Göç Duygusu ve Edebiyat[1]
Metin Turan[2]
Göç ve göçebelik, özellikle Asyalı toplumların ama sanki bunlar içerisinde de en çok biz Türklerin kültürel kimliğini anlatmaya yarayan sözcüklerdir.
Göçebeliği, bu çağa özgü; endüstrileşmenin doğal sonucu olarak beliren bir hayat biçimi olmak yanında, kültürel alışkanlıkların bileşkesi anlamında da yaşayan bir toplumuz.
Ne var ki, 1961’de imzalanan Türk-Alman İşgücü Anlaşması’nın ardından başta Almanya, ardından Hollanda, Fransa, Danimarka, Avusturya gibi başka ülkelere de yönelen ve başlangıçta emek gücünün taşınması olarak tasarlanan yer değiştirmişliğimiz, yaklaşık elli yıllık bir süreci kaplayarak, farklı bir kültürel zemine oturmuştur.
Türkiye’den yurtdışına göçün bir boyutu hiç kuşkusuz işgücünün taşınmasıdır. Ancak, taşınan bu işgücü hem geldiği coğrafyalarda, hem de çıktığı, yani Türkiye coğrafyasında yeni bir kültürel kurumlaşmayı da beraberinde getirmiştir.
Hangi ülkeden dönmüşse dönsün, 1960’lı, 70’li yıllardaki göçmen işçilerimiz bir “Alamancı” kimliği ile yeni bir adlandırmanın içerisinde, kültürel prototip oluşturmuşlardır. Onlar kanalıyla ülkeye taşınan yeni çağın teknolojik aletleri, örneğin elde taşınabilen radyo, pikap ve teypler bir yandan sözlü kültürü ağır basan Türk edebiyatı geleneğinde, yeni bireşimlere yol açmış; âşık tipi sanatçının işlevini farklılaştırmış, bir yandan da çağdaş edebiyata yeni konu ve temalarla açılım kazandırmıştır. Hiç kuşkusuz, bu etki, sadece edebiyat alanında olmamış, müzik, sinema, fotoğraf gibi plastik ve görsel sanatlara da yansımıştır.
Ortalama yaşam süresinin 65-70 olduğu günümüzde, elli yıl, insan hayatı için çok önemli bir dilimdir. Ancak, edebiyat birikimi açısından özellikle de kurumlaşma bakımından bu zaman dilimlerinin o denli büyük bir aralık olmadığını belirtmek gerekiyor. Buna karşın, göçün başlayıp, ardından yeni bir; müziği, sineması, sokağı, parkı, mutfağı ile farklı olan bir coğrafyada edebiyat/sanat etkinliklerinde bulunuyor olmanın küçümsenmeyecek bir kazanım olduğunun da üzerinde durmak gerekiyor.
Sürecin işleyişine sosyal başka unsurlarla da bakılabilir. Bakılmaktadır da. Geçen bu elli yıllık süreç içerisinde eksik, fazla çok sayıda toplumbilimcinin konuyla ilgilendiği ortada. Göçün, ciddi bir kültürlenme süreci yaşattığı çok açık. Henüz, 1960’lı yılların daha başındayken, Almanya’daki işçilerimizin buralara kendi ülkelerinden sanatçılar getirmeleri, onları önce konakladıkları işçi barınaklarında konuk edip (Aşık Ali İzzet Özkan, Mahzuni Şerif, Muharrem Yazıcıoğlu), yurt özlemleri yanı sıra sanat gereksinmelerini de gidermeye çalışmaları ‘kültürel kaynaşma’ başka bir demeyle geldikleri kültür coğrafyası içerisinde silikleşmelerini engellemiş, kısa süre içerisinde de içlerinden çıkardıkları hem geleneksel sanatçı tipleriyle, hem de modern edebiyatçılarla kendi dillerinin sesi olmuşlardır. Bunu, çok kısa bir süre içerisinde yetkinliği tartışılsa da, edebiyat ürünü vermeye yönelmeyi, müzik yapmaya yönelmeyi, sineme yapmaya yönelmeyi çok önemsiyor ve ayrıca tartışmak gerektiğine inanıyorum. Örneğin, daha sonraki yıllarda, estetik/sanatsal açıdan yetkinliğini kendisinin de beğenmeyerek, başka basımlarını yapmadığı, Almanya’da işçi olarak çalıştığı dönemde 1966 yılında, Bekir Yıldız’ın Türkler Almanya’da adlı çalışması böyle bir ‘savunma/tutunma’ mekanizmasının ürünüdür. Örnekleri çoğaltmam mümkün… Buradan şu noktaya gelmek istiyorum; Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün, daha ilk yıllarında buraya yerleşme fikrinin de beraberinde taşındığının ve daha da önemlisi göçmen işçilerin burada bir Türk gibi yaşamaya çalışacaklarının, ta başından belirgin ipuçlarıdır bunlar.
