EDEBİYAT NOTLARIM-4
a-NÂZIM HİKMET VE TİYATRO
Geçen gün Nâzım Hikmet’in YKY’de yayımlanmış tiyatro serisi (Oyunlar 3) “Yusuf İle Menofıs” başlığı altındaki yapıtını okuyup bitirdim. Bu kitap “İnsanlık Ölmedi Ya”, “Allah Rahatlık Versin”, “Evler Yıkılınca”, “Yusuf İle Menofis” ve ” İvan İvanoviç Var mıydı,Yok muydu” adlarındaki oyunlarının toplamı. Oyunların güçlü dramatik yapıları var. Toplum sorunlarını diyalektik bir bakış açısıyla sahneliyor. Diyaloğlarda doğal bir akış içinde etkili kişilikleri görüyoruz. Türkçenin güzel örneklerini sunmuş Nâzım Hikmet. Bu yapıtı okuduktan sonra anladım ki Nâzım Hikmet tiyatronun girdisini çıktısını çok iyi biliyor. Bu nedenle şairliğine eş bir oyun yazarı olduğunu kanıtlıyor bize. Örneğin İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu yapıtında Sovyetler Birliğini ironik bir anlayışla ve dolaylı bir şekilde eleştiriyor, dost acı söyler anafikri bağlamında. Zaten o zaman bu yapıtın Sovyetlerde sahnelenmesi yasaklanmıştı. Burada Nâzım’ın özgür bir sanatçı olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Aslına bakarsak sanat özgürlüktür. Ne denli hangi ideolojiye bağlı kalırsa kalsın gerçek sanatçı özgür insandır.
Yusuf İle Menofis ayrı bir tad veriyor bize. Burada Yusuf,Zeliha ve Firavun kölelerin ve halkın soyguncuları. Dünya nimetleri, zenginlikler onlara ait, hep halkı soyup duruyorlar, Menofis kölelerin ve halkın temsilcisi bu soyguna, bu aç gözlülüğe karşı duruyor. Yiğit bir genç. Zeliha aynı zamanda cinsel doyuma ulaşmanın peşinde. Yusufla, Menofisle ilişki kurmak istiyor. Öte yandan altın, inci, toprak peşinde.
Bu tip ve karekterleri ne güzel canlandırmış Nâzım.
Sosyal adalete ve toplum uyanışına dönük yapıtlar. Zevkle okunuyor. Öneririm.
b-“GEÇMİŞ ZAMAN EDİPLERİ”
Abdülhak Şinasi Hisar eski zaman yaşantılarını estetik düzeyde en iyi çizenlerden. Osmanlı’nın son dönem yaşamından renkli, şiirsel anılar sunar. Çamlıca, Büyükada, Boğaz geleneksel ve duygusal bir şiir huzmesi olarak yansır yapıtlarında. Erdemi, geleneksel ahlaki, aşkı, İstanbul’un o zamanki bakir doğa görünümlerini mecazlı bir anlatımla sergiler bize. Satırlarında eski İstanbul hayatının lirik şarkılarını dinler gibi oluruz adeta.
Dün, bu değerli yazarımızın Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan ” Geçmiş Zaman Edipleri” adlı yapıtını bitirdim. Bu yapıtta önemli kişiliklerle ilgili anısal (hatıra) portreler çiziliyor. Gündeme getirdiği yazar, şair ve önemli kişileri anıların tanıklığında ilginç yanlarıyla öğreniyoruz.
Şimdi bu kişiliklerden bazılarını ve yazarın özdeyiş niteliğindeki bazı sözlerini sunuyorum.
1-Hamdullah Suphi Tanrıöver:
“…Meşrutiyet’in ilanından sonra tekrar buluştuğumuz zamanlar Hamdullah Suphi, muhitinde iyi bir tesir yapmaya pek ziyade itina eden bir gençti. Daima hitabet cümlelerine dönen sözleri ve resmi bir ahenkteki sesi, yabancılara daha ziyade musanna (sanatlı) gibi geliyordu. Konuşmasında merasimperest, giyinişinde gayet dikkatli ve titizdi.
2- Süleyman Nazif:
“…Süleyman Nazif’in büyük bir hasleti cesaretti. …O böyle buhranlı günlerde emsali bulunmaz bir kuvvetti. Cesareti, rüzgârların söndüremediği, alevini artırdığı büyük ateşlere benzerdi.
