Metin Turan
Yazma eylemiyle yazgıyı değiştirme çabasının zemin bulduğu en kapsamlı alan 1950’lerden itibaren edebiyat, düşün ve sanat dünyamızda etkisini hissettiren Köy Enstitülerinden yetişenlerin, sonrasında da onların ardıllarının uğraşısıdır. Bu yazgıyı değiştirme beklentisi öyle bir üst noktadadır ki, Aşık Veysel, kızının rahatsızlığı için doktor peşinde koştukları bir gün Fakir Baykurt’a: “ Zühre büyüdü, everdik, hasta bile oldu sayende!”
“Niye sayemde oluyor?” diye güldüm.
On sekizindeki genç kadın bir adım ardımızda.
“Yazar değil misin? Sen çekmedin mi yazgısını temize?” diye yargısını belirtir Aşık Veysel.
Feleğe sığınmış bir kötü kader tutkusundan kurtulma düşünün somutlaşmış halidir bu.
Kaftancıoğlu da, onun öncülü ve çağdaşları da yazgılarını değiştirme kanalı olarak öğretmen olmak, okumak olanağını görmüşlerdir. Bu felekten kurtulmak kavgasında onların başarısı kadar örnekliklerini de simgeler. Egemeni, dolayısıyla da siyasal iktidarı tedirgin eden gerçeğin bu somut halidir.
Türk edebiyatının, 1950’lerden başlayarak temel iki eksende aktığını ve bunlardan söz konusu döneme damgasını vuranın köy enstitülü yazarlar olduğunu; bu sürecin 1980’li yıllara değin sürdüğünü göz önüne getirerek edebiyat ortamının kirlenme, seçkinleşme, popülerleşme gibi bir dizi kavramla tanışmasının, Kaftancıoğlu özelinden hareketle bir değerlendirmesine girişeceğim.
Böyle bir değerlendirme, bir yandan Kaftancıoğlu ve onun temsilcisi bulunduğu kuşağın edebiyat/sanat anlayışını değerlendirmemiz bakımından yol gösterici olacaktır, bir yandan da mevcut edebiyat dünyasının zenginlikleri ve açmazlarıyla bugünkü durumuna iz düşürmeye çalışacağım.
Edebiyatın, özellikle Türkiye gibi, toplumun gizil unsurlarını; kültürel normlarını kavramada önemi anımsanırsa, söz konusu kuşağın varetmiş oldukları edebiyat birikimi bu noktada daha bir anlaşılır olacaktır. Çünkü, nüfusunun sadece %30’unun okur -yazar; % 70’inin köylü olduğu bir dönemden, şehirlere taşınmış –kentli değil- nüfusun %80’lere ulaştığı, okur-yazar ancak izler nitelikteki nüfusun %90’lara ulaştığı bir Türkiye fotoğrafıyla karşı karşıyayız. Daha açıkçası, 1950’lerde edebiyatçı kimlik sorumluluğunu taşıyan insanın önünde, toplumun bütün katmanları ama özellikle de cumhuriyet önceki siyasal yapılanmanın unuttuğu, dağa taşa attığı kesimin sesi olmak, onların gönencini artırmak ülküsü taşınıyordu. Şimdi edebiyatçı kimliğin işlevi, salt edebiyat dünyasını vareden belli merkezlerin manipülasyonuyla oluşturulmuş tüketici (okur) kitlesi ve ürünün kalitesini kontrol eden yazılı ve görsel medyanın servis şefleridir. Birbirine sistemin hiç de rastgele olmayan kontrol mekanizmaları, birbirinden bağımsız hareket edemeyen aktörleriyle oluşturulmuş bu dünyanın mantığıyla, Kaftancıoğlu’nun da içerisinde olduğu kuşağın edebiyatçı fotoğrafını algılamaya olanak yoktur.