Edebiyat, hiç tartışmasız en başta bir dil olayıdır. Bu bakımdan göç ve göçmen kavramlarının yanına edebiyat edinimini eklediğimizde, dille; bizim için Türkçe ile yaratılan ürünlerin niteliği belirleyici olmaktadır. Yeni bir dil iklimine doğan insanın, elli yıllık bir zaman dilimi içerisinde edebiyat birikimi ortaya koyması, asla küçümsenmemesi gereken bir durumdur. Türk kökenli olup, Almanya, Hollanda, Danimarka, Fransa veya başka ülkelerde yaşayan insanlarımızın edebiyat uğraşı içerisinde olmalarını bu anlamda önemseyip, alkışlamamız gerekiyor. Özellikle, başka bir dilin içerisine doğmuş olanların, o dille edebiyat ürünü ortaya koymaları, ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur ki, kimi Türk kökenli yazarların Almanya’da, doğdukları ülkenin dilinde yazarak elde etmiş oldukları başarı onların tarihi/kültürel birikimlerinin nasıl verimli bir biçimde evrildiğinin de açık kanıtıdır.
*
Farklı bir dil ve kültür iklimi içerisinde olmanın bir dolu açmazlarının bilincinde olarak, edebiyatın insan soyunun hayata tutunmak, acıları silkelemek anlamında en soylu uğraşlarından biri olduğunu unutmamak gerekiyor. Çünkü, edebiyat en bireyci yazarın yaratıcılığında bile, belli bir toplumsal paydanın ürünüdür ki, insan soyunun birey kimliğini kazanmışlığının, kazanabilirliğinin güçlü damarlarını edebiyat bize kazandırır. Bu bakımdan, uzun tarihi içerisinde göçebe bir ruha sahip olan Türk toplumunun, endüstrileşmenin en geniş çapta yaşandığı Avrupa ülkelerinde hayata tutunmalarında, öyle ya da böyle edebiyat yapıtlarının, edebiyat uğraşlarının çok büyük bir payı olduğuna inanıyorum.
Yalnızlaşma ve yabancılaşmanın derinleştiği bu çağda, edebiyatın bizi büyük insanlık ailesinin donanımlı ve dirençli bireyleri kılmada ciddi bir işleve sahip olduğunu düşünüyorum.
Göç ve Göçmenlik Ekseninde Türk Edebiyatı
‘Göç’ ve ‘göçmenlik’ Türk kültürünün en önemli belirleyenlerinden birini oluşturur. Kültürümüzdeki kavramlara baktığımızda, göçebeliğe ilişkin bir dolu yaşanmışlık ve kazanımın göç eksenine dayandığını görürüz. Hatta ölümü bile biz ‘Hakk’a yürüdü’, ‘göç etti’ olarak nitelendiriz. Kültür hayatında, göçün bu denli belirleyici olduğu bir halkın, yaratmış olduğu edebiyat eserlerinde de bunun izlerini görmek kaçınılmazdır. Türk edebiyatında ‘göç’ ve ‘göçmenlik’ kavramları destan döneminden başlayarak tarihsel bir olgu olarak da vardır. Destanlar döneminden, günümüze uzanan çizgide, göçün kültür ve edebiyat dünyamızda geniş bir yer kapladığı açıktır.
