Gökyüzünde Kara Kara Bulutlar
– Cahit Külebi ve Aziz Nesin’in Anısına… –
Gültekin Çoygun
Hoşlandığım ve bir köşeye not ettiğim her şiir, benden bir parçadır; benimdir…
Benimdir elbet; çünkü, sevdiğim şiirlerde anılarım yatar. Bir şiiri ister öylesine ister derinlemesine, nasıl olursa olsun, okuyup geçemem ben. Öte yandan, uzman da değilim ki şiiri değerlendireyim, benim işim değil bu…
Şaire, o şiiri yazdıran duyguyu anlamaya çalışırım. Sözcüklere de pek takılmam, şairin duygusudur ya da benim duyumsayabildiğim duygudur önemli olan.
Bilemiyorum, belki haksızlık; ama sevdiğim tüm şiirler, bende öyküsü olan şiirler olmuştur hep…
Aziz Nesin’in “Sivas Acısı” şiiri de bunlardan; benim için öyküsü olan, anılarım olan şiirlerden.
Gökyüzünde kara kara bulutlar,
Başımıza nereden geldiniz?
Emeğinin alın terini ekmeğine katık eden emekçi bir aileydi Mustafa Ağabeyin ailesi. Babası, karşı apartmanın kapıcısıydı. Adını bile anımsamıyorum şimdi. Kuru ve kavruk, olduğundan 20 yaş fazla gösteren, yılların yorgunluğunu yüzündeki kırışık çizgilerde taşıyan biriydi. “Bey” sıfatı çok görülürdü O’na, en başa ismi koyulur ve “…. efendi” diye seslenilirdi kendisine.
Şimdiki gençlik çok şaşıracaktır belki, tıpkı benim üniversitede olurken şaşırdığım gibi…
Kapıcıydı O, şimdilerin “apartman görevlisi” gibi daha onurlu ve daha insani bir görev tanımı yoktu. Dolayısıyla, inşaatlar yapılırken, kapıcıların nerede yaşayacağı düşünülmezdi; bir kömürlük boşaltılır ve kalacak yer olarak da orası gösterilirdi. Çocukları da “ahmet, ayşe” değildi, “kapıcının çocuğu” idi onlar.
Şaşırdığım ise şuydu: Bir zamanlar ülkemiz çalışanlarına, yasada, “amele” yerine “işçi” denilmesi için verilen mücadeleyi anımsıyorum. “Bu kadar basit bir iş için ne kadar uğraşılmış” diye çok şaşırmıştım. Kapıcı deyiminin apartman görevlisine dönüşmesi sürecini yaşadığımdan dolayı olsa gerek, artık şaşırmıyorum.
Mustafa ağabeyi severdim. Ailesinin en büyük çocuğuydu. Baba ve annesi ile birlikte dört kardeş, karşı apartmanın bir göz odasında yaşarlardı.
Bir gün babası, memleketindeki toprağını sattı ve mahallemizin köşesinde bulunan küçücük mahalle bakkalını devraldılar. Babası kendi işini sürdürdü. Dükkanla Mustafa ağabey ilgilendi, hem okudu hem de bakkalı kardeşleriyle birlikte çekip çevirdi, sırayla çalıştılar, elbirliği ile, böylece tüm kardeşlerini de okuttu Mustafa ağabey.
Gökyüzünde kara kara bulutlar,
Başımıza nereden geldiniz?
Harmanlar çürüdü yüzünüzden,
Çocukluğumda atılıyormuş harmanları çürüten tohumlar, yeniyetmelik halleri işte, farkına varamamışım bu yüzden…
Anadolu’nun en eski inançlarından birine inanırdı Mustafa ağabeyin ailesi. Kim öğretti, kim ekti bu kötü tohumları çocuk aklımıza? Alay ettik inançlarıyla, geceleri tavşan resmi çizdik dükkanlarının kapısına. Derken bir gün ailem öğrendi yaptığım ayıbı, çok kınandım evde bu yüzden, çocuktum işte, ortama uymuştum doğru yanlış diye düşünemeden. Ama şanslı bir çocuktum; çünkü ailem, yaptığımın yanlış olduğunu bana belletmesini bilmiş ve özür dilememi istemişlerdi Mustafa ağabeyden.
Özür diledim, üzerimdeki ayıbı kaldırmanın hafifliğini yaşıyordum. Nasıl diledim, ne dedim; şimdi hiç biri aklımda değil. Anımsadığım ve gözlerimin önünden hiç gitmeyen tek bir an var, yaşamının sonuna kadar da saklayacağım bu görüntüyü sanırım, çünkü saklamayı istiyorum da ondan…
Mustafa ağabeyin gözlerindeki duygulu ışıltıyı, sevecen bakışlarını, unutmam olası değil. “Sen çocuksun” dedi ve ekledi; “ailenin kıymetini bil ve bu onuru taşı ömrün boyunca, dilerim.” Artık benim sıkı bir dostumdu Mustafa ağabey, örneğin hoşlandığım bir kıza gazoz ısmarlamak ister, param çıkışmaz, O idare ederdi durumu, hoş adamdı, hem de çok hoş…
Şairin dediği gibi oldu her şey; “biz büyüdük ve kirlendi dünya.”
