Zehra Tırıl
GÜVERCİNLER KENT ZAMAN
Adalar’da bir cumartesi; keman, tef, santur: “Çav bella, çav bella, çav…” Dövmeci, piyangocu, mısırcı, kestaneci, simitçi, midyeci, tartıcı, falcı, dilenci, sokak ressamı, sokak kitapçısı, sokak tiyatrosu, sokak konseri, cumhuriyet kadınları, Silivri duruşmaları. Oltalarını atmış bekleyen balıkçılar, banklarda yüzü suya dönük baş başalıklar, yalnız, ortak suskunluklar, çay boyu atılmış masalar, uyumu seven âşıklar. “Büyü de baban sana/ büyü de büyü/ acılar alacak yokluklar alacak/ büyü de büyü…” Sularda bahar yansıyor.
Lavanta pembesi, suyeşili, camgöbeği ferforje korkulukları, heykelleri, yaklaşan botu, uzaklaşan gondolu fona yerleştirme telaşında anı pozlarına duruyorlardı, kalabalık dilleri, taşlara takılmış gülüşleriyle. Barlar Sokağını sordular.
Köprülerin, evlerin, ağaçların, korkuluk heykellerinin yansısı usulca kararırken Porsuk’ta, ışıklar suya insanlığın en eski şiirini dökerken, güneş batış rengine boyarken gizleri, gözlere düşler, kederler yürür. Alt dudağını büküp yüzüne naz giydiren, eğitimi yarı yerinden kırılmış kızlar; öperken sevgilileri, cep telefonunda ileti okumaya kalkması kiminin? İstemem yan cebime koy değilse eğer hem giderim hem ağlarım terbiyesinin giydirilmiş elbisesi dar geliyor. Yoksulun sesi yoksula çarpıyor, yoksulun sesi yoksula kıyıyor. Kaldırımlara betonlar donmadan karalanmış adlar, aşklar; tek taraflı aşkları mı anlatıyor, umutsuzca, safça aşkı ölümsüzleştirmeyi mi, takla ata ata yere çarpmayı mı, nerede sabahladığı bilinemeyen ‘geceye kaldı’yı mı, bir yalnız uçuşu mu kanmak için, sevilmeyen taklacıların da sevebileceğini mi?
Hafta sonlarının geniş aileleri, armut koltuklarda renklerin genç tonlarına gömülüp okey oynayan yalnız kalmış kadınlara anı bavullarında ararken bulamayacakları bir şeyler aratırlar; müzikten, koşudan umutlu yaşlar, ömrü birlikte uzatmış el ele yaşlılar evrenin sonsuzluğuna savrulmuş gezegenlerce uzak geçiyorken yanlarından buldukları anılar; en iyisi düşünmemektir. Sokağın sır küpü bilgeleri, çelebileri, kendi hallerinde dervişler; tanıklar, tüylerini okşayan yalnız ele.
Tur otobüslerinden bakışlarında tortular, sınır izleriyle kadınlar iniyor. “Gönlünüzden ne koparsa…” avucunu açıp bir kadının yoluna duruyor; kibarlığa, insan sarrafına ayarlı bakışlar, bu bakışların tipe göre dile gelen dileni metinleri. Reklam panolarında; menopoz, kütüphanecilik, kanyonlarımız, film festivali, opera bale günleri, ilk elli hayranına kitabını bedava imzalayacak sultanın fotoğrafları, Yunus Emre yarışmaları… Simidin susamları üstüme dökülürken, göze dolan yüreğe, beyne bölünürken; bocalıyorum.
Uyuklayan Adam heykelinin orada saçının yarısı turuncu, yarısı mavi boyalı, parmaklarında mitolojik simgeler işli yüzükler takılı, omzu dövmeli bir kız, fotoğraflarını çekmemi rica etti. Uyuklayan Adam’a sağlı sollu sarıldılar: “Evet!”
Nü resim sergisi toplatılmış, renklerin akla düşürecekleri notalar, düşün akla galebe çalması, hamam kubbelerinde açan aslanağızları gibi düşün akla galebe çalması toplatılmış. Ruhum evsiz barksız, yurtsuz ve günlerden; neleri atladım? AVM’nin önünde Altı Nokta Körler Derneği, ilaçlarını alamayan kanser hastaları yararına kalem satan üniversiteli gençlerin sesleri ısrarcı, dağınıktı. Kapı detektöründen cep telefonumla ayrı ayrı geçtik. Çam ağacının dallarına sevgililer simli iplerle aşk notlarını asıyordu. Yabancı odaya yalnız kapatılmış köpek gibi daldan dala, karttan karta; kapıyı içeriden tırmaladım durdum; sudan cümlelerle dilemelere devredilmiş aşklar sunulmuş renklerde dal dal salınıyordu, dilek ağacına asılmış renkli çaputlar gibi. Görece ve gerçek olan neydi, aşk özgürlükse, özgürlük buysa, nasıl bir tattı aldanmak?