3-Tunalı Hilmi:
“…Fakat Tunalı Hilmi, ‘Yeni Lisan” taraftarlarından çok evvel, öz ve sade Türkçenin yazıcısı ve hatta nazariyecisi değil mi, ve bu itibarla edebiyat tarihimizde ismi zikredilmeli değil midir? Hürriyet, medeniyet ve milliyet için uğraşmış ve yazmış muharrirlerimizin tarihçesinde bir mevki işgal etmez mi?
…
Sen de bir nehr-i mutantan gibi cûş etmişsin
Fakat eyvah! Çorak yerde akıp gitmişsin.”
*nehr-i mutantan: Görkemli nehir
*cûş: Coşmak, kaynamak, taşmak.
4-Tevfik Fikret:
“…Esasen Fikret’in eski edebiyatımıza epeyce vukufu olduğu halde, garp kültürü biraz zayıftı. arkadaşları içinde belki bu irfanı en kuvvetli olan kendisi değildi. Buna ancak tabiatındaki asalet, ciddiyet ve ‘otorite’ kabiliyetiyle muvaffak olmuştur.
…Fikret ta 1897’de Süleyman Nazif’e yazdığı bir mektupta ‘sönüyorum’ diyor.
… Fikret’in ruhunda büyük bir hayal, bir ‘mythe’ doğmuştu….Belki Mehmet Rauf Bey vesair birkaç arkadaş haremleriyle, çocuklarıyla galiba Yeni Zelanda’da küçük bir adaya gidip yerleşecekler ve orada hep birlikte müsterih, asude, sakin, çalışkan ve bilhassa medeni bir hayat yaşayacaklardı. Daha yüksek bir medeniyet usulüne tabi olarak yaşamak. İşte gayeleri buydu.”
5-Ahmet Midhat Efendi:
“…Ahmet Midhat Efendi’nin tabiatında, eski istila devri Osmanlılarını hatırlatan kabarık ve taşkın bir ruh ve bir eda vardı. Akıl ve zekası bolluk ve bereket istiyor, hayatı hareket seviyordu. Kalemi Sırmakeş suyu kadar mebzul (çok, bol) akıyor ve o su sattığı gibi, kaleminden durmadan akan bu yazıları da iyi bir fiyatla satabiliyordu.
…Kendisine daha yazı makinelerinin icat edilmiş olmadığı o zamanlarda, tabı makinelerinden kinaye olarak ‘Yazı Makinesi’ lakabını vermişlerdi.”
6- Ziya Gökalp:
“…O zekasını böyle maddeten göstermeyen bir adamdı…Onda fikirlerine muttasıl bir vuzuh ve sarahat bahşeden bir ilmi tefekkür kabiliyeti, harikulade bir tahlil ve tasnif kabiliyeti vardı. Milli felsefemizi bulmuş ve milli filozofumuz olmuştu. “
7-Cenap Şahabettin:
“…Cenab, belki eski, küçük memuriyet hayatından kalma, zahiri tevazuuna rağmen ağırbaşlı tavırlarıyla, ukala sözleriyle, meclislerde bir baş olmak arzu ve kanaatini ihtimal ki için için beslerdi. Fakat kendisinde, halis bir Türk centilimeninin bazı meziyetleri eksikti. Mesela gözle görülür hasisliği(cimriliği) gidişatında bir falso teşkil ederdi. Ve o kadar alenen hodgâmdı ki (kendini beğenmiş) , bu itibarla da gündelik hayatında, ekseriya iyi bir dost değil, fena bir arkadaş olurdu diyorlar.
Onunla Umumi Harp içinde, Tokatlıyan’daki cuma toplantılarında görüşebildim. Abdülhak Hamid’in lafzı riyaseti altında, haftada bir, öğle üstü, on on beş kişi kadar Tokatlyan’ın küçük salonlarının birinde toplanır, hepimiz kendi hesabımıza istediğimizi ısmarlar ve bilhassa edebiyata dair konuşurduk.
…Ancak Kuvayı Milliye zamanlarında, başka başka itikatlar beslememiz neticesi olarak, bir gün hayat bizi büsbütün ayırdı.”
7-Celal Sahir:
“…Celal Sahir âşık, severek, duyarak, susarak, fısıldayarak, kaçarak, bularak, parasızlık çekerek,israf ederek, mahalle değiştirerek bir İstanbul hayatı yaşıyordu.
