A.Cengiz Büker – Deneme:
HÜMANİZMA
Humanismus est philosophia renascentiae quae in primis ad hominem singularem spectat, ad eius valores et dignitatem spectat. Principia huius philosophiae sunt tolerantia, libertas sentiendi qui valores societatem hominum temperent. Qui humanismum sequuntur humanistae appellantur.[1]
Son yıllarda ülkemizde zihinler çok karışık. Olaylar düşüncelerden daha hızlı ilerlediği için yeni durumlara uyum sağlamada geç kalıyoruz. Özellikle dilimiz bu konuda çok sorunludur. Çünkü her gün yeni düşünceler, yeni kavramlar ve bu yeni düşüncelerin taşıyıcısı olan yeni sözcükler.
İşte bu durum, içinde bulunduğumuz ‘kavram karmaşasının’ nedenidir. Toplumun bireylerinin birbirine bağlanması için kavramlarda – terimlerde ortak bir algıya ulaşması gerek.
Aydınlanma dönemi Fransa’sında, aklın bilimin ve kültürün var olması ancak, kesin ve sağlam anlamlı kavram ve terimlerin var olmasına bağlıdır ilkesinden hareketle ‘Ansiklopedi’[2] yapıldı. Dopdolu bir bilgi kaynağı olan bu anıtsal yapıtın öz önemi, bence, o günün ve ondan sonra gelen günlerin (Fransızca) bilimsel terimlerinin kesin tanımlarını öğretmiş olmasıdır. Bu nedenle Fransızca, açıkça Latincenin yerine geçti ve yüzyıllarca ‘dünya dili’ olarak evrensel kültürü etkiledi. Ta ki günümüzün hiçbir köklü ekine dayanmayan, yanlı-güçlerce denetimli, yapay ‘globalizm’ teknolojisi, soylu ve klasik olan pek çok şeyi ezip geçtiği gibi, onu da ezip geçene dek.
Hümanizm(a)[3] da öyle. Bu terim yerine göre yadırganmakta, ya da çoğunlukla yanlış anlanmaktadır. Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ünde karşılığı “1. İnsancılık, 2. (Eğitimde) Klasik Kültür araştırmaları” olarak verilmiş. Başka tanınmış bir sözlükte ise (Redhouse), İngilizce olarak, “1.İnsanlık çıkarlarına bağlılık, 2.ilâhiyat ve metafiziğe önem vermeyen bir felsefe sistemi, 3.edebî talim ve terbiye, 5. (büyük harf ile) Hümanizma” diye gösteriliyor. Ağlararasında (İnternette) The Free Dictionary içinde İngilizce humanism sözcüğü şöyle açıklanmış: “1. a. İnsanlar, insanlık değer, sığa ve erdemleri üzerinde odaklanan bir düşünce sistemi. b. Yeniden Doğuş’ta [(Rönesans’ta (Latince: Renascentia)] üstünlüğe ulaşmak için insan yeterliğini öne çıkaran ve edebiyat, sanat, klasik Yunan ve Roma uygarlığı alanındaki çalışmaları teşvik eden bir aydınlar hareketi. c. İnsan Değerleri araştırmaları; özgürlüksel sanat öğrenimi. d. Çağdaş Hümanizm. 2. İnsanların çıkarları, gereksinimleri, iyi durumları ile ilgilenme: “corporate hümanizmin[4] üzüm bağında açan en yeni çiçek”.
Gördüğümüz gibi, Hümanizma terimi, tıpkı Rönesans[5] teriminde olduğu gibi, tilcik[6] anlamının çok üzerinde bir değer taşımaktadır. Latince-Fransızca: homo-l’homme=İnsan > humanus-humaine=insanî, insancı, insancıl, insanla ilgili > humanistae–humaniste > insancıl dünya görüşüne iye olan kişi > Humanismus-Humanism–Humanisme). Hümanizm bilimseldir, erdemi ve aklı arar.
Gerçek Hümanizm ilkeleri akıl, bilim, erdem, dürüstlük, özgürlük, eşitlik, insan sevgisi, insan saygınlığı, insan hakları, toplumculuk gibi yüce değerleri içerir. Özetle insan ve insancılık temeline dayanır. Öyle ki Hümanizm, bir anlamda, evrimleşme, uygarlaşma, çağdaşlaşma demektir, Batılılaşma demektir. Çünkü akıl, “bilim neredeyse oradan alınacaktır” der, demek: Batıdaysa Batıdan alınacaktır.
Ama hangi Batıdan?