Kaftancıoğlu, -kuşağının diğer yazarları için de söylenebilir bu-, bir yandan toplumun gerçekliğini anlatırken diğer yandan da Cumhuriyet Türkiyesinin modernleşme ülküsünü gerçekleştirme çabasında yöneldiği batılılaşma; Osmanlılıkla uzun yıllar içselleştirilememiş doğululuğun da bir anlamda çatışkısının su yüzüne çakışı gibidir.
Köy enstitülü yazarların edebiyatı popüler kültürün bir unsuru olarak algıladıkları; eylemliliklerinin böyle bir süreci beslediğini savlamak, yanlış olur. Edebiyatın toplumsallaşması konusunda ciddi bir işlev taşıdıkları ve bunu gerçekleştirdikleri rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, bu kuşağın önderliğiyle, toplumun değişik katmanlarından edebiyatta birer özne olarak katılma cesareti gelişmiştir. Söz konusu oluşumun/birikimin kültürel hayata; müzik bakımından, resim bakımından, tiyatro bakımından ciddi bir izler/okur kitle yarattığını söylemek yanlış olmaz. Ne var ki, bu kitle, özellikle 1980’lerden itibaren ivme kazanan, dünyadaki kültürel/ekonomik şekillenmeyle de paralellik içerisinde, kapitalizmin edebiyatı da, başka alanlarda olduğu gibi tüketimin bir nesnesi durumuna getirmeye başlaması, bu alanda profesyonelliği doğurduğu gibi, seçkinci bir edebiyat kişiliğinin oluşmasına da katkıda bulundu.
Dönemi algılamada, bugünün edebiyat dünyasına hakim olan gözlüğü kullandığımızda, algı kanallarımızın tıkanıklığıyla karşılaşırız. Doğal olarak, bugün belli bir politik kültürden yalıtılmış, kapitalizmin yaşamı sömürgeleştirdiği; bireyi kendine has bütün yeteneklerinden soyutlayarak bir nesne durumuna iteklediği kültürel ortamda, edebiyata kişilik kazandırma çabasındaki değerlerin, algılanması gerçekten güçleşir.
Ümit Kaftancıoğlu’nun da içerisinde bulunduğu, özellikle Nazım Hikmetle başlayan, Türk edebiyatının ulusal geleneğe bağlanması gayreti, 1940’lardan başlayarak Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve elbette özellikle 1950 sonrası yoğun bir üretim içerisinde bulunarak; edebiyatı sadece ‘sıkı metin’ olarak ele almak değil, aynı zamanda hayatın bizzat kendisinin estetize edilmesi olarak algılayan; hayatı dönüştürmeye çalışanların çabalarıyla kişilik kazanmıştır.
II.
İlk ürünü,1954 yılında Varlık’ta yayımlanır: “Bir Bahs”. İlk kitabı, TRT Büyük Ödülü (1970) kazanan Dönemeç adlı hikaye kitabıdır; 1972 yılında yayımlanmıştır. Aslına bakılırsa, yayımlanan ilk ürünle, kitaplaşan ürünler arasında ciddi bir zaman aralığı vardır. Bunu; Mehmet Bayrak’la yapılan, Yenigün gazetesinin 19.9.1973 tarihli konuşmasında, iki nedene bağlıyor. Birincisi ‘kapalı devre’ yayın yapan edebiyat dergilerinin ve yayınevlerinin ‘ünlenmeden’ kimseye kapı açmalarına, ikincisi de kendisinin henüz beslenmekte; yazıp yazıp sonra yırtıp atma döneminin bitmemişliğine…
1970’te kazandığı TRT Büyük Ödülü, Kaftancıoğlu’nun edebiyat dünyasında bilinmesine, ürünlerinin kitaplaşmasına olanak tanıyor.