…Beyninde şeytani bir alemin cehennemleri tutuşmuyor ve nefsinde dünyayı ateşe verecek alevler yanmıyordu.
…Onun meziyeti sade şair değil, fakat sade bir adam oluşuydu.”
8-Yahya Kemal Beyatlı:
“…Velut olmadığı söylenen şair, birçok mısralar yazmıştı ve yazıyordu. Fakat bunları, kafasında taşıdığı bir mükemmeliyet derecesine vardırmak gayesine kurban ediyor, mevsim sonunda yapraklarını döken bir ağaç gibi feda ediyordu. Böylece ilk gençliğinin bütün şiirlerini red ve inkkâr etmişti.
…Şairlerin de kahramanların ırkından olduklarını biliriz. Yahya Kemal’in bazı şiirleri, milliyetçilik mabedinde evliyaların ve kahramanların hatıraları yanında yanan kandiller gibi, tarihimizin içini aydınlatan ışıklardır.”
9- Abdülhak Hamid Tarhan:
“…Abdülhak Hamid hayata, dünyaya, aşka doymayan ve bunun için geçen zamana kızan ve ölüm karşısında haşyet duyan ve bunun için de muttasıl hayat muammasını kurcalayan, söyleten bir şairdir. Şair her halde bir ‘mütefekkir’dir.”
10- Halit Ziya Uşaklıgil:
“…Halit Ziya’nın edebi hayatına gelince, kendisinin en çok yazmış ve kitap neşretmiş yazıcılarımızdan biri olduğu malumdur. Gençliğinden beri, bazan acele neşretmeye alışkın bulunduğu küçük ve büyük kitaplardan bir kısmını olsun, gönlünün istediği gibi tashih etmek ve yeni baştan bastırmak isterdi. Yazarlar böyle,eserleri hakkında başkalarının yapabilecekleri tenkitlerden önce, kendilerinin itiraf ettikleri kusurları kısmen müsamaha ile geçiştirebiliyorlar.
…Kendisinin tekmil okuyucuları, hayatının bu hatıralarına mukabil, yine Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu ve Kırık Hayatlar romanlarını tercih etmişlerdir.”
11-Mehmet Rauf:
“…Mehmet Rauf, Edebiyat-ı Cedide yazıcısı olarak ‘Sanat için sanat’ nazariyesine inandığı zamanlardaki iki kitabı, Eylül romanıyla Siyah İnciler mensureleri pek beğenilmişti.
…Mehmet Rauf’un ömrü, hep buhranlı aşk maceralarıyla sıralanmıştı. …Bir defa da, Büyükada’da âşık olduğu kadınla münasebetleri, yahut münasebetsizlikleri yüzünden Mehmet Rauf ,intihar etmek kararıyla dostlarına ayrı ayrı birer veda mektubu göndermiş ve, bu yüzden herkesin diline düşmüştü.”
12-Nigâr Hanım:
Nigâr Hanım, çocukluğumda ilk gördüğüm şairdi. O zamanlarda kendisine şair Nigâr Binti Osman denilirdi. O, her zaman bana, jabotlu (büzgülü dantelli) renk renk bluzlarıyla, şiirin üniformasını giymiş ve,yüksek yaşmaklı hotozlarıyla, bir şiir tacını takmış görünürdü. Kullandığı lavantalarda da, şiirin hudutsuz ıtrını duyardım.”
13- Recaizade Ekrem Efendi:
“… Her şeye rağmen Recaizade Ekrem, herkesçe kabul edilmişbir üsdattı. Vaktinde Talim-i Edebiyat, edebiyatımızda bir merhale olmuş, ve ‘kafiye semi (kulak) içindir’ nazariyesi de yeni bir merhale teşkil etmişti.
…Recaizade Ekrem hayatında, aşkın saltanatını kabul ediyordu. Sevdiği kadınlara her zaman meclup (tutkun)oluyor, ve hissi münasebetlere düşkün görünüyordu. Hayatında büyük aşk buhranları olmuş, uzun sürmüş maceraları şiirlerine sirayet etmiş.
…Recaizade bazan evine bir odalık getirir ve günlerce dışarı çıkmadığı olurmuş.”
14- Ziya Osman Saba:
“…Kendisinin bilinmiş hiçbir kusuru yoktu. Ancak duyguları itibarıyla bu kadar iyi olan kalbi, tahammülü itibarıyla, zayıf ve hasta bir kalpti.