Günümüzde Batı denince hemen anlanan günlük yaşamda ya da filmlerde gördüğümüz yabancılardır, turistlerdir. Çoğu aydınımızın bile Batı diyince anladığı, ya o bol otomobilli – bol tüketimli – sözümona bol keyifli – kendini dertsiz tasasız tanıtan – kendi halkını bile aldatan – bireysel değerleri tanımayan monarşik – teokratik – işgalci – yağmacı – faşist – kolonyalist gibi iç ve dış sömürgeci özellikleri taşıyan Avrupa ülkeleridir. Ya da o içte bol teknolojili – bol kapitalli – bol şirketli – halkını tüketime zorlayan – körü körüne boyun eğmeyi (itaati) dayatan – işçi düşmanlığını ve halk düşmanlığını özgürlük diye yutturan neoliberalist – yaşam felsefesi olarak ırkçı – tarîkatçi[7] – dinci[8], dıştaysa, teknolojik üstünlüğüne dayanarak, globalizm adı altında, dünya efendiliği heveslisi – buyurgan – saldırgan – yağmacı – savaş isteklisi – silah satıcısı – militarist – emperyalist bir sistem olan Uzak Batıdır[9]…
Bu söylediğim Batı karşıtlığını Attilâ İlhan da kuvvetle savunmuştur.
Oradan da bu trenin yoluna vagon olarak Atatürkçü Türkiye’nin katılma çabası.
Değerli bilim adamımız Mesut Erşan diyor ki: “Mustafa Kemal Atatürk için çağdaş Türkiye’ye ulaşmada üç önemli aşamanın geçilmesi gerekiyordu. Öncelikle işgal altındaki Anadolu’nun işgalden kurtarılıp, emperyalist güçlerin ülkeden kovulması, ikinci olarak Türk toplumunu bu duruma düşüren Osmanlı devleti ve kurumlarının tasfiyesi, son olarak da bu kurumların yerine çağdaş devlet ve kurumlarının tesisi. O ilk hedefini gerçekleştirdikten sonra, asıl ve en önemli hedefini gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Belki de en zor olanı buydu. Zira bu hedefinde o sayısız engellerle karşılaşacaktır. Ancak her şeye rağmen O modern Türkiye’yi kurmanın temel dinamiğinin ‘batılılaşma’ olduğuna inanmıştı. Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demecinde bu hususu şöyle dile getirmişti: ‘Memleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de asrî, binaenaleyh ‘garbî’ bir hükümet vücuda getirmektir. … Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sukutu, garba karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağruru olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi bunu tekrar etmeyeceğiz… Türklerin asırlardan beri takibettiği hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima şarktan garba doğru yürüdük.’[10] … Atatürk’ün batılılaşma hareketi yurt içinde çok somut kazanımlar sağlarken uluslararası ilişkilerde de önemli gelişmelere sebep olmuştur. Bu strateji sayesinde 1930’lu yıllardan itibaren Batılı devletlerle normal siyasal ilişkilerin kurulması sağlanmış, daha sonraki siyasi ve askeri işbirliğinin temelleri de bu sayede atılmıştır. Özetle “Modern Türkiye” bugün geldiği noktaya Atatürk’ün, aklı, bilimi, özgür düşünceyi esas alan çoğulcu, demokratik, laik ‘batılılaşma stratejisi’ sayesinde ulaşmıştır.”[11]
Ulu Önder M. Kemal Atatürk, babaları Dışişlerinde görevli olan çalışkan iki Türk çocuğunu İtalya’da Hümanizm tahsili yapmaya yönlendirmiş ve izlemiştir: Samim Sinanoğlu ile Suat Sinanoğlu. Bunlardan Latince Profesörü olan Samim Sinanoğlu’nu hiç tanımadım. Oysa Suat Sinanoğlu[12] ile yıllar süren arkadaşlığım oldu. Suat Sinanoğlu Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’nde Eski Yunanca dersleri veriyordu, ama o Üniversite Dil Öğretmenliği’nin ötesinde kendini ‘Klâsik Kültür’e, yani ‘Yunan-Roma Uygarlık, Felsefe ve Kültürü’ne’ adamış bir kimseydi, bu konuda önemli, keskin, kesin düşüncelere iyeydi. Türkiye Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu’nu kurarak ülkemizin gerçek Batı Kültürü’ne uyanması amacıyla büyük çabalar göstermişti. Ben de onun derneğine üyeydim.
