Edebiyatın Aykırı Dâhisi: Henry Miller
Bedriye Korkankorkmaz
Yıllardır “dostluk” kavramı üzerinde düşünüyorum. Bu kavrama olan düşkünlüğümden olsa gerek, insan ilişkilerinde duyarlıyım. Ben, “dostluk” kavramına insan ilişkilerini gözlemleyerek katkı sunabileceğimi düşünüyorum. İnsanların, “dostluk” üzerine yazılmış yazınsal metinlere göstermiş olduğu ilgi ve sevgiyi yazık ki sevdiklerinden esirgediklerini gözlemledim. İnsan, sevgisinden emin olduğu dostunu ihmal ediyor. Dost değeri verdiğiniz arkadaşınızın sizin yaşamdan ve yaşadıklarınızdan aldığınız yaraları sarması; kendi kimliğinizi kazanmanız için sizinle savaşması; korkularınızın üzerine gitmeniz için sizi yüreklendirmesi; sizin kendinizi gerçekleştirmenize engel olan tüm sorunları kendi sorunu olarak algılaması; size fark ettirmeden sizi gözlemlemesi; düştüğünüz anda yerden kalkmanız için elini uzatması; yükseklerde uçarken size paraşütle yere atlamasını öğretmesi; verdiğiniz yanlış bir karardan dolayı sizi yargılamadan, verdiğiniz kararın nelere mal olabileceğini anlatmaya ve anlamanıza yardımcı olmaya çalışması; siz, hiç tereddüt etmeden, “Benim kararlarıma karışma hakkını sana kim verdi” dediğinizde ve çıkmaza girdiğinizi anladığınız anda gecenin bir yarısı sözlerinizle dostunuzu yaraladığınıza aldırış etmeden kapısını çaldığınızda “Bunu yaşaman gerekiyordu. Bu kararından dolayı kendini yargılamamalısın” deyip kapısını değil yüreğini size açması; siz, gündelik işlerinizle meşgulken telefonla size emri vaki yaparak araması ve ses tonunuzdan o günkü ruh durumunuzun grafiğini çizmesi; sıkıntınızı size fark ettirmeden sizinle paylaşması, yapay ilişkilerle kaybettiğiniz, zamanla kanıksadığınız insanlara olan güvensizlik duygusunu içinizden söküp atmanız için kendisine dair tüm yaşanmışlığı, zaaflarını, korkularını… Kısacası kendisini korumak için yıllardır biriktirdiği tüm cephaneyi size teslim etmesi; sizinse ne yazık ki bu paha biçilmez güvenin değerini anlamaktan uzak olduğunuzu adı gibi bilmesine karşın, sizin, kendisine de değil, günün birinde tüm savunma mekanizmalarınızı teslim edecek kadar bir insana güvenmenizi sağlamak için tek yanlı uğraşında onu yalnız bırakmanıza aldırmayan, size varlığıyla, servetin gayrimenkuller, bankadaki dolarlar vs. vs.ler olmadığını asıl paha biçilmez servetin kadim dostlarınızın olduğu gerçeğini algılamanızı sağlamaya çalışması; gözünüzün içine bakarak yalan söylediğinizi hissettiğinde size, “ bu olay hakkında yaptığın yoruma küçük bir katkı sunacağını düşünüyorum ” diyerek hem anlattıklarınızın doğru olmadığını anladığını hem de onurunuzu rencide etmeden, kendisi hakkındaki düşüncelerinizi itiraf etmenize yardımcı olması; böyle bir dosttan bir saatinizi esirgemenize karşı, sizin için hayatını yok saymasıdır dostluk. Size varlığıyla hissettirdiği güvene ihanet edersiniz, onun içinde nice yaraları kalıt olarak bırakacağınızı bile bile… Her türlü davranışı yapma hakkını kendinizde görürsünüz, ayrıca, kişiliğinizi kazanmanız için emek veren bu insandan kendi kişiliğini yok saymasını isteyebilecek denli de ileri gitmeniz yetmiyormuş gibi size “hayır” dediği için tüm köprüleri yakarsınız. Tüm bu davranışlarınız, dostunuzun yüreğini “yaşayan ölüler mezarlığı” haline getirmiştir. Terentius, böyle bir dostunu yaşarken bu denli ihmal ettiğini ve dostuna bunları hissettirdiğini dostunu yitirdikten sonra algıladığı için sarf etmiş olabilir mi şu sözleri : “Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden mahrum kalınca, hiçbir zevki tatmamaya karar verdim.” Ben de Terentius gibi dostlarımı ihmal etmemek için dostluğunu oldum olası kazanmak istediğim Henry Miller’in ruhuyla sohbet etme ihtiyacını hissediyordum uzun zamandır. Elimde onun yapıtlarının dışında özel hayatına dair bilgiler var. Endişem Miller’ın bu yürekten gelen çağrılarıma kulak tıkamasıydı. Günlerden pazardı. Evi temizlemiş kendime bir kahve yapmıştım. Bir an karşıma dikildi “Neden bana da kahve yapmadın” diye sordu. Onun kırk yıllık dostu olarak beni algılamış gibi samimi davranması beni gereğinden fazla heyecanlandırmıştı. “Hemen yaparım” dedim. Kahven nasıl olsun diye sordum kendisine? Şekersiz olsun dedi. İlk konuşan o oldu.