Kaftancıoğlu, Köy Enstitülü yazarlarla başlayan Türk edebiyatındaki köye yönelme eğiliminin önemli adlarından biri olduğu kadar; her birinin farklı duruşu yanında, kendine özgü üslup ve yaklaşımıyla da ayrı bir yere sahiptir. Bu yer, genel çizgileriyle iki ana eksene oturuyor. Birincisi onun yetiştiği kültürel ortamla ürünleri arasındaki doğrudan bağlantı, ikincisi de olay ve olgulara yaklaşımında ölçüt aldığı bakış açısının sağlam ve tutarlı oluşudur.
Onun özellikle çocukluğunu geçirdiği kültürel ortam, geleneksel halk anlatılarının zenginliğiyle ünlü Dede Korkut diyarıdır. Daha okula gitmeden okuma yazmayı öğrenmesi ve köy odalarında dinlediği, sonra da kendisinin okuyarak dinlettiği Kerem ile Aslı, Aşık Garip, Ferhat İle Şirin, Leyla İle Mecnun, Kerbela Vak’ası, Hazreti Ali Cenkleri… gibi halk hikayelerinin kültürel atmosferi, Kaftancıoğlu’nun folklorcu, hikayeci ve romancı kişiliğinin şekillenmesinde belirleyici unsurların başında gelir. Yadsımamak gerekir ki, çocukluk döneminin belirleyici öğeleri olan bu anlatılar, onun yazma uğraşında da önemli payı oluşturur. Çehov, Dostoyevski, Tolstoy ve Pasternak’ı kendisini en çok etkileyen yazarlar olarak anar. Ayrıca Şolohov’un’Don Durgun Akardı’ yapıtının, kendisinde yazma isteğini uyandıran önemli bir yapıt olduğunu, özellikle, belirtir. Doğu edebiyatı ve sözlü Türk halk edebiyatının canlı ortamından gelerek, Köy Enstitülerinde tanıştığı dünya edebiyatının klasikleriyle duygu ve düşünce dünyasını zenginleştiren Kaftancıoğlu’nun, Yelatan gibi geleneğe yüz dönmüş, bunun yanında modern anlatı tekniklerinin zenginleştirdiği güzel bir romana imza atmasında bu kültürel bileşkenin büyük katkısı vardır. Kaftancıoğlu’nun gerçekliği yorumlamadaki ustalığı, sanatsal bakışı dil ustalığına dönüştürmesinde ortaya çıkar. Alangu’nun vurguladığı gibi, tema ve kişilerin yaşam tarzlarına paralel geliştirdiği sert ve sağlam bir dil, 60’lı yıllarda belirgin biçimde öne çıkan doğrudan anlatıma dayalı gerçeklik anlayışını da bu kısırlıktan kurtarır. Bu anlamda da gerçekçi öykücülüğümüze zengin bir anlatım olanağı kazandırır. Doğayı betimlemede ve insan-mekan arasındaki dirimsel bağı yakalamadaki ustalığıyla da Kaftancıoğlu, ayrı bir yere sahiptir. Gerek öykülerinde gerekse romanlarında çevreyle insan arasındaki ilişki, insanı mekandan soyutlamayan ve yabancılaştırmayan; hayatın bütün doğallığıyla anlatımı, estetize bir kompozisyon içerisinde verilir. Bu kompozisyon onun hayatı yorumlayışını anlamamız bakımından da çok önemli bir işarettir.
Yetiştiği kültürel ortam, onun eleştirel yaklaşımıyla edebiyata taşınır. Kaftancıoğlu, Türk edebiyatında geleneği bu anlamda en verimli değerlendiren yazın adamlarının başında gelir. Çünkü geleneği iyi bilir. Dede Korkut boylarının onun kültürel arka planını oluşturan zengin anlatım tekniği ile anlatıma gösterdiği özenin kesişimiyle gelenek çağdaş bir yapıya dönüşür.
TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında büyük ödül kazandığı Dönemeç, bir ilk yapıtın bütün güzel özelliklerini taşır: çarpıcı bir konu, akıcı bir anlatım, gerçekçi bakış açısıyla doğaya dair betimlemelerin buluştuğu sanatsal incelik… Dönemeç bir anlamda Kaftancıoğlu’nun kendi hayatıdır. Cılavuz Köy Enstitüsü’ne yazılma serüvenini anlatır. Bu serüven bir utkuya dönüşen Garip’in mücadelesinin, tam da yukarıda da çerçevesini çizmeye çalıştığım 1940’lı yıllar Türkiye’sinin sosyokültürel fotoğrafını yansıtır bize. Umudunu bütünüyle okumaya bağlamış yoksul Anadolu insanının, sınıf atlamadan ziyade, toplumsal kalkınmayı ama öncelikle uyanmayı; dolayısıyla kasaba politikacısıyla eşraf arasında sıkışmışlığını aşmayı da nasıl eğitim yoluyla başaracağına olan sonsuz ümidini yansıtır. Hikayede elbette birbütün olarak başka ögeler de vardır; doğanın egemenliğine bir türlü göç yetiremeyen insanın çaresizliği; bin yıldır dünyayı bir dağın ardından algılamanın ufuksuzluğu gibi…
1970’li yıllardan itibaren genel olarak öykü ve romancılığımızda gözlenen yönelimlerin farklılaşması sürecinde Ümit Kaftancıoğlu, özellikle Tüfekliler (1974) romanıyla feodal kalıntıların siyasal iktidarla ilişkilerini ele alır. Ağa, aşiret, politikacı ekseninde kök salan kirlenmenin, nasıl bir tortu üzerinde boy verdiğini ayrıntılarıyla sergiler. Feodal gerilimin, kent siyasal yaşamıyla birlikte işlenişinin çarpıcılığı, onun bu çalışmasında, otobiyografik çerçevenin bir aşiret tipolojisine yansıtılışı bakımından önemli bir eksene oturur. Bu yapıt aynı zamanda Türk edebiyatında feodal beylerin, cumhuriyet dönemi içerisinde siyasal iktidarla ilişkilerini irdelemek, siyaset ve hükümet etme kurumlarının, güçlü bir sanatçı önsezisiyle, 1990 ve 2000’li yıllardaki yerel ve ulusal ölçekteki izdüşümünü görmek bakımından da önemlidir.
Bu gerçeklik, Kaftancıoğlu gibi, diğer enstitülü yazarların öngörülerinin nasıl tarihsel bir bilinçle perçinlenmiş olduğunu görmek bakımından önemlidir. Halkı; paylaşımcı olduğu kadar yeri geldiğinde nasıl da çıkarcı olduğuyla, direngen olduğu kadar yeri geldiğinde nasıl da üzerine ölü toprağı serpilmiş bir halde teslim olabilirliğiyle de tanıyabilme ayrıcalığıdır.
Kaftancıoğlu’nun, elbette kuşağından diğer toplumcu yazarların da, belirgin özelliklerinden biri, bildikleri bir dünyayı anlatıyor olmalarıdır. Bu tutumları kimi kez, ‘yansıtmacılık’ olarak değerlendirilse de, yazdıkları koşulların ve onları edebiyatla buluşturan ilişkilerin gerçekliği anımsanırsa, söz konusu tutumun özgüllüğü daha iyi kavranır. Çünkü, toplumun önemli bir kesiminin sosyal değişimi, sınıf atlamayı eğitim ve okumaya endekslediği bir tarihsel süreçte, haklı olarak, Kaftancıoğu gibi söz konusu sürecin aktörlerinin de böyle bir tutum içerisinde bulunmaları yadırganmamalıdır.