Ürkmeden su içsinler, yavaşça, susun susun
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler!
…Ziya Osman Saba bir çocukluk zamanı şairidir.
…Hep aynı gündelik kelimelerin yardımıyla, hiç adileşmediği diliyle, şiirlerinde ne kahramanlık menkıbeleri söylenilmekte, ne de aşk ilahesinin çektirdiği buhranların uzun ilahileri duyulmaktadır.”
***
Yazarın özdeyiş niteliğindeki bazı sözleri:
*Fanilerin namını ve hatırasını ancak dahilerin eserleri temdid (sürdürür, devam ettirir) edebilir.
*Bir sanatkârın gözü ne müthiş bir kudrettir.
*Hariçten kazaen gelmeyen ölümün, içimizde bir hazırlanış devresi vardır.
*Tecrübeler insanda bir hüzün bırakır,zira tecrübe bizi ihata (kuşatan)eden mukadderatın parmaklarını tutmak ve ellemektir.
*Hayat eğlenceden ibaret değil ve deli olmayana göre her gün bayram değildir.
*Sevgilimizin yaptığı bir ima, hiçliğimizi kendi nazarımızda ispat eder, onun bir nazarı kanımızın bir devrini durdurmaya, bir sözü ruhumuzu zehirlemeye kafidir.
*Hayat ancak akan,mahvolan, muhteşem bir şelale, hayat, bu geçen şey,demin tekmil ve şimdi bozulan bu şekil ve şimdi mevcut fakat uçan bu rayiha, solan bu renk, dağılan bu saatmiş.
* Safi şiirin her zaman bir mucize olduğuna eminim.Şairin gönlünde bir iz’an halinde söylediği bu zamanlar, ondan ruhumuza da sirayet etmiş oluyor.
c-CEVAT ÇAPAN
Düzeyli bir eğitim görmüş bilim adamı ve şair. Türk sanat yaşamına evrensel katkılarda bulunuyor çevirileriyle. Kendi halinde, sessiz ve derinden güzel şiirler üretiyor. Ortalığı gürültüye boğmadan her türlü savların dışında kendi iç dünyasının estetiğini örüyor. Cevat Çapan’a ediyorum desem yeri. Dingin ve sessiz bir toprak gibi çiçekler üretiyor. Şiir çiçekleri. Öyküsel bir anlatımla seçkin dizeler oluşturuyor, bu sırada sezgi gücüyle şiiri yakalıyoruz. Örneğin denizin kendi anısına bağlantılı olarak öyküsünü dillendiriyor, bu arada şiirin örüldüğünü görüyoruz. Öykü ya da anı usta şairin elinde güzel bir şiir meyvesi olarak parıldıyor.
Bu gün Cevat Çapan’ın ” son duraktan bir önce” adlı şiir yapıtını bitirdim. Dilerim son durak çok uzun sürer.
Bu yapıtından bir şiir:
ESKİ TAKVİM
Aylardan Hazirandı hep bizi yaza taşıyan,
yazın bereketli hasadına, kutsal buğdayına;
açlık yokmuş gibi geceleri damlarda yattığımız
yıldızlarla ışıyan lacivert göklerine.
O güzel devedikenlerini ödünç almıştım
bir pazartesi akşamı senin o bozkırı çağrıştıran
saman sarısı defterinden,
seni unutamadığım için kumsalı okşayan
o tenha Eylül akşamında,
Dağlar hep yaşlı görünürdü Eylül sonunda,
kışın uzun bir uykuya dalarlar, geçmişin karabasanları
geleceğin sönmeyen umutlarıyla koyun koyuna,
şaşırtıcı bir uyanışa hazırlanırlardı baharda,
Doruklarındaki eriyen karlarla coşkulu ırmaklara
dönüşürdü yazın dirilen doğa.
Eski bahçedeki evin penceresinden bakıyorum bu sabah
kıpkızıl gün doğarken yıllar önce çıktığın yola..
Dolana dolana dağlara tırmanıyor yorgun bir kalabalık,
Ama nerede sevdiklerimiz? Dünya artık çok daha tenha.
CEVAT ÇAPAN
d-GÜVEN TURAN
SERPİNTİLER
Serpintiler Güven Turan’ın “kendi seçtikleri”nden-Toroslu Kitaplığı- oluşan şiir kitabı. Geçen gün okuyup bitirdim zaman zaman geri dönüşlerle.