“Benim ruhumu neden bu kadar ısrarla çağırıyorsun? Yaşayan dostların arasına beni de almakta neden bu denli ısrarlısın? Benim ruhumun senin ruhunu karartacağını düşünmüyor musun? Ya da benim ruhumla sohbet etmek seni korkutmuyor mu?
“Hayır. Ben senin yazdıklarına yansıyan hayatın hakkında seninle konuşmak istiyorum. Böhme’nin: “Kendimi okuduğumda, Tanrı’nın kitabını okuyorum ve siz kardeşlerim benim kendimi okuduğum alfabemsiniz, çünkü tinim ve istencim kendimde sizi buluyor. Sizin de aynı şekilde beni bulmanızı tüm yüreğimle isterdim” Bende aynı duygularla sizin yapıtlarınızı okudum. Aynı duygularla ruhunuzla sohbet etmek istiyorum. Öncelikle neden doğduğunuz yerden nefret ediyordunuz?”
“Sevgili Bedriye doğduğum yerden ölünceye dek nefret ettim. İlk iş olarak doğduğum kentten ayrılmayı hedefliyordum. Annemden baba evinden ülkemden ve aramızda ortak hiçbir şeyin bulunmadığı vatandaşlarımdan ayrılmak. Çocukken yabancı dillerden şiirler okurdum. Yürümeyi ve konuşmayı zamanından önce öğrendim. Henüz çocuk yuvasına başlamadan önce gazete okuyabiliyordum. İyi bir öğrenci olduğum için hem öğretmenlerim hem de arkadaşlarım beni seviyorlardı. Buna karşı aldığım ödüller ve takdirnamelere tepeden bakışımdan dolayı özellikle de disiplinsiz davranışlarımdan dolayı defalarca okuldan uzaklaştırıldım. Okula giderken biricik görevimin öğretmenlerle ve eğitimle dalga geçmekmiş gibi algılıyordum. Her şey basit ve aptalca geliyordu. Kendimi eğitilmiş bir maymuna benzetiyordum. Çocukluğumdan kalma bir özelliğim çok kitap okumamdır. Yılbaşı hediyesi olarak bana kitap alınmasını isterdim. Yirmi beş yaşıma gelinceye değin koltuğumun altına birden çok kitap sıkıştırmadan evden çıktığım olmamıştır benim. Sabah kalktığımda işe giderken kitap okuyor ve sık sık en sevdiğim şiirlerden uzun pasajlar ezberliyordum. Örneğin Goethe’nin Faust’u da bunların arasındaydı.”
“Bu kadar kitap okumanız sizi edebiyata mı sevk etti yoksa isyana mı?”