Suat Sinanoğlu’nun Türk Hümanizmi betiği, Türkçe olarak, 1980 yılında yayınlanabildi. Oysa onun evrensel ileri ve ilerici görüşleri çok öncesine dayanmaktadır, öyle ki bu düşüncelerini 1960’da Fransızca olarak yayınlanan L’Humanisme a venir ile 1981 yılında UNESCO’ca yayımlanan Visage de la Turquie adlı betiklerinde dışavurmuştur.
Batı sözcüğünü incelerken, M.S. 395 yılında Roma’nın (Roma Devleti’nin) birbirinden kesin çizgilerle ayrılan ve giderek başlıbaşına özgün ve farklı iki ekine (kültüre) dönüşerek, tarih içinde, Doğu Roma ile Batı Roma adlarını alan iki tarihsel varlığın kültürleri, tarihleri ve aralarındaki ilişkiler kesinlikle ayrı ayrı araştırılması, olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Aradaki kültür ve zihniyet farkı, bugün aynı topraklarda var olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yazgısının ve Avrupa ile siyasi ve kültürel ilişkilerinin tam olarak anlaşılabilmesi bakımından çok önemlidir[13].
Daha öğreneceğimiz ne çok şey var! Aslında her şey son derece yalın: İnsanlık + İçtenlik; işte uygar olabilmenin, bence, tek koşulu bu!
Saygılarımla
A.Cengiz BÜKER
Istanbul – 25 Nisan 2017 Salı
…
[1] Hümanizm: Rönesans’ın ilk olarak bireysel insana, onun değerlerine ve onuruna bakan felsefesidir. Rönesans felsefesinin ilkeleri hoşgörü, toplumun değerlerini insana uyduran düşünce özgürlüğüdür. Hümanizm yolunu izleyene hümanist denir. (Latinceden Türkçeye çevirisi-A.Cengiz Büker)
[2] Denis Diderot (1713-1784) ile bir avuç bilim kişisi arkadaşından oluşan ekibinin anıtsal çalışması olan Ansiklopedi insan düşüncesi ve bilgisinin Kutsal Kitabı olur. Bu takım içinde yer alan bilimciler şunlardır: Voltaire (François Marie Arouet
[1694-1778]), Jean-Baptiste le Rond d’Alembert (1717-1783), Chevalier Louis de Jaucourt (1704-1779) ve öbürleri: [Antoine-Joseph Dezallier d’Argenville, Antoine-Gaspard Boucher d’Argis, Arnulphe d’Aumont, Jacques-Nicolas Bellin, Jacques-François Blondel, Claude Bourgelat, Jean-François-Henri Collot, Étienne Noël Damilaville, Louis-Jean-Marie Daubenton, Denis Diderot, César Chesneau Du Marsais, Marc-Antoine Eidous, Jean-Baptiste de La Chapelle, Guillaume Le Blond, André Le Breton, Antoine Louis, Baron d’Holbach, Chevalier Louis de Jaucourt, Edmé-François Mallet, Paul-Jacques Malouin, Jean-François Marmontel, Charles de Secondat, Baron de Montesquieu, Jean-Baptiste-Pierre le Romain, Jean-Jacques Rousseau, Pierre Tarin, François-Vincent Toussaint, Anne Robert Jacques Turgot, Baron de Laune, Urbain de Vandenesse, Gabriel François Venel, Abbé Claude Yvon]. Bu eşsiz yapıt, sansürler, Kilise ve Devlet tarafından gelen saldırı ve suçlamalar arasında hazırlandı, birinci cildi 1751’de yayınlandı, her konuda çok sayıda metinler ve 11 resimlemeden oluşan toplam 17 ciltlik yapıt insanoğlunun özgürlüğüne ve onuruna adanmış bir anıttır. XVIII.inci yüzyıl Fransa’sında gündelik yaşam, bilim ve teknoloji konusunda kapsamlı bilgiler sunar.
[3] Hümanizma: Türkçemizin çözümlenmemiş, -daha doğrusu çözümü uygulanamamış- büyük bir sorunu olarak hepimizi üzen, yabancı dil terimlerin dilimize nasıl alınacağı sorunundan dolayı Humanizma ya da Hümanizma ya da Hümanizm biçimleri üzerinde kararsızlık vardır.
[4] corporate humanism: işletmecilikte, bir toplumun ya da bir iş örgeninin yönetiminde ‘humanist felsefe’nin uygulanmasıyla özerkliği destekleyen iş ortamı yaratılması, bu yolla da toplumsal değerleri, yurttaşlık davranışlarını ve işbirliğini (cooperation) kolaylaştırma düşüncesi.