Güven Turan yalın şiirin ozanı. Sığlığa düşmeden, basitin, kolaycılığın ağına kapılmadan yalın kalmak büyük bir ozan yeteneği ister. Ben bu yetenek ve yeterliliği Güven Turan’da gördüm. Estetik örgüsünü zevkle tattım.
Bağırırcasına bir söylemi yok,derin ve içten. İkinci Yeni etkileri şiirinin çatısında ve dizelerinde yer yer kendini gösterir. Ama bu İkinci Yeni’nin içinde olduğunu göstermez.
O bir söyleşisinde şöyle diyor: ” … Ve adım adım, korka korka yöneldim yalınlığa çünkü iyi denetlenmemiş bir yalınlığın basitliğe kolaylıkla kayabileceğini seziyordum. Ancak şu da var: Yalınlaştıkça, sözcükleri üzerlerine sıvaşmış tarihsel yüklerinden soydukça, onların bir başka çok daha köklerine inen bir yoğunluk kazanmaya başladıklarını da fark ettim. Yalınlık, çok katmanlı yorumlamalara engel olmuyor, aksine, bu tür yorumlar yapmaya kışkırtıyor sanırım….”
Güven Turan şiiri öykülerken sözcüklerle resim çizer adeta. Dizeleri çok anlamlı aydınlıklar içerir.
Şiirlerinde bireysel ve toplumsal niteliklerin renklerini ve yaşama dönük ve anısal çizgileri ağır basan bir havayı içten duyumsadım.
***
Şiirlerinden:
GİZ
Irmağın denizle boğuşan ağzında
Durup bekledik
Çamur, saz, yosun kokuları içinde
Yaz çekilmeli üstümüzden
Neydi günler boyu beklediğimiz
Avlanmadan, ateş yakmadan
Tayınlarımızı kemirip
Su sıçanlarından ürkerek
Ne ardımıza bakıyorduk
Ne denize dönüktü gözlerimiz
Geceyi mavi mavi titreten
Yangınlar da çekmiyordu ilgimizi
Sonra bir mırıltı tutturdu birimiz
Susturduk,biliyorduk sözlerini
Çın çın öttü bataklık
***
UZAK SU
Çam kokusu vardı
Saçlarında, göğüslerinin arasında
En benimle yaşadığın yerinde
Gövdenin,
Güneşle denizin süzgecinden geçmiştik
,Deniz arıtmıştı bizi
Düşlerin ve anıların örtüsünden
Yepyeni girmiştik yataklara
Uyku yalnızlıktı
Sevişmeden çalmaktaydı
Gemilerin arasındaki bu kirli su
Denizse
Besbelli tanışmamız yüzdüğümüz
Denizlerle
***
Yalnızlığım, sus, yüreğim çatlıyor gürültünden.
***
Akşam kaldırmış eteğini alacakaranlığın,bakıyor.
***
İZMİR
Kuruyan incir
kuruyan tütün
üzüm
çürüyen bir
su
Kozada bir
sevgi
Bu kent hiç göstermedi
sana
gizli yüzünü
kabahat sende
Hep geçişi yaşadın
bir sokağının
adı bile yok aklında
Hiçbir kent
vermez sevgisini
bir sevgiliyle dolaşmadan
içinde,
öpüşmeden kuytularında
Sen daha bekle
GÜVEN TURAN
e-GALİLE’NİN YAŞAMI (Bir tiyatro yapıtı)
Geçen gün Bertolt Brecht’in Gelile’nin Yaşamı adındaki tiyatro yapıtını dikkatle okudum. Bu yapıt beni çok yönlü düşündürdü. Mutluluk duymadım desem yalan olur. Brecht harikalar yaratıyor Galile’yi insanlık sahnesinde ustalıkla yansıtarak. Kalıcı bir yapıt bu! Öyle ki insanoğlu yıldızlara yerleştiğinde de bu yapıt eskimeyecek, yaşayacak aynı tazelikle, o çağların insanlarını da heyecanlandıracak yine. Brecht sanata göklerin kapısını açıyor Galile ile. Epik tiyatronun doruğuna ulaşıyor. Tozlanmıyor, yaşlanmıyor, hep genç, taze kalıyor bu yapıt.
