir… Ama sen beni hırsız yaptın yahu! dedim.
Sinirlerim iyice boşalmıştı. Bir kahkaha daha attım.
-Demek ben çok çalarım ha!… Hani öyle az da değil!…
Ben güldükçe Yalçın’ın yüzü asılmaya başladı. Yavaş yavaş büyük bir pot kırdığının farkına varıyordu.
Buraya tatile gelmiştim. Emekli maaşım yeterliydi ve çalışmaya hiç niyetim yoktu. Amacım şoförle sohbet etmek, onun tepkilerini ölçmekti. Altınoluk’a yaklaşınca ışıklarda ineceğimi söyledim.
-Yalçın, dedim, konuştuklarımızı yazacağım. Haberin olsun.
Kitaplarım olduğunu öğrenince iyice şaşırdı.
-Yaz abi!… Memnun olurum. Ben de okumak isterim.
-Bir ara görüşelim, dedim. Senden öykü çıkar.
-Görüşelim abi, bende öykü çok, dedi.
Gülerek vedalaştık. Dolmuştan indikten sonra kendimi bir türlü tutamıyor, katıla katıla gülüyordum. Neye güldüğümü bilmeyenler dönüp dönüp bana bakıyorlardı. İçlerinden birinin, “Yazık, adamcağız kafayı yemiş! ” dediğini duydum.
Altınoluk’ta buluştuğum sınıf arkadaşım Mehmet Ali ile tavla oynarken ona,
-Dikkat et, ben çok çalarım ha, dedim.
Mehmet Ali anlamsız bir şekilde yüzüme baktı. Kırk yıldır birbirimizi tanırız. Başımdan geçeni anlatınca o da gülmeye başladı. “Yenilirsem çaldığına hükmederim, ona göre ha!” dedi.
Yanımıza sonradan gelen arkadaşlara:
-Aman dikkat edin bu çok çalar!… deyince bozuldum. İşin yoksa olayı baştan anlat…
-Ne çalması!… Siz ona inanmayın. Ben bileğimin hakkıyla yenerim.
Akşam üzeri Küçükkuyu’ya giden başka bir dolmuşa bindim. Boş olan muavin koltuğuna oturdum. Şoförle bir süre sohbet ettikten sonra,
-Beni muavin olarak işe alır mısın? dedim.
Şoför gülerek;
-Başım gözüm üstüne abi. Ne demek? Senden iyisini mi bulacağım. Ne zaman istersen gel başla, dedi.
-Ama ben çok çalarım. Ona göre ha!…
-Estağfurullah abi… O ne biçim söz. Çalacak insan hiç öyle söyler mi?
Adamın insan sarrafı olduğu belliydi ama ondan öykü çıkaramazdım. Bir dahaki sefere Yalçın’ın dolmuşunu bekleyecektim.
Temmuz 2014
Küçükkuyu
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.