“Sürekli kitap okumak beni isyanımın daha şiddetli hale gelmesine, gezmek ve macera yaşamak için duyduğum gizli isteğin daha da körüklenmesine ve edebiyattan soğumama yol açtı. Önceleri tüm arkadaşlarıma karşı hoşgörü uyandırdı sonraları arkadaşlarımla yabancılaşmama yol açtı. Bu da beni ayrıksı bir insan yaptı giderek kendi bildiğini okuyan birisi oldum. On sekiz yaşımda mutsuz sefil ve tarif edemeyeceğim kadar yorgundum. Bu ruh halimden kurtulmamın tek çaresini ortamı değiştirmekle mümkün olacağını düşünüyordum. Evden kaçışım bela dolu felaketler yaşamama neden olduğu için her seferinde evime tekrar geri dönüyordum. Kendimi elimde kazma kürek gündelik gezgin işçi, bir serseri olarak çalışırken buluyordum. Ben kentlerde bir burjuva yaşantısı değil açık mekânlarda yaşayan bir insan olmak istiyordum. Kullandığım dilin bir edebiyatçı dili olması bana ihanet ediyordu. İstememe rağmen bir edebiyatçıydım. Özellikle de basit insanlarla iyi geçinmeme karşı kullandığım dil yüzünden kendisinden şüphe edilen birisiydim. Ne zaman bir kütüphaneye gitsem aradığım kitabı bulamıyordum. İşte öyle anlarda yaşımdan beklentilerimin yasak olduğunu algılıyordum. Seni korkutabilir ama o zamanlar hiçbir temel ilke, hiçbir sadakat, hiçbir yasa bütünlüğünü tanımıyordum. Öyle ki dostuma da düşmanıma da haksızlık edebiliyordum. Özellikle de iyiliklere kırıcı sözler ve küfürlerle karşılık vermek benim doğal mizacımdı. Utanması olmayan, küstah kalıplaşmış önyargıları olan katır gibi inatçı biriydim. Her şeye karşın yine de seviliyordum. Bu da beni daha da küstah birisi yapıyordu. Tüm bu hırçınlığımın altında uslu bir çocuk yatıyordu. Asıl karakterim arkadaş canlısı, neşeli, dürüst kalpli birisiydim. Dinginsiz enerjimi anneme ve annemin cisimlendiği her şeye karşı yöneltmiştim. Elli yaşımda bile onu bir kez olsun sevgiyle anmadım.”
“Peki, annene niçin bu kadar öfke besliyordun içinde?”
“İşin tuhafı hiçbir zaman yapmak istediğim işlerimi engellememişti bu öfkenin tek nedeni benim irademin onunkinden daha güçlü olmasıydı. Sürekli olarak onun gölgesinin yolumun üstüne düştüğünü hissediyordum. Bu öyle bir gölgeydi ki, hor görmenin gölgesiydi sessiz ve sinsi bu gölge damarlarıma yavaş yavaş zikredilen bir zehir gibi olduğunu düşün.
“Yazdıkların ve okuduklarını annen ve babamla paylaştığın oldu mu?”
“Kesinlikle hayır. Ne okuduğum ne de yazdığım bir şeyi onlarla paylaşmak aklımın ucundan geçmemişti. Yazar olmak istediğimi onlara söylediğimde içine düştükleri dehşeti anlatacak kelime bulamıyorum. Geleceğimi garanti altına alacak bir işi neden tercih etmemiştim. Benim ne iş yaptığımı soran dostlarına yazı yazıyor diyorlardı. Babam terzi olduğu için ailem dış görünümüme özen gösteriyordu. Büyüdüğümde babamın tüm giysilerinin bedeni bana uyduğu için bana kaldı. O dönemde kültürlü insanlarla konuşmaktan çekinirdim. Kendileriyle konuşmaktan hoşnut olacağım insanların karşısında kekeliyor kendisini hiçe saydığın insanların karşısında bülbül gibi ötüyordum.”
“Çocukluğunuzda büyüsüne teslim olduğun davranışın var mıydı?”
“Evet, vardı. Sözcüklerin tınısına, tılsımına büyülü güçlerine adeta âşık olmuştum. Beni dinleyenlere saatlerce yeni buluşlar yapardım”
“Şair olarak kimi kıskanıyordunuz?”