Özdemir Nutku da şunları söylüyor bu yapıt için:” Bu oyun, diyalektiğin, bir yapıtın estetik değerini ortaya çıkarmada büyük işlevi olduğunu gösteren bir örnektir. Bu oyunun yapısı, diyalektikle belirgin olur, kesinlik kazanır; bu yapı içinde yalnızca tezleri değil, tezlerle kaynaşmış olan antitezleri de buluruz. Oyunda, yeni bir çağın başlamasının dramatik aksiyon içinde gösterilmesi, tez/antitez/ sentez bağlamında verilmiştir.”
Server Tanilli Cumhuriyetteki bir yazısında : “… Brecht’in eserleri sahnelenmeye başlar başlamaz bizleri derinden derine sarsmış ve değiştirmişti. Tiyatroya girerken başkaydık, çıkarken bir başkaydık. (…) Yazarın olaylara ve sanata eğiliş biçimi, bunda gösterdiği ustalıktı. (…) Brecht epik tiyatro diyordu buna. (…) Seyircinin, sahnede kendi alın yazısını, kendi kavgasını görmesi, sahnenin de tavır almaya , eyleme çağırması . Ya uzlaşacaksınız, ya da karşı çıkacaksınız, başka yolu yok. (…) Yani ‘ insanca bir dünyada olmaz bunlar, gelin o dünyayı yaratalım’ diyeceksiniz.
…”
Brecht her zaman, her sahnede güncel kalacak. Sizler eleştirel düşünecek, hep aktif seyirci olacak ve sahneye katılacaksınız.
***
Yapıttan birkaç kısa parça:
“…
GALİLE: (Kahvaltısını ederek) Andrea ile ben, bu deneyler ışığında tartışarak yeni buluşlar yaptık; bunları daha fazla gizleyemeyiz dünyadan. Büyük bir çağ, yaşama isteği ile dolu bir çağ başladı!
(…)
GALİLE: Sonunda kanıtladık. Dördüncü yıldızı göremediğimiz anlarda, o, Jupiter’in arkasında kalmış olabilir ancak. İşte sana çevresinde başka yıldılar dönen bir yıldız!
SAGREDO: Jupiter’in bağlı olduğu gök yuvarlağı ne olacak peki?
GALİLE: Sahi , nerde o? Çevresinde başka yıldızlar dönerken Jupiter nasıl bağlı kalabilir? Gökyüzünde dayanılacak yer yok ki! Tutunacak yer de yok. Orada başka bir güneş var.
SAGREDO: Heyecanlanma! Çok hızlı düşünüyorsun!
GALİLE: Hızlı mı? Heyecanlan, dostum heyecanlan! Şu gördüklerini daha hiç kimse görmedi. Hakları varmış.
SAGREDO: Kimlerin? Kopernikçilerin mi?
GALİLE: Ötekinin de! Herkes karşı çıkmıştı onlara, ama hakları varmış! Tam Anrea’ya göre bir şey bu. (Coşkuyla kapıya koşar, dışarıya seslenir.) Bayan Sarti! Bayan Sarti!
SAGREDO: kendine gel Galile!
GALİLE: Sen de coş artık Sagredo! Bayan Sarti!
SAGREDO: (Teleskop’u çevirir) Vazgeçer misin deli gibi bağırıp durmaktan?
GALİLE: Sen de gerçekleri gördüğün halde balık gibi susmaktan vazgeçer misin?
SAGREDO: Balık gibi susmuyorum ben; tam tersine, gerçek olabilir diye tir tir titriyorum.
GALİLE: Niye?
SAGREDO: aklını yitirdin galiba! Ateşle oynadığının farkında değil misin? Ya gerçekse gördüklerin? Çarşıda pazarda ‘ Dünya bir yıldızdır, evrenin merkezi değildir’ dersen başına neler gelir?…
GALİLE: Evet, gerçek herkesin sandığı gibi değil. Koskoca evren tüm yıldızlarıyla şu küçücük dünyamızın çevresinde dönmüyor.
(…)
GALİLE: … Dinle Sagredo! İnsanlara inanıyorum ben, yani akıllarına, mantıklarına. Bu inancım olmasaydı, sabahları yataktan kalkacak güç bulamazdım kendimde.
SAGREDO: Sana bir şey diyeyim mi, ben inanmıyorum insanlara. Kırk yıllık yaşantı bana şunu öğretti; akılla, mantıkla hiçbir şey anlatamazsın insanlara. Kuyruklu bir yıldız gösterdiğin zaman korkudan çil yavrusu gibi dağılırlar. İnalılır sözler etsen, söylediklerini bin bir nedenle kanıtlasan bile inanamazlar, gülerler sana.