Çağdaş edebiyatımızda ise, ‘göç’ kavramı, çok belirgin olarak yurtdışına işçi göçünün başlaması ile birlikte belirmeye başlamıştır. Dolayısıyla da, günümüz kültür ve edebiyatında ‘göç’ ve ‘göçmenlik’ kavramlarından söz edildiğinde, 1961 yılında Almanya ile başlayan yurtdışına işçi göçünün edebiyat yapıtalarına yansıması sürecinin irdelendiği anlaşılmalıdır.
Türkiye’den yurtdışına işçi göçünün başladığı 1960’lı yılların, edebiyat düzleminde ilk yansıması, ilginçtir, kırsal kesimden Almanya’ya ilk giden işçilerimizin, yine aynı kültürel çevreden yetişen halk şairlerini, gittikleri bu mekanlara taşımalarıyla başlar. İşçi göçünün henüz üzerinden iki yıl geçmiş olmasına karşın, Almanya’ya ‘hemşerilik’ ilişkisiyle davet edilen Ali İzzet Özkan ve Muharrem Yazıcıoğlu 1962 yılında Diusburg ve Ruhr havzasındaki maden ocaklarında çalışan göçmen işçi barınaklarında onlara çalıp söylerlerken, bir yandan da onların sorunlarına tanıklık edip, dile getirmeye başlarlar. Bunu, Aşık Mahzuni Şerif, Yaşar Reyhani, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, gibi bu geleneği sürdürmekte olan başka halk şairleri izler.
Bir örneği kişisel arşivimde bulunan Aşık Ali İzzet Özkan ile Muharrem Yazıcoğlu’nun birlikte gerçekleştirdikleri Almanya gezisi günlüklerinde öne çıkan en temel sorun, işçilerimizin sosyal yalıtılmışlık içerisinde olduklarıdır. Dil bilmezlikleri yanı sıra, barındırıldıkları işçi lojman ya da barakalarının yakın çevresinde sinema, tiyatro, konser izleme olanakları yoktur. Onların, bu türden gereksinmelerini memleketlerinden davet ettikleri, onların duygularına tercüman olacak halk şairleri aracılığıyla giderme istekleri, esasında bu nitelikteki etkinliklere duydukları özlemi de işaretlemektedir. Bu, çaba aynı zamanda kendi kültür kurumlarını oluşturma arzusunun da bir başlangıcıdır ki, melezleşme adımlarının bunlarla birlikte atıldığını, aradan geçen yarım asırlık süre içerisinde bağlama kursları, yetişen halk şairleri, bu nitelikteki konserlerin yoğunluğu bu başlangıcın önemli bir adım olduğunu yansıtıyor. Bu esasında, Orhan Murat Arıburnu’nun:
“Almanya’nın ortasında Ahmet
Almanya’nın ortasında Mehmet
Ayşeler
Fatmalar
Darmadağın, kıyamet!” olarak dizeleştirdiği, Almanya’nın ortasındaki Anadolu’nun şekillenmeye başladığının tipik bir ilkadımıdır.
*
Göç ve göçmenlik, yazın dünyasında, 1990’lı yıllara değin Almanya özelinde odaklaşır. Bunu yadırgamamak gerek. Çünkü, ilk işçi göçünün buraya olması yanında, nicelik olarak da yoğunluğun bu coğrafyada olmasıyla yönelim de Almanya’ya kaymıştır. İster Hollanda, ister Belçika, Danimarka olsun her yurtdışına gidip gelen işçinin ‘Alamancı’ olarak tariflenmesinin kaynağında da böyle bir sebep saklıdır.
Yazın düzleminde, göçmenlik sorununun ele alındığı ilk yapıt, Almanya’ya işçi olarak çalışmaya giden ve ilk yazarlık ürününde bu sorunu ele alan Bekir Yıldız’la başlar. Almanya’da dört yıl gibi bir süre kalan ve deyim yerindeyse oranın kültürel iklimine, havasına dayanamayarak dönen Yıldız, “Türkler Almanya’da” (1966) adlı çalışmasında bu süreci, yoğun bir sorunlar kümesi içerisinde anlatır.