Kaftancıoğlu ve kuşağının bir önemli özellikleri daha vardır; uzun yüzyıllar İslam kültür dairesi içerisinde gözüken Osmanlı toplumunda, merkezden, doğal olarak medrese kültüründen uzakta kalması kırsal alan insanının öteden beri sürdüregeldiği; farklı etkilenmelerle harmanladığı; Osmanlının merkezde kurumlaşmış ve katılaşmış İslam inancıyla, doğal olarak da bu kültürle uyuşmayan bir Anadolu gerçekliğini de su yüzüne çıkarmalarıdır. Öyle sanıyorum ki, atılımcı;, toplumsal işbölümü içerisinde kadının üstlenmiş olduğu rolle, dinsel kurumlara karşı gösterilen esneklikle; sürdürülegelen hoşgörü anlayışıyla, katı, medrese geleneğinden gelen ve kasaba ahlakı içerisindeki yeni Türk siyasetçisinin; kasaba eşrafının bu öne çıkmayı kabullenememesinin böyle bir gerçekliği su yüzüne çıkarmalarından da kaynaklanmaktaydı. 1950’lerde topyekûn olarak söz konusu bağnaz, gerici; siyasal tercihleri eşraf çıkarları üzerine oturtmuş kasaba politikacılarının; örtülü ödeneklerden beslenen ‘gazeteci’ ve ‘edebiyat’ çevrelerinin bu birikime saldırmasının Anodulu’ya özgü direnç noktalarının ortaya çıkmasından rahatsızlıklarıdır.
Tüfekliler, aşireti ve siyaseti tartıştığı kadar, aynı zamanda devlet izlekli bir romandır. Kimliği bir etnik sorun olmak ötesinde kültürel boyutuyla ele alan, bunu yaparken de olayları aidiyet duygusuna kapılmadan yansıtmasını bilebilen bir çalışmadır.
Kaftancıoğlu, hemen tüm Köy Enstitülü yazarlarımızda görülen halk anlatı geleneğinden ve yerel dilden yararlanma biçemini, doğrudan bir derlemeci ve araştırmacı olarak da sürdürür. Halk kültüründen yararlanma, bu anlamda, Kaftancıoğlu’nda başka bir boyutta daha seyreder ki, uzun bir zaman aralığına yayılan radyo programlarının hemen tamamı bu zenginliğin üzerine inşa edilmiş olarak karşımıza çıkar. Bugün, birçoğunun arşiv kaydı bile olmayan, dostlarının elinde sınırlı örneklerle dinleme olanağımız olan bu programlarda Kaftancıoğlu, ulus bilincinin kültürel kimlikle oluşabilirliğinin, bireyin sağlıklı duruşunun böyle bir donanımla sağlanabileceği üzerinde odaklanır. Yerel olanın anlaşılması gerekliliği, onun özellikle üzerinde durduğu bir noktadır. Tarihsel kahramanlara, yerel kişiliklere ayrıntılı bir biçimde değer vermesinin kaynağında, kültürün yalınkat bir okuma, yalınkat bir gözlem olmadığını işaretlemek vardır.
Talip Apaydın’ın bir değerlendirmesinde vurguladığı gibi, Kaftancıoğlu, yolculuğun yazarıdır. Bu yolculuk hem anlatılanın içerisindeki yolculuktur, hem de kendi anlatım tekniğine eklediği yenilik anlamında yolculuktur. Bu bakımdan da her yeni yapıtında dilini ve anlatımını zenginleştirmiş bir edebiyatçı olarak çıkar karşımıza.
Öldürümünden sonra kitaplaştırılan ve İstanbul Allak Bullak adlı yapıtta toplanan öykülerinde, kırsal kesimden büyük kentlere göçün doğurduğu sancılı kentleşmeyle beraber, yoksulluğun şekillendirdiği yeni kültürel ortamın olay ve insanlarını anlatır. Kopuşun birey hayatındaki etkilerini en çarpıcı biçimde bu yapıtında buluruz. Bu kopuş, kuşkusuz bir kimliksizleşme olgusudur. Kendine yabancılaşmanın nasıl bir toplumsal parçalanma olarak karşımıza çıktığını, en güzel Kaftancıoğlu’nun son dönem öykülerinde buluruz. Köy sosyal ortamı içerisinde kendi iç dünyasıyla barışık insanın, kapitalizmin çarpık ekonomik ilişkiler yumağında nasıl mutsuz, endişeli ve korkak bir yaratığa dönüştüğünü anlattığı bu öyküler, aynı zamanda kültürsüzleştirme politikalarının, yani popüler olanın Türk kültür hayatını nasıl işgal ettiğinin de sorgulandığı örnekleri oluşturur.