(…)
GALİLE: Kurnazlıklarından söz etmiyorum ben. Biliyorum, bir atı satın alacakları zaman eşek derler, satacakları zaman da at olur bu eşek. Onların kurnazlığı buradadır. Ertesi gün yolculuğa çıkacağı için katırına bir demet fazla ot veren adam… erzağını fırtınaya ya da durgun havaya göre hesaplayan kaptan… Yağmur yağabilir dendiği zaman şapkasını yanına alan çocuk.. Onlardadır benim umudum. Nedenler onlar için gereklidir. Aklın gücüne inanıyorum ben. Bu üstünlüğe dah fazla dayanamazlar. Ben onlara,- elindeki taşı yere atar- şu taşı yere atar da yere düşmüyor dersem, inanmazlar bana. Düştüğünü gözleriyle gördükleri halde düşmüyor diyemezler ya. Bütün iş kanıtlamakta. Kanıtladın mı boyun eğerler sonunda. Düşünmek, insan soyunun en büyük eğlencesidir Sagredo.
(…)
BERTOLT BRECHT
f-“ FİKİR VE SÖZ HÜRRÜYETİ”
Remzi Kitabevi’nin 1959 yılında yayımladığı “ Fikir ve Söz Hürriyeti” adlı yapıtı okuyup bitirmiştim geçende. Yapıt ilk kez 1913’te çıkmış. Kitabı yazan Cambridge Üniversitesi Yeni Zamanlar Tarihi profesörü iken 1927’de ölen John Bagnell Bury’dir. Çeviren: AVNİ BAŞMAN
Demek bu yapıt Birinci Dünya Savaşı öncesi yazılmış, ama yapıtta belirtilen düşün ve sorunlar ta 21.yüzyıla taşınmış, çünkü hep güncel kalmış bu olgular. Neden? Birçok toplum Aşamamış bu düşün dalgalarını, savaşım hep sürüp gelmiş. Şimdi baktığımızda yeryüzüne ve yurdumuza, hâlâ özgür düşünce ve tolerans sorunları içinde bocalıyor çoğu toplumlar. Özellikle geri kalmış yapılarda. Bu tartışmaların sürüp gidiyor olması bu yüzyılda gerçekten bir hayal kırıklığı yaratıyor. Bu yüzyılda çağdaş uygarlık, modern demokrasi ışığından her kişi ve yurttaşın evrensel çapta nasibini alması, insani gelişiminde ileriye doğru atılımlar yapması gerekirken eskilerde, acılı yaşanmışlarda kalması kabul edlir bir şey değildir.
Gerçek demokrasinin ütün kurum ve kurallarıyla oturmuş olması –özellikle ülkemizde-, sermayenin dengeyi gözeterek eşitlikçi, haklara saygılı bir tutum içinde olması gerekmez miydi bu zamana dek? Herkesin özgür düşünebilme, sözünü özgürce söyleyebilme, toplum ve devlete güvenebilme aşamasına gelmiş olması gerekmez miydi? Emekçilerin, tüm işçilerin sömürülüp aldatılmadan insanca ve güvenle yaşaması gerekmez miydi?
Bakıyoruz, kapitalizm özellikle kriz dönemlerinde faşizme kayarak bölgesel savaş ve tedirginlik yaratarak insanlığa önü alınamaz acılar ve korkular yaratıyor. Böylece demokrasi ve insan hakları sözde kalmış oluyor.
Bu gerçeklerden yola çıkarak “ Fikir ve Söz Hürriyeti” yapıtını okudum.
M.GÜNER DEMİRAY
Yapıttan bazı satırlar:
“…
Zamanımızda en uygar memleketlerde , söz özgürlüğü tabiî ve olağan bir hal gibi görülür. Biz bunu tabiî bir hak saymaya alışmış bulunuyoruz. Fakat bu hak ancak son zamanlarda kazanılmıştır, ona varmak için kan deryalarından geçilmiştir.
Toplumlar çoğunlukla yeni fikirlere çok kez karşı olmuşlardır; neden böyle olduğu da kolayca anlşılır.
Ortalama bir insan dimağı tabiî olarak tembeldir, en az zorlukla karşılaşacağı yolu tutmaya meyleder. Sıradan bir insanın zihin âlemini, sorup araştırmadan kabul ederek, sımsıkı sarıldığı inançlar teşkil eder. Bu âlemin iyice alışmış olduğu düzenini altüst edecek her şeye karşıdır. Sırf zihin tembelliğinden doğan nefret apaçık bir korku duygusuyla da karışınca bir kat daha kuvvetlenir.