“Rimbaud’yu. Her şairin unutulmaz birkaç dizesi ile bir iki şiiri varken Rimbaud bu türden değerli dizeleri birbiri ardına sıralamıştı. Paha biçilmez mücevherlere benziyordu şiirlerinin her biri. “ Azalmayan bir keyif ve heyecanla okuduğum
Ve tekrar tekrar okuduğum biricik şair odur; onda sürekli yeni bir şeyler keşfettim, onun arılığı beni hep derinden etkiledi. Onun hakkında söylediğim şeyler her zaman salt bir deneme, olsa olsa bir yaklaşım, en fazla kabataslak bir özet olarak kalacak. O, dehasından ötürü kıskandığım bir şair; tüm ötekiler, ne denli büyük olsalar da bende kıskançlık doğurmuyorlar”
“İlk âşık olduğunuz kız hakkında neler söylemek istesiniz?”
“Menekşe gözlüydü. Ölüm döşeğinde sadece onu düşüneceğimi biliyorum. Kız beni reddetmedi ben ona meftun olduğum için ondan kaçtım.”
“Rimbaud’yu kendinize bu denli yakın hissetmenizin nedeni nedir?”
“O da benim gibi bir gezgindi. Amerika’daki yaşantımı anımsıyorum. Boş mide ile binlerce mili geride bıraktığımı görüyorum. Birkaç peni, bir dilim ekmek, biraz iş yatacağım bir yatak kolluyordum. Dostça bir yüz bulmanın özlemi içindeydim. New York’ta sayısız restoranı bilmemim nedeni oralarda yemek yediğim için değil orada yemek yiyenleri camdan izlediğim içindir. Genellikle aç doğduğum kanısına kaptırırdım kendimi. Hummasız bir şekilde bir arayışın içindeysen açlık en kadim dostu olur insanın. Karnım toksa elimde kalan parayı tiyatro ve sinemaya gitmek için harcardım. Yatacak yerim olmadığı için sinemadan çıktıktan sonra saatlerce yağmur altında soğukta yürürdüm. İnsanın kendi anavatanın sokaklarında yürümesiyle yabancı ülkelerin sokaklarında yürümesi arasında çok fark vardır. Oralarda her an peşine düşecek hâkimler silahlar muhbirler vardır. Çevrene yabancıysan toprağa uzanmaya bile cesaret edemezsin. New York’a dönüşümü düşünüyorum. Dışarıda on yıl kaldıktan sonra bu zoraki bir dönüştü. Amerika’yı temin ettiğim on dolarla terk etmiştim. Dönüş parasını da bir otel kapıcısından almıştım. Yurt dışında on yıl yaşamak için eşekler gibi çalıştım. Bir yıl boyunca rahat yaşama hakkını elde ettim bu seferde savaş geldi her şeyi mahvetti. “ Fakat eğer insan bir zenginliği, insanların zenginliğini düşlemişse ve insanlığın bu düşün gerçekleştirilmesi için nasıl salyangoz hızıyla hareket ettiğini düşünürse, insani etkinlik denilen şeylerin anlamsızlaşmaları mümkündür” (s.26) Kendi mücadelemi bırakmadım ama bedelini ödedim. Sadece umutsuzluğa dayalı bir mücadele sürdürmek tıpkı bir gerilla savaşı sürdürmeye benziyor. Yazmak istediğim yapıtın ancak bir kısmını bitirebilmiştim. Sadece kendi sesimi yükseltebilmek sadece kendi sesimle kendi üslubumla konuşmak için bile mücadele ettim.”
“Sizin için kimler şairdir?”
“Ben uyaklı ya da uyaksız dize yazmış olanlara şair demiyorum. Ben dünyayı temelden değiştirebilme durumunda olan birine şair derim. Hangi sözcük ustası dünyayı Hitler’in yaptığı kadar heyecanlandırmış? Hangi şiir dünyayı atom bombası kadar sarsmıştır. Eğer şiir sanatının görevi uyuyanları uyandırmak ise o zaman çoktan uyanmış olmalıydık. “Uygar insanın şiiri öteden beri ayrımcı, salt meraklılarını ilgilendiren bir şey olmuştur. Kendi ecelini hazırlamıştır. Yaşama yeni bir bakış getirmiyorsa kendi bakışının doğrulunu ve parlaklığını kanıtlamak için yaşamını feda etme isteğinde değilse, şair ne yarar ki.”.