Ama eksik söylemiş; “biz büyüdük ve daha da kirlendi dünya.”
Ne kadar hesaplıymış çocukluğumda atılan kin tohumları..?
Yıllar sonra yüreğime işleyen acı ile anladım. Yollar kesilmiş, hesaplar yapılmış yurdum insanı üzerine.
Büyüdük ve büyümeye devam ediyorduk. Mustafa ağabey de artık bir üst caddede süpermarket açmıştı. Yine kardeşleriyle birlikte çalışıyordu. Evlenmişti ve çocukları olmuştu, ilk çocuğu da dünya tatlısı bir kız idi. Sonra da ben evlendim ve baba evinden ayrıldım, artık başka bir semtte oturmaya başlamıştım.
Baba evine ne zaman gitsem eşimle birlikte, mutlaka bir yolunu bulur, Mustafa ağabeyin marketine uğrar ve eski şakamızı yaşardık. Daha doğrusu o yaşatırdı, unutmamıştı çünkü. İki gazoz açar, “bu da kız arkadaşına” der ve bedelini almaz, hem sohbet eder hem de gazozlarımızı yudumlardık kahkahalar eşliğinde.
Gökyüzünde kara kara bulutlar,
Başımıza nereden geldiniz?
Harmanlar çürüdü yüzünüzden,
Sizinle görecek işimiz yok,
Sivas olaylarını duyduğumda, televizyondan görüntülerini seyrettiğimde, yakılan bina içinde mahsur kalan insanlarımızı gördüğümde; yaşadığım ve beni içine alan duygularımı anlatabilmem çok zor. Zor, çünkü, her vicdanlı birey gibi, duygularım karışmıştı; öfke, acıma, acı, tümü birbirine karışmıştı. İnanamıyordum, belki de inanmak istemiyordum; ortam, sanki eski çağlar Roma arenasında ortaya atılan insanların arslanlar tarafından parçalanması gibiydi, insanlar yanıyor, kalabalık bir topluluk da tıpkı arenadaki gibi bağırarak seyrediyordu. Çocukluğumun kin tohumları yeşermişti işte…
Ama acım daha bitmemişti: Uzak acı, yakına geldiği zaman, bir başka yakıcı oluyor çünkü.
Bu acıyı yaşayanlardan biri de, Aziz Nesin. Acısını şiire dönüştürmüş “Sivas Acısı” ile.
Yine de “ne olsa yurttaşımsın” diyor, “kapansa da vicdan kapıları, bir yerin var can evimde” diye ekliyor. Doğru söylüyor şair, “vicdan” olmayınca, Sivas’da neler olduğunu / olabileceğini gördük ve yaşadık. Ama ben şair kadar büyük olabilir ve “yine de bir yerin var can evimde” diye seslenebilir miyim, bilmiyorum doğrusu.
Umarım, hiçbir şairimiz bir daha böylesi bir şiir yazmak zorunda kalmaz…
SİVAS ACISI
Ben tanırım
Bu bulut bizim oranın bulutu
Hemşeriyiz ne de olsa
Benim için kalkmış ta Sivas’tan gelmiş
Yurdumun bulutu
Başımın üstünde yeri var
Ben bilirim
Bu rüzgar bizim oranın rüzgarı
Hemşerimiz ne de olsa
Benim için kopup gelmiş yayladan
Yurdumun rüzgarı
Kurutsun diye akan kanlarımı
Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından, Sivas işi
Ben duyarım, duyumsarım
Bizim oranın sızısı bu
Binip kara bir buluta Sivas ilinden
Sivas rüzgarında uçup gelmiş
Helallik dilemeye
Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı da olsa bütün vicdan kapıları yüzüme
Bilmelisin, bir yerin var can evimde
Aziz NESİN
Gökyüzünde kara kara bulutlar,
Başımıza nereden geldiniz?
Harmanlar çürüdü yüzünüzden,
Sizinle görecek işimiz yok,
Gidin üstümüzden.
Ama acım daha bitmemişti: Uzak acı, yakına geldiği zaman, bir başka yakıcı oluyor çünkü.
Gazetede, ölenler arasında, bebekliğini bildiğim ve sevdiğim, Mustafa ağabeyin dünyalar tatlısı kızının ismini de görünce, uzak acı yakına geliverdi birden.
Gözlerimin karardığını anımsıyorum yalnızca genç yaşımda. Bir de oda arkadaşımın bana tuzlu ayran içirmesini…
Günlerce uğrayamadım Mustafa ağabeyin dükkanına; önünden geçtim, O’nu gördüm kederli duruşuyla, ama içeri giremedim, cesaret edemedim.
Bir süre sonra, O’na uğrayacak kadar cesaret buldum kendimde.
Özür dilemek istedim, bu kez çocuk değil, yetişkindim, yapılanların yükünü taşıyordum omuzlarımda ve yapılanların farkındaydım artık.
Birbirimizi görünce, ikimizin de boğazı düğümlendi sanki, eskiye dönmek istedik bir an, gazoz açtık yine, ama kendimizi birbirimize sarılmış durumda ağlıyor bulduk.
Yine gazoz içiyorduk, ama artık kahkaha yoktu; ağlıyorduk…
* * * * * * * * *
Yorum Kapalı.