Örneğin: Düşünelim ki bir budun (kavim) halkı güneş tutulmasının kendilerine, tanrılar ya da Tanrı tarafından iyi haberler bildiren bir âlamet olduğuna inanıp gitmekte iken, günün birinde, aralarından biri çıkarak güneş tutulmasının asıl nedenini keşfediyor. O budun halkı bu keşfi, daha baştan kötü görür; çünkü onu kendilerinin bu olay hakkındaki kökleşmiş fikirleri ile uzlaştırmak pek güçtür; bundan başka, o keşif rahatlarını da bozar, zira toplumları için pek yararlı saydıkları bir tasavvuru (düşlemleri) altüst etmektedir ve nihayet , tanrılara veya Tanrıya karşı tecavüz saydıkları bu buluş onları fen halde korkutur da. (…) Aynı nedenler tarih boyunca da işlemekte, az-çok devam ederek bilgiye ve ilerlemeye sed çekmişlerdir. Bunlar, bugün, en ileri toplumlarda bile işler halde görülebilirler. Fakat devrimci fikirlerin gelişmesini durdurabilecek veya etrafa yayılmasına engel olacak derecede kuvvetli değildirler.
Yunanlılar düşünme ve tartışma özgürlüğünün ilk yaratıcılarıdır. … (Antik çağda) Yunanlılar ayrı ayrı birçok halk guruplarından oluşmuştur ve bunlar bazı önemli özelliklere ortak olmakla beraber, mizaç, gelenek ve görenek bakımlarından birbirlerinden çok farklı idiler. Bir kısmı diğerlerine oranla muhafazakâr, geri ve az zeki idiler. Bu fasıldaki Yunanlılar tâbiri, bütün Yunanlılara değil, aralarından uygarlık tarihinde en fazla ün almış olanlar için özellikle İyonyalılar ve Atinalılar için kullanılmıştır.
Küçük Asya’da iyonya memleketi özgür düşüncenin beşiği olmuştur. Avrupa biliminin ve Avrupa felsefesinin tarihi İyonya ile başlar.
… Ksenofen düşünce ve özgür düşünce öncüleri arasındadır. … Ksenofen kent kent dolaşır, halkın tanrılar ve kadın tanrılar hakkındaki inançlarını ahlâk bakımından tartışır ve eleştirirdi. … Heraklit ve Demokrit diğerlerinin hepsinden daha ileri giderek sırf düşünce gücüyle insan aklını evrene yeni bir görüle bakmağa ve muhakeme edilmeden, genel telâkkilere uyarak kabul edilmiş olan ilkeleri (akideleri) sarsmağa alıştırmak konusunda büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. … Sokrat bireysel vicdanın beşeri yasalara üstünlüğünü savlamıştır hep. Ayrıca o özgür tartışmanın halk için olduğunu kabul eder ve bu fikri savunurdu.
….
Düşünce özgürlüğünün (aynı zamanda düşüncesini açıklama özgürlğü) sağlam bir temel üzerine yerleşebilmesi için teorik ve pratik olarak acı ve zulüm dönemi geçirmek lazım geldi. Sonraları Hıristiyan kilisesinin de benimsediği o uğursuz cebir ve zulüm politikası (aklın hapsedidiği dönem) ve sonuçları hiç olmazsa insan aklını o sorunla uğraşmaya ve zihin özgürlüğünün meşru ve haklı olduğunu bulup çıkarmaya mecbur etmişti.
Yunanlar ile Romalıların, yapıtlarında yaşayan özgür ruh, uzun süren bir karartıcılık devrinden sonra ( Rönesansla, aydınlanmayla, reform ve keşiflerle) dünyayı tekrar aydınlatacak ve onların temellerini sağlamlaştırmadan, kaygısızca istifade ettikleri aklın egemenliği ilkesinin yeniden kökleşip kurumlaşmasına yardım edecekti.
…
(Kısaca):
‘İnsanlığın ilerlemesi özgür düşünceye bağlıdır.’ fikrini bir aksiyom (belit) olarak gençlerin kafalarına iyice yerleştirmek uğrunda yapılmadık hiçbir şey bırakılmamalıdır.
Yorum Kapalı.