“ Kitaplarınız basıldığında kaç yaşındaydınız?”
“İki kitabımın basıldığını görmek için kırk üç yaşıma kadar beklemek zorunda kaldım. Bu kitaplarımın çıkmasıyla Ümitsizlik ve yenilgilerle dolu bir dönem sona erdi. Bana geçmiş bir dönemi kapatma yeni bir dönemi açma fırsatı verdi.”
“Çocukluğun insan hayatındaki önemine değinir misin”
“Çocuklukta yaşamın tabii ki kendi varlığının tüm karanlık yönünü bastırıyorsun. Bu bastırma fark edilmeyecek değin bilinçaltındadır. İnsan kendi bilincinde olmadan şu yargıya varıyor: “eğer varlığın karanlık yüzü reddedilmemiş olsaydı, bu durum bireyselliğin ve her şeyden önce özgürlüğün yitirilmesiyle aynı anlama gelirdi. Özgürlük farklılaşma ile el ele yürür. Bu durumda, sağlıklı olmaktan yalnızca kendi kimliğini korumak anlaşılabilir; bu koruma ise her şeyi ve herkesi düzlemeye çalışan bir dünyada gerçekleşmektedir. Korkunun kökleri burada. Zincirlerin kabusundan kurtulabilmek için önce anneleriyle olan sorunlarını haletmeleri gerekir. Dışarıya, daima dışarıya!/Böylece anne rahminin eşiğinde oturuyoruz.” Sanırım bunlar benim “Black Spring’teki yaşamımım altın döneminde, neredeyse gizemi yakalamak üzereyken söylediğim kendi sözlerim. Bir defasında “The enormous Womb” (Dev Rahim) başlıklı bir deneme yazmıştım. Bu denemede dünyanın kendisini bir ana rahmi, bir yaratma mekânı olarak betimlemiştim.” Van Gogh’un dediği gibi “Şikâyet etmeden acı çekmek, bu yaşamın bize sunduğu biricik öğreti budur.”
“Nerede doğdunuz?
“26 Aralık 1891, New York, ABD’de doğdum. Hemen herkesin hayalini kurduğu başarı olanaklarının sunulduğu yerde. Bu yerde işçi bulma kurumları ile yardım severlik bürolarının önünde kuyruğa girdiğim günlerimi unutmadım.
O günlerde bana uygun gördükleri iş bulaşık yıkama işiydi. Garsonluk işi için bile binlerce mil yol kat ettim. Bana göre dâhilerin karınları açtır, yatacak yerleri yoktur; çünkü dahiler bunlara ihtiyaç duymazlar. Dahiler dünyaya cennet halinde geldikleri için ne kadar çılgınca görünse de dünyayı yeni baştan değiştirmek için mücadele ederler. Geçmişi anlarlar, hayalini kurdukları geleceği kucaklarlar ama bugünün onlar için bir anlamı yoktur. Dahi düşlerinin gerçekleşebilecek gibi yaşarlar. Bir şarkıcı ancak şarkı söylemeye son verdiğinde kendi şarkısını söyler.
“Hayatınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?”