Dil ve anlatım bakımından kendisinin de yetkin bulmadığı ve bu bakımdan da yeni basımlarını yaptırmadığı bu çalışmasında Türklerin Almanya’da karşılaştıkları güçlükleri, ağır çalışma koşulları yanı sıra yalnızlık, itilmişlik, kültürel çatışmanın taşındığı en uç noktalarda ele alır. Bu çalışmada belirgin olan, Türklerin Almanya’da mutsuzlukları, her an geri dönme isteklerinin ağır basmasıdır. Bu kuşkusuz, biraz da yazarın bizzat kendi hissettikleridir ki, Bekir Yıldız anlattığı bu koşulların olumsuzluğuna dayanamayarak, kaderdaşlarından farklı bir yol izleyerek, kısa sürede geri dönmüştür.
Bekir Yıldız, bu çalışmasından sonra da yoğun biçimde Almanya’daki işçilerimizin sorunlarını irdeleyen öykü ve röportajlar yayımlamıştır. Demir Bebek ve Sahipsizler adlı öykü kitapları ile Harran-Berlin röportajları buna örnektir. Bu çalışmalarında da, ana tema endüstrileşmenin getirmiş olduğu toplumsal düzen içerisinde iş ve işçi ilişkisiyle birlikte farklı bir hayat tarzının, alışık olunmayan zorluklarıdır. Yeni tanışılan teknolojik aletlerle sorunlar, dil bilmezlik, farklı değer yargıları, kadın erkek ilişkilerindeki farklılıklar… Bütün bunlar, henüz hibritleşmemiş (melezleşmemiş) bir süreçte, Yıldız’ın Almanya özelinde kültürel muhafazakarlığın üslubuna da yansıyarak keskinleşmesiyle, göçmen olmanın, bir kenara itilmişlikle doruk noktasına çıkan yabancılaşma duygusuna bürünür.
İçerideki ilk yansımalar, yine ilginçtir halk şairleri tarafından dile getirilir. Bunda, kanımca, yurtdışına gönderilenlerin önemli bir bölümünün kırsal kesimden olmasının da payı büyüktür. Dolayısıyla da yaşananların ilk yansıması da bu kesime yakın olan, onlarla ilişkileri daha yoğun bulunan halk şairleri tarafından hissedilip dile getirilmiştir.
Erzurumlu Aşık Reyhani’nin hemen 1960’ların başında dile getirdikleri ise, eşini Almanya’ya göndermiş bir gelinin feryadıdır:
“Elleri koynunda pınar başında
Almanya’ya doğru bakar o gelin
Yedi çocuğu var dördü peşinde
Feleğe dişini sıkar o gelin.”
*
Göçmenlik sorunu, Bekir Yıldız gibi Almanya deneyimi olmuş bir yazarın kaleminden geniş yankılar bulurken, Türkiye’deki yazarlar tarafından da sorun başka boyutlarıyla irdelenmeye başlanır. Bu kez içeriden bakılır soruna. Bunu ilk irdeleyenlerden biri, Nevzat Üstün olur. Onun “Almanya” (1970) adlı öyküsü Türkiye’de evli olan Rıza’nın Almanya’ya gidişi orada Edda adında bir Alman kadınla birlikte oluşunu, sonra Edda ile birlikte köyü gelişini anlatır.