Kente üniversite okumaya gelmiş, tırnaklarının her biri ayrı renkte, güzelliğine tutsak edilmemiş bir güzel, “Affedersiniz, Hasan Polatkan?…” “Ha, Atatürk Bulvarı, ışıklardan sola dönün…” Uzun boylu kızın elindeki kent haritasının bana dönük yüzünde Odunpazarı Evlerinden, Çağdaş Cam Sanatları Müzesinden Şelale Parkına oradan yaşlılar evine çıkan dik yolları, yokuşları tırmandı gözlerim. Vardıkça ıssızlaşan, ıssızlaştıkça ışıkları azalan sokaklar; berber dükkânlarında tavana yakın konmuş televizyonlara dalmış geç kalmış duruşlu -insan nelere geç kalır- yalnız adamlar, bakışlarında sarılıp çözülmekten silikleşmiş bellek şeritleri, sıra beklerler. Birbirlerine karın tokluğuyla, şükür et parselleriyle vidalanmış vagon büyüklüğünde evlerin açık kapılarından sokağa taşan -ev içlerinden- geçip, ağaçlarında çamaşır kurutulan mezarlığın duvarına oturup filmin negatifini okuduğum yokuşlar oralar. Zamanın razılıkla genişlediği hayrat çeşmeli göç sokakları yazılmamış yasalarla şehre kopçalı. Yağcızade’nin hekimlerin derdine deva bulamadığı kızı için yaptırdığı cihannümada hatta daha yukarılarda yel değirmeninin rüzgârlı terasında güneşin kentin dumanlı dağlarına indiği, seslerin, renklerin uzaklaştığı o anlarda; herkes yoluna.
Altmışını günü kurtarma hesabıyla devirmiş hırpani adamlar ellerinde köpüklerle dolaşıyorlardı. “Maça minder, maça minder!” Şapkalar, atkılar, ipler siyah-kırmızı, köfte ızgaralarının dumanı tütüyor, camekânları ışıklı el arabalarında tatlılar, tablalarda simitler, pamukhelvacı Tatar, sağır, kemerinde takılı lületaşı Midas’ın kulakları hep aynı. Davul, zurna: “Bu maç bizim! Bu maç bizim! Sen yenilirsen ne olur halimiz?” Polis yolları kapatmış. Galatasaray geliyormuş. “Ya Allah bismillah Allahüekber!” Stadyumun duvarlarına çarpıp caddelere dağılıyor, biralar ağızdan ağza gidiyordu. En büyük asker bizim asker’ler azaldı mı ne oldu?
Kuşların suskunu, dalgını, sabırlısı adapteler, tabutların ses geçirmediğini unutmuş hocayı dinliyordu, devrime inancın yontulduğu heykellerin ve tabutun üstünden rastgelen yerlere düğümlenmiş kablolara tünemiş, vaaz dinliyorlardı. Başını sokacak evlerle kurulmuş kentlerin kendiliğinden oluşuvermiş yol ağlarına nasıl da benzeşiktir kabloların rastgelen yerlere düğümlenmesi ve cami avlusunda namazı bekleyen yaşlılar gibi zamanları yalnız, kablolara tünemiş adapteler. Göç sızısı, uyum eksikliği kaç nesil genlerde taşınır?
Açık pencereden içeriye leylak, iğde kokuları doluyor, pencere kanadı esintiyle kımıldadıkça camda masal şatosu, şatonun önüne demirlemiş korsan gemisi bir görünüp bir kayboluyordu. Kitapları götüreceğim.
Direniş Meydanında kitapları kitaplığa bıraktım. Kitap okunan, resim çizilen, gitar, bağlama çalınan, satranç oynanan, çay içilen, türkü söylenen direnişe katılmak, resimlerin renklerini -özgürlük, barış, adalet kuşkusuz- okumak istedim. Bir battaniye de ben çekip üstümle başımla, ayakkabılarımla bir çadırın önüne uzanıp umuda yoldaş olmak, umudu yoldaşım etmek: “Her yer Taksim her yer direniş!” Yağmur çiseliyordu, polis ortalarda görünmüyordu. Kaldırıma oturup direnişin sesini okudum:
“Sokakta adaletin fiyatı yoktur satın alınamaz!”
“Halkın avukatı halkın yanında!”
“Hopalı eşkıyalar deresine, doğasına sahip çıkıyor!”
“Direniş kitaplığı-Parayla satılmaz!”
“Bura çok rahat gel sen de uyu!”
“Tomaladıkça kaçan ateşböceğim misin?”
“Ya ameliyatlı yerime gelseydi!”
“Eskişehir bu bir sivil direniştir. Diren la Ankara. DİREN GEZİ!…”
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.