GEÇMİŞLE BULUŞMANIN ZAMANI
A.CELAL BİNZET
Ayrı zaman ve yerlerde yaşamış bir Amerikalı yazar ile sanat felsefesi üzerine yazan bir İtalyanı ortak noktada buluşturan nedir? Birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen bu ilişkiyi günümüze taşıyan hangi etkendir? Nasıl bir olaylar kurgusu aynı yerde bir araya getirir saydıklarımızı? Daha da çoğaltılabilecek bu ve benzeri soruların buluştuğu noktanın adı yabancımız değil. Büyük buluşmayı sağlayan ve bilinçlenme önündeki engelleri yıkarak insanı sonsuz imgeler ormanının orta yerine taşıyan sanattır elbet. Orada dillendirilen orta yerde bulunma durumu, belirsizlik ortamında kaybolmayı değil, sonsuz anlatılarla dolu zengin bir dünyayı imler. İçine kıstırılmış bir kafes yerine o sınırsız çeşitliliğin düşünce kıvrımları arasında dolaşmanın düşüncesi bile başka..Resimden heykele, romandan şiire, mimarlıktan müzik ya da sinemaya değin ayrışan sanat dalları arasındaki birbirine geçmiş görünmez bağlardan söz ediyoruz. Burada sayılanlardan herhangi birisiyle başlayan yolculuk, çok geçmeden ötekileri de kavrayarak o yapıtları oluşturan düşüncelerin kaynağına yönelir. İnsanın içine yapılan derinlemesine kazılar gibi yepyeni buluntularla karşılaştırır bizleri. Kimi ideolojiler salt bu nedenle sevmez sanatı. Düşmanlıklarının altında yatan şey, elinden kayıp gidecek kuru söz dizilerinden başkası değil. Kendi içinde dönenen, yine kendinden başkasına çıkmayan bir kapı gibi. Daha doğrusu, böyle kurdukları egemenliklerinin sallanma korkusu. Oysa bu yanda, karartılmış sınırları kaldırıp gökyüzünün sonsuz maviliğine doğru uçarcasına genişleyen anlatı çeşitliliği bulunuyor. Bir resmin gerisine sığınmış öykünün nerelere doğru kanatlandığı kendini ilk anda ele vermez. Ya da birkaç sözcüğün açtığı yolda birdenbire yıllar öncesine ışınlanmanız işten bile değildir. Örnekler sayısızca çoğaltılabilir. Tümünün ortak yönü “insan”ı yansıtmaktır. Coşkusu, üzüntüsü, sevinç ve acısıyla yaşamın damarını elinde tutan insan. Bu nedenle hangi alanda olursa olsun, sanat yapıtı ne çok şeyi barındırır içinde..“İmgelem”, tam da böyle bir inceleme. Maurizio Ferraris’inyazdığı kitap, sanat yapıtındaki imge olgusunu enine boyuna inceleyen bir çalışma. Antik dönemden günümüze değin uzanan değişik dönemlerde sanatçıların anlatım sorununa yaklaşımlarını ele alıyor yazar. Oradan öğreniyoruz ki, her dönemde imgenin varlığı ve konumu tartışılır bir gerçekliktir. Toplumların kültürel yapı derecesine göre iyi ya da kötü yorumlanabiliyor. Ortadoğu’nun tek tanrılı dinleri için de imge ve betimlemesi başlıbaşına bir sorun olarak görülmüştür. İlk sayfalardan birinde gerçekliğin akıl ve duygu arasındaki ilişkisini anlatırken eski bir kitaptaki olaya göndermede bulunuyor. Orada geçen adı görünce, birdenbire zamanı aşıp yıllar öncesinin bir tanıdığıyla karşılaşmanın gizli duygusu sarmaz mı? Francis Scott Fitzgerald’ın 1934’de yayımlanmış yapıtı “Tender is the Night” sinemaya da uyarlanmış. Bizdeyse, “Geceler Güzeldir” adıyla okurunun karşısına çıkış tarihi 1962 yılı. Günümüzün “İmgelem”i 50 yılı aşıp bir zaman makinesi içinde insanı geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Kitaplığımın üst sıralarına uzanıp kitabı indiriyorum. Arkasına düştüğüm notta 5.9.1966 tarihi yazılmış. Garip bir duygu. O tarihten bugüne değin geçen zaman içinde yaşananlar bireysel olduğu kadar toplumsal tarihin de yansıması. Birdenbire onca zamana sıkışmış sayısız olay ve insanın üzerinden geriye doğru uzanıp eski bir buluşma gerçekleştiriliyor. Yer yer buruk anılar, unutulmuş kimlikler beliriyor arada. Dönüyorum yeniden romana. Görünürde bir aşk öyküsü içeriyor. 1917-1930 yılları arasında geçen olay dokusu tam da Avrupa anakarasının savaşlarla yok olduğu dönemler. Zaten Ferraris incelemesinde, adı geçen romandaki genel havanın karamsarlık ve endişe dolu bir gelecek beklentisi üzerine kurulduğunu yazıyor. Onca zamandan sonra romandaki olay dokusu aralanan perde gerisinden belirginleşmeye başlıyor sanki. Güney Avrupa’nın kentlerinden daha başka ülkelere değin geniş bir coğrafyadaki hareketlilik içinde Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarını görüyoruz. Dağılan yaşamlar, insanlardaki geleceğe ilişkin belirsizlik duygusunun yarattığı çöküntü durumu ve elbette aşklar, kırgınlıklar. Bir anlamda yazarının yaşamıyla örtüşen bir benzerlik yok değil. Fitzgerald, (1896-1940) tam da romanında anlattığı olaylara yabancı olmayan bir Amerikalı yazar. Dünyayı kana bulayan ve milyonlarca kişinin ölümüne neden olan büyük savaşın sonunda kalanlar da o yıkıntılar arasında bireysel bunalımlarla dolu bir yaşam sürdürdüler. Bir anlamda yitik kuşağın öyküsü. Hem romanda geçen kişi ve olaylar bakımından hem de yazarın kendi yaşamından izler var. Burada, sanat yapıtında gerçeklik sorunu öne çıkıyor. Kuşkusuz her yapıt için böyle bir çıkarsamada bulunamayız. Ama genel ölçekte bakıldığında, sanatın kendi çağıyla gizliden de olsa buluştuğu gerçeği görmezden gelinemez. Aynı dönemde, o ortamı yaşamış resim sanatçılarının yaptıkları da bu gerçeklikten payını alıyor. Yaldızlı gibi görünen yaşam anlarının gerisine sinmiş düş kırıklıkları ve bunalımlarla dolu öyküler. Toplumsal kargaşanın en kötü yanı bu galiba. İnsanın yarınına olan güvenini yok etmesi. Düşüncenin bu noktasında günümüzle buluşuyoruz yeniden. Okunan bir kitaptaki dipnotta geçen eski bir romanla yıllar sonrasında yeniden buluşma salt bu yüzden. O günlerde hangi duygular eşliğinde okunmuştu bu kitap. Zaman içinde kişiliğin evrimleşmesiyle ulaşılan noktada bambaşka bir göz ve değişik bir kimlikle okunacağı kesin. Bu süre içinde biriken yılların derin tortusu bir yana itilerek günümüz koşullarında yepyeni bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor. Yeni diyorum çünkü Fichte’nin (1762-1814) dediği gibi “İmgelem olmadan akla hiçbir şey gelemez.”( M. Ferraris, İmgelem, Dost Kitabevi, Ankara, 2008, s.:111) Adına zaman dediğimiz durmaksızın işleyen süreç kimileyin geçmişte kalsa bile böyle olmadık anlarda birbirinden çok ayrı kimlikleri birleştiren bir imgeye dönüşebiliyor.
Burada sözü edilen “geçmişte kalan” ne? Şimdi diye yaşananlar geçmişin kötü bir kopyası mı? Yoksa her şey bir kurmaca üzerinden mi yürüyor? Bilinmez.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.