Bekir Yıldız’ın gözlemleyerek yazdıklarının yansımasını; geleneklere, toplumsal değer yargılarına aldırmadan Almanya’ya giden köylü kızı Gülamber’in değişen dünyasını anlatan Ümit Kaftancıoğlu’nun , Çarpana (1975) adlı hikaye kitabında yer alan “Gülamber Almanya’da” adlı öyküsünde buluruz. Yine bu kitapta yer alan “Almanya Dönüşü” adlı hikayede de Almanya’dan izne gelenlerin giyim kuşamlarındaki değişim, parayla olan ilişkileri, davranışlarındaki farklılıklar irdelenir. Varılan kanı, Almanya’nın gidenleri değiştirdiğidir. Burada artık, gelenlerin tipik birer misafir oldukları, yeniden dönecekleri çünkü hal ve hareketlerinde artık gittikleri yerin belirleyici olmaya başladığı da betimlenmeye çalışılır. Burada dikkat etmemiz gereken bir önemli husus da henüz işçi göçünün on-onbeş yıllık bir döneminde orada yerleşikliğe dönük belirtilerin betimlenmesi, esasında, işçi transferi politikasını belirleyenlerin öngörmediği önemli bir gerçekliği de edebiyatçı sezgisinin fark etmiş olmasıdır. Giden de değişmektedir, gelen de. Kültürel olarak farklılığın belirginleştiğini hissettiren bu ürünler, sağlıklı bir okumayla, olası sosyal sorunların kavranmasında da yolgösterici olabilecek niteliktedirler. Çünkü, her iki cephede de kendini gösteren kültürel muhafazakarlık, sorunun içerisindekinin sürece nasıl eklemleneceğini, edebiyatçının gözleminden sosyal politikalara dönüştürebilirdi. Bu durum esasında, Türk edebiyatının toplumsal hayatı aktarımı ve dolayısıyla da edebiyatçısının bu hayatı okuma konusundaki güçlü sezgisini de yansıtmaktadır.
Nevzat Üstün, göçle birlikte değer yargılarının aşınıp değişmesini başka öykülerinde de anlatır. Bunlardan biri de “Bir Kadın” (1975) öyküsüdür. Değişen namus anlayışları, kadın erkek ilişkilerindeki farklılıklar, bunların Türkiye’ye uzantıları, Türkiye’den Almanya’ya taşınan töre anlayışları… Bunlar Tarık Dursun K.’nın “Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep” (1972), “Ona Sevdiğimi Söyle” (1983) hikayelerinde de ayrıntılarıyla irdelenir.
Birkaçının adını yukarıda andığımız, ancak örneklerini çoğaltabileceğimiz çok sayıda öykü, şiir ve romanda Almanya’ya gidişin, dolayısıyla da göçmenliğin duyumsanışı, belirgin bir biçimde kültürel konularda yansımaktadır. Dil ve din farklılığının, yeni yerleşilen bu ülkelerde kaynaşmayı güçleştirdiği açıktır. Dolayısıyla daha sonra, özelilkle 1980’den sonra Türkiye’den Almanya’ya gitmek zorunda kalan Dursun Akçam’ın Dağların Sultanı (1994), Öğretmeni Kim Öptü (1996); Oya Baydar’ın Elveda Alyoşa (1991), Sıcak Külleri Kaldı (2000) adlı eserlerine yansıyan da göçmenliğin kültürel olarak hissedilmesidir. Yerleşim alanları belli merkezlerde odaklanan, bir biçimde kendi alışkanlıklarını oraya da taşıyan; alış-verişini hemşerisinin marketinden yapmaya değin uzanan ve bir bölümü politik kümeleşmelerle, bir kısmı kültürel karşı tepkiyle bütünleşen cemaatleşmelerin de diğer bir dolu etkenle birleşerek kaynaşma yerine göçmenliği dolayısıyla da bir göçmen kültürünü ve göçmen edebiyatını var ettiğini kabul etmek gerekir.
Göç ve göçmenlik, Türk edebiyatçısının gözlemlediği kadar yaşadığıdır da. Ümit Kaftancıoğlu, Tomris Uyar, Nevzat Üstün, Hasan Hüseyin, Başaran gibi şair ve yazarların Türkiye’den gözlemledikleri ve gidip gördüklerini yazdıkları yanı sıra, bizzat olgunun içerisine doğmuş yazarlarımızın varlığı da Türk edebiyatının bu alandaki geniş düzlemini yansıtır.