“ Kimileri doğuştan şanslı oluyor. Başarılı olmanın fırsatını doğduğu ailenin olanakları temin ediyor. Benim gibilerde başarıyı yakalamak içim mücadele etmek zorunda kalıyor. Zor koşullarda mücadele edenler bazen ruhun bütünlüğünü paramparça eden ruhsal rahatsızlıklara yakalanıyor. Eksik doğduklarına inandıkları için eksikliklerini tamamlamaya çalışmak için normal insandan daha fazla çalışmak zorunda kalıyor. Benim kendimi eksik hissetmemde annemin rolü büyük olmuştur. Annemden de her zaman sarhoş olan babamdan da nefret ediyordum. Ailede sevgisine sığınacağım tek kişi olan ablam da geri zekâlıydı. Aile içinde bulmadığım huzuru Brooklyn’in kavgalarla dolu yaşamının içinde buldum. Her türlü kirliliğine zevk düşkünlüğüne en önemlisi de asiliğine tepeden tırnağa bulaşmış bir genç olup çıkmıştım. Anlayacağın zincirlerimden başka kaybedeceğim bir şey yoktu. Hiçbir şeye sahip olmamak beni hem yazma konusunda hem de maceralara atma konusunda daha da cesur birisi yapıyordu. İşin garibi yaptığım her işte hep daha iyi olmak istiyordum. Kurduğum hayaller dünya çapında isimleri olan insanlar içinde yer almaktı. Gençlik yıllarım bunalımlarla geçti. Kazandığım paranın miktarının önemi yoktu, önemli olan kazandığım parayla özgür yaşamaktı. Özgürlüğüme düşkün olan ben para kazanmak için özgürlüğümden taviz veriyordum. Yirmili yaşlarımda maliye memurunun sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmak için kendimi zorluyordum. Bazen de bu sorumluluktan kaçarak kendimi taşra kentine atıyordum. İçinde bulunduğum zor koşullar beni mecburen eve dönmeye zorluyordu. Yirmi beş yaşımda babamın yanında çalışmak zorunda kalmıştım. Yirmi altı yaşımda bir piyanist olan Beatrice Sylvas Wickens ile evlendim. Evlilik işini başkalarıyla da tekrarlayacaktım ilerde. Çeşitli işlerde çalıştığımı söylemiştim ama içki kaçakçılığına bulaştığımı söylememiştim. Yeniden memur oldum. Otuz yaşımda memurluğu bir daha geri dönmemek üzere terk ettim. Ne şairlikte ne de ressamlıkta başarılı oldum. Bu kargaşanın içinde hayatım ve düşüncelerim değişiyordu. İkinci evliliğimi yaptım. İkinci evliliğim de hüsranla bitti. Bir barda tanıştığım June bahşiş karşılığında dans ediyordu. İlk karşılaştığım anda ona yıldırım aşkıyla tutuldum. Aynı gece yediğimiz yemekten sonra ilişkimiz başladı. June beni yazmaya teşvik etti. O evin masraflarını karşılıyordu. Sonra evimize June eski kadın sevgilisini getirdi. Rakibimin bir kadın olması beni çılgına çeviriyordu. Onların gece geç saatte eve gelmelerini beklerdim. Eve gelirken getirdiklerini büyük bir zevkle yerdim. June kısa bir süre sonra sevgilisiyle birlikte Paris’e gitti. O dönene kadar belediyenin fidanlığında çukur kazıcılığı yaparken bir yandan da ikinci kitabımı yazmaya başlamıştım. June ile karmakarışık bir ilişkimiz vardı. Onu her şeye rağmen seviyordum. Yaptıklarımızı birbirimize söylediğimizde aramızdaki kırgınlık da kendiliğinden ortadan kalkıyordu. June beni de Paris’e götürdü. İlk bakışta bu şehirden hoşlanmamıştım. Paris’i tek başıma geldiğim zaman hayalini kurduğum biçimde keşfettim. Paris’te daha önce tanıştığım Fred’i buldum. Onun yanına yerleştim. Paris’in sokak hayatını keşfettim. Geceleri bir gazetede çalışan Fred beni arkadaşlarına Amerikalı yazar olarak tanıtıyordu. Zamanla bu sıfat insanların ilgisini çekti. Birçok insanla tanışma olanağını buldum. Gazetelere gönderdiğim yazılar yayımlandığında kazandığım parayı Fred’le birlikte genelevlerde, meyhanelerde harcıyorduk. Tüm bu başıboşluk sırasında Dijon’da bir kolejde yardımcı İngilizce öğretmenliği yaptım.”
“O zaman seni üne kavuşturacak olan Yengeç Dönencesi’ni yazmış mıydın?”