Köroğlu Kol Destanları, Tek Atlı Tekin Olmaz, Çizmelerim Keçeden, Şülgür Deresi, Hınzır Paşa gibi çalışmalarıyla sözlü kültürden yazılı kaynaklara kazandırdığı halk kültürünün verimleri hem özgünlükleri bakımından hem de bir üslup olarak, onun kaleminden geçirilmişliğiyle ayrı bir değer taşırlar. Bunlar yanı sıra kimi halk türkülerini, örneğin radyo ve televizyonlardan severek dinlediğimiz ‘Evreşe Yolları Dar’, ‘Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar’ Kaftancıoğlu’nun derlemesiyle türkü repertuarımıza kazandırılmış eserlerdir. Bütün bunlar düşünüldüğünde koşuşturmalı bir hayata sığdırılmış bu derlemeler bile bir kültür adamı portresinin en önemli karesini oluşturur.
Kaftancıoğlu, Türk çocuk edebiyatı içinde de önemli bir yere sahiptir. Türkiye’de sınırlı birkaç örnek dışında, çocuklara yönelik yazılan öykü ve romanların niteliği hep tartışılagelmiştir. Hatta, kimi yazarlarımızın ısmarlama çocuk kitabı yazdıkları gerçeği düşünülürse, bu anlamda ne büyük bir yoksulluğun içerisinde olduğumuz daha kolay anlaşılır. Bu bağlamda Kaftancıoğlu, zaten büyük çoğunluğu belleğinde yer etmiş halk anlatılarının besleyiciliğiyle, zengin bir çocuk duyarlığına seslenir. Çocuklara ve gençlere yönelik olarak yazdıklarının arka planında da kültürel kimlik arayışı yatar. Halk ozanlarından derlediklerini yeniden işleyerek kitaplaştırmasının, oradaki dil ve anlatım zenginliğini daha genç kuşakla paylaşma çabasının bunun somut örneği olduğu gözden kaçmamalıdır.
Eylemleriyle kendi portresini var etmiş bir aydın kimliğinden, sanatsal kişiliğin çözümlemesini yapmak daha kolaydır. Bu bakımdan, Kaftancıoğlu, gerek TRT İstanbul Radyosu’ndaki ‘Diden Dile’ programıyla bugün bir benzerini göremediğimiz dil, anlatım, konu çeşitliliği içerisinde halkın sözvarlığını kendi temsilcileriyle anlatma/aktarma çabasına yaptığı öncülükle; her yeni yapıtıyla kendisini daha bir geliştirerek hayata karşı sorumluluğunu halkına karşı; en önemlisi işine karşı sorumlulukla bütünleştirmiş bir kişiliktir.
Kaftancıoğlu, edebiyatçının muhalif bir kültüre sahip olduğu dönemin temsilcisidir. Böyle bir sürece tanıklık ettiği gibi, bizzat bu sürecin öznelerinden biri olmuştur. Bu bakımdan, edebiyatı bir ‘eylem’, edebiyatçıyı ‘eylem adamı’ olarak görmesi kadar, bugün mevcut tüketim kültürü içerisinde kapitalizmin ögelerine eklenmiş edebiyat anlayışının böyle bir bakış açısını anlamakta zorlanması ve bu kimlikteki değerleri de safdışı etmeye çalışması da doğaldır.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.