Halen yaşamını yurtdışında sürdüren ve edebi üretimlerinin önemli bir bölümünü Almanya’da devam ettiren Yüksel Pazarkaya (d.1940), Aras Ören (d. 1939), Güney Dal (d.1944) Habib Bektaş, Levent Aktoprak, Tamer Çağlayan, Aysel Özakın, Gültekin Emre, Yücel Feyzioğlu, yanı sıra çeşitli nedenlerden dolayı Almanya’da bulunmak durumunda kalan ve uzun süre üretimlerini orada sürdüren Fethi Savaşçı, Fakir Baykurt, Yusuf Ziya Bahadınlı, Dursun Akçam, gibi edebiyat insanlarımızın bu bağlamda vermiş oldukları ürünler ciddi bir toplama ulaşmış durumdadır.
Bunlara, ikinci kuşaktan olup, Almanya’da doğup, büyümüş Emine Sevgi Özdamar, Akif Pirinçci, Renan Demirkan, Saliha Schienhardt, Zafer Şenocak, Zehra Çırak, Metin Fakoğlu, Şinasi Dikmen, Feridun Zaimoğlu, Selim Özdoğan,Nebahat Ercan, Serdar Somuncu gibi Almanca yazan ve gerek Türkiyeli okurlar gerekse Alman okurlar tarafından beğeniyle kabul edilmişlikleri, saygın ödülleri kazanmışlıkları akla getirilir ve benim anımsayamadığım adları da ekleyerek düşünürsek ne denli boyutlu bir birikime ulaştığı rahatlıkla söylenebilir.
*
Edebiyat çalışmalarına Türkiye’de başlayan, 1989 yılında ise Hollanda’ya öğretmen olarak gidip, tıpkı geniş işçi kesimi gibi oraya yerleşen Murat Tuncel’in Gölge Kız (2003) adlı öykü kitabında Anadolu’dan Hollanda’ya uzanan yolculukta göç ve göçmenliğin izini sürer. Gidiş hikayeleri, fotoğrafları değiştirilerek hazırlanan kimlikler, büyük bir umutla davet edilen yakınlar, sonra yüzüstü bırakmalar… Bunlar ‘gurbet’in gerçekleridir… Bir de kuşkusuz göçmenlik… Gidilmiştir bir kez, dönüşü olmaz. Tuncel’in,“Kebap kokusuna gittim, vardım eşek dağlıyorlar” deyimini kitabının girişine almış olması da sanki bunları özetlemek içindir. Gölge Kız, Murat Tuncel anlatısının belirgin özelliği olan, birinci tekil kişi ağzından aktarımı yanında yazarın ustalıklı kurgusu ve sağlam beçeminin de etkisiyle çarpıcı ve kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Göçün ilk başladığı yıllara ilişkin anlatılanlar da değişmiştir, yaşananlar da. Murat Tuncel, Gölge Kız adlı yapıtının ‘Son Öykü’sünde, gümrükçülerin bavullarını oraya buraya savurup, didik didik aramalarına bozulunca, annesinin özetlediği şu cümlerlele bunu anlatır:
“- Aldırma oğlum, adamlar bizi kıçı kınalı mumla çağırmadılar ki, biz geldik.”