“O zamanlar Yengeç Dönencesi’ni tamamlamaya uğraşıyordum. O sıralar daha önceden tanıştığım Anais Nin’le mektuplaşıyorduk. Tam bir burjuva hayatına sahip olan bu kadınla gelecekte sancılı bir aşk yaşayacağımı bilmiyordum. June hayatımdan çıkmamıştı. Amerika’ya geldiğinde onun varlığı hayatımı sarsıyordu. Dijon’dan ayrıldım, Fred’in gazetesinde düzeltmenlik kadrosunda çalışmaya başladım. Benim yazdıklarımı okuyanlar arasında yazdıklarımdan etkilenenler de vardı, nefret eden de. Anais’in öğretmenlerinden aldığım dersler sayesinde Fransızca konuşmaya başladım. Yazdıklarıma karşı çıkanların sayısı arttıkça mutlu oluyordum. La Nouvelle Revue Française Yengeç Dönencesi’ni yayımlamadığında yaşadığım hayal kırıklığının üstesinden geldim. Yayınevi yapıtımı pornografik olduğu için değil, düşük edebi değerinden dolayı yayımlamadıklarını açıklamıştı. Bu eleştiri bana doğru yolda ilerlediğimi kanıtlamıştı. “Elimde güç olsa okulları, müzeleri ortadan kaldırır, kütüphaneleri yakardım, tarihi bile silerdim” demem insanların tüylerini diken diken ediyordu. Gazetedeki işim çalışma belgem olmadığının anlaşılması üzerine sona erdi.
Anais’ten aldığım para geçimimi sağlamakta yetersiz kalıyordu. Fred’le birlikte yaşadığımız evde çalışmadan yazmak için arkadaşlarımdan para istiyordum. June’un yanıma gelişi Anais’in ve benim hayatımı altüst ediyordu. İngiltere’ye gittim ancak param olmadığı için ülkeye alınmadım. Paris’e özellikle de Anais’e yeniden kavuştum. 1934 yılı benim için çok önemlidir. Yengeç Dönencesi yayımlanmıştı benim adım Henry V. Miller olarak yazılmıştı. Müstehcenliği yüzünden iki yıldır yayımlanmayan yapıt, Anais Nin’in kitabı yeniden elden geçirmesi sonucunda yayımlanmıştı. Nin, kitabı altı yüz sayfadan üç yüz sayfaya düşürmüştü. Amerika’da 1962 yılında yayımlandı yapıtım. Nihilist gençler kitabıma büyük bir ilgi gösterdi. 1936’da Kara Bahar’ı 1939’da Oğlak Dönencesi’ni yayımladım. Porno yazarı olarak tanımlansam da edebiyat dünyasında unutulmayanların arasındaki yerimi almıştım. 1944’te Polonyalı Janina M. Lepska ile yedi yıl süren bir evlilik yaptım. 1953’te de Eve McClure ile evlendim. Eşim on iki yıl sonra öldü. Yalnızlığa oldum olası tahammül edemiyordum. Caz şarkıcısı ve piyanist olan yirmi yedi yaşındaki Japon Hoki Tokuda ile evlendim. Hayatım boyunca kadınlarda aradığımı bulamadım, bu yüzden birçok kez evlendim. Bu eşimden de boşandım. Ayrıldıktan sonra bile birbirimize duyduğumuz aşk bitmemişti; mektuplar yoluyla aşkımızı paylaşıyorduk. Son yıllarımda kendimi yazılarıma adadım. Mektuplarımı ve yazılarımı düzelttim. 7 Haziran 1980 yılında arkamda birçok yapıt bırakarak ayrıldım. Aykırı görüşlerimle edebiyat formlarının dışına çıktım. Roman, otobiyografi, felsefe özellikle de mistisizmi karıştırarak kendim gibi sıra dışı bir tarz yarattım. Yapıtlarımı yazarken yaşadıklarımdan çok faydalandım.1961 yılında “Yengeç Dönencesi
Amerika’da pornografik bir roman özelliği taşıdığı için davalık oldu. ABD Yüksek Mahkemesi kitabın bir edebiyat ürünü
Olduğuna karar verdi. Bu karar cinsel devriminde bir milat olma özelliğini taşıyor.
“Sevgili dostum yaşandıklarından birçok yaşantı çıkartacak kadar çok beslenendin. Yaşanmışlıklarını kurgulayarak yazdıkların yansıtmasını bildin. Sen yazını kuşatmak için dünyaya gelmiş özel insanlardan birisisin benim için. Seninle yakından tanışma fırsatını bulduğum için çok mutluyum.
“Ben de öyle sevgili Bedriye.
Kaynak: Henry Miller. Rimbaud ya da Büyük İsyan. Kabalcı Yayınevi. Türkçesi: Mustafa Tüzel. S. 123.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.