Yeni süreç budur artık. Türkiye’deki yakınlar tarafından betimlenen Avrupa, Almanya ya da Hollanda gidenin keyfine göre yaşadığı, dostlarıyla eğlendiği, istediğini yiyip, istediğini içtiği bir yerdir. Oysa orayı mesken edinmiş baba için, yakınlarını yanına almak isteği göçmenliğin nasıl da yaman bir travma olduğunun açık göstergesidir:
“ Ben de sizlerle birlik olmak, uyandığım zaman çevremde sizleri görmek, hasta olduğum zaman bir bardak su verecek, üzerim açıldığında yorganımı örtecek ya da bomboş evde yanımda nefesini duyacağım birisinin bulunmasını istiyorum…”
Yakınlarını yanında aldığında takındığı tavır, özellikle ilk kuşak işçilerden gelenlerin yansıttıkları ile yaşadıkları çelişkiyi yansıtırken, yabancılaşma duygusu içerisinde, yalnız olan, rol yapan insanın da trajedisini anlatır:
“İyi bakın bana, bundan sonra beni hiç böyle göremeyeceksiniz çünkü. Ben ne o izne geldiğimde eşin dostun yanında neşeli olmaya çalışan, ne de dün havaalanından sizi alıp eve getirene kadar konuşmayan insanım. Ben şu giysiler içinde gördüğünüz insanım. Bir yanım konuk işçi, bir yanım gurbetçi işte. İşçinin konuğu mu olurmuş bilmiyorum ama bize öyle diyorlar. Neyse onlar ne derse desinler, ben benim. Daha çocukluktan yeni kurtulmuştum ki evlendim. Evliliğimden mutsuz değilim, ama benden aldığı gençliğimi bana borçlu olduğunu düşünüyorum. Köyde yaşasaydım bunları düşünmezdim, ama artık burada yaşıyorum, yeni öğrendiklerim daha çok düşünmemi sağlıyor. Bundan sonra yapamadıklarımı yapmaya kalkışmayacağım, hiçbirinizin yaşamına da karışmak istemiyorum. Herkes kendi yolunu bulsun. Ben nasıl hem sizden, hem de kendimden sorumluysam, siz de kendinizden ve bizden sorumlu olun. … Ayrıca orada düşündüğünüz Hollanda’yı belki hiçbir zaman bulamayacaksınız. Çünkü oradan bakınca burasının gri bulunları görünmüyor. (…) Bir de bir-iki yıl izne gitmeyi unutup buralı olmaya çalışın.”
*
Bu alıntı, esasında, bir gün döneceklerine inanılarak çağrılan işçilerin, gittikleri yerleri mesken tutmalarını özetler gibidir. Eşinin, giderek belirginleşmeye başlayan yabancı düşmanlığının altını çizerek, “siz buraya gelirken bandoyla karşılamışlar, şimdi gelenleri ‘şu adam da nereden’ geldi dercesine karşılıyor” demesine verdiği yanıtla başka bir gerçekliğin daha altını çizer, öyküdeki baba:
– Bizi kimse bandoyla mandoyla karşılamadı. (…) Delinin biri uydurdu bunu, siz de inandınız. Hepsi yalan, hepsi bir şapşalın uydurması. Kim, ekmeğini bölecek insanları bandoyla karşılar? Bugün nasıl karşılanıyorsak, otuz yıl önce de aynıydı.” diye yanıtlar.
Hiç kuşkusuz, göç ve göçmenlik sadece Almanya odaklı değildir. İngiltere, Avusturalya, İsveç, Belçika, Danimarka, Hollanda gibi Türk işçi göçünün yoğunlaştığı hemen her coğrafyada bu sorunun var olduğunu ve bir biçimde de edebiyat düzlemine taşındığını görüyoruz. Burada, yeri gelmişken altı çizilmesi gereken bir noktayı belirtmek istiyorum: Anadolu’dan Avrupa’ya, yakın zamanda da Asya’ya başlayan iş ve işçilikle ilgili göçler, çok büyük bir bölümüyle yerleşime dönüşmektedir. Memleket özlemi, hasret, bütün bunlar anlatılamaz ölçüde ağır basıyor. Ne var ki, tıpkı o halk türküsündeki gibi “var git oğlan var git vatanın ara/ekmeğin nerdeyse vatanın ora”, Anadolu insanı, ekmeğini bulduğu yeri, bir biçimde vatanı olarak kabul ediyor; acı çekiyor, dünyanın en acımasız duygularından biri olan göçmenliği iliklerine değin duyumsuyor, onun yarattığı travmayı hayatına ortak ediyor, ama yine de oraya yerleşiyor.
[1] 1-3 Aralık 2016 tarihlerinde, KIBATEK ve Amasya Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlenen Uluslararası Göç ve Kültür konulu sempozyumun açılışında yapılan konuşmadır.
[2] KIBATEK (Kıbrıs Balkanlar Avrasya Türk Edebiyatları Kurumu) Başkanı.
Yorum Kapalı.