[5] Rönesans: Fransızca’dan alınmış bir terimdir, ‘yeniden doğum’ anlamına gelir, terim anlamıyla düşünce özgürlüğünün dinci baskıdan (Kilise baskısından) kurtularak yeniden doğuşunu anlatır.
[6] tilcik: sözcük, kelime; Osmanlıca kelime terimi karşılığı olarak şimdi yaygın olarak kullanılan sözcük teriminden once Ataç’ın önermiş olduğu biçim.
[7] tarikat > tarikatçilik: İngilizce, sect >sectarianism
[8] Amerikan Doları üzerinde, “In God we trust (Tanrı’ya güveniriz).” yazar. Bu yazı kâğıt paraya ABD tarihinde sonradan eklenmiştir. ABD, başlangıçta, laik ve özgürlükçü idi. Sonradan, ultra-kapitalizm’in egemenliği doğunca, dünya ülkeleri ve halkları gibi dünya dinlerine de hükmetme tutkusu (hırsı) doğarak, tüm kör inançları birleştiren bir tür yeni mezhep(ler) yaratıldı, Evangelizm / presbiteryanizm adı verilen bu yapay mezhep en başta “Allah zenginleri sever, fakirlere/düşkünlere acınmaz, çünkü sevseydi Allah onları fakir yapmazdı” ilkesine dayanır. Böylelikle kapitalizm/emperyalizm kendisine tanrısal dayanak bulmaktadır. Bu mezhebin temsilcileri siyasette kendilerini “neo-con” olarak adlandırmışlardır. Bunun derin anlamı “gizli muhafazakârlar (tutucular/saklayıcılar/korumacılar)” demektir, burada muhafaza(!) edilen (saklanan/korunan) ise, geniş kitleleri aldatmak amacıyla, sanki din ve dindarlıkmış gibi gösterilir. Oysa gerçek korumacılık, binyıllarca süren insan düşüncesi ürünü olan klâsik değerler olmalıydı.
[9] Uzak Batı: Amerika Birleşik Devletleri yerine kullandım. ABD vatandaşı olan bu insanlar yanlış bir iyelenme takıntısı olarak ülkelerine Amerika – kendilerine Amerikalı derler, oysa Amerika bir kıtanın adıdır, gerçek Amerikalılar ise bu kıtanın tüm oturanlarıdır (sâkinleridir). Ayrıca, elbette burada kastedilen Amerika, tüm dünya halklarının olduğu gibi, kapitalist baronlarca vahşice sömürülen, kullanılan, yönlendirilen, mağdur edilen insanlar değil, sokaktaki ABD vatandaşları değil, içte de dışta da insanları ezen vahşi kapitalizmdir.
[10] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, (1917-1937) Ankara 1961, s. 68
[11] Mesut Erşan, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılılaşma Hakkındaki Düşünceleri”, Afyon Kocatepe Üniversitesi – Sosyal Bilimler Dergisi, C.VIII, Afyonkarahisar, 2006, ss.39-49
[12] Suat Sinanoğlu: Yunan Dili ve Edebiyatı üzerindeki araştırmaları önemlidir. Ülkemizde Eski Yunan Dili eğitim ve öğretiminin temellerini attı. Yaptığı çevirilerle Eski Yunan Edebiyatı’nın ülkemizde tanınmasına katkıda bulundu. Sinanoğlu’nun en önemli yapıtlarından birisi de, felsefî bir yaklaşım altında Atatürkçülüğü yorumladığı Türk Hümanizmi (1980) adlı kitabıydı. Daha önce L’Humanisme à venir (1960) adıyla Fransızca olarak yayımladığı bu çalışmasında, ‘Atatürkçülük’ün maddî ve manevî unsurlarıyla bütünsel bir Batılılaşma olduğunu ve böyle bir Batılılaşmanın ise, sanrıların ve korkuların tersine, toplumu taklit aşamasından tahkik aşamasına yükselteceğini savundu. Ona göre, ancak böyle bir yaklaşım ‘hümanizm’ olarak adlandırılabilirdi. Sinanoğlu’na göre Atatürkçülüğün böyle yorumlanmasından başka bir şey olmayan Türk Hümanizmi, tarihteki İtalyan Hümanizmi ile Alman Neo-Hümanizmi’ne eklemlenecek ve Avrupa Uygarlığı’nın kaynağı olan Klasik Düşünce’yi hem Türkiye’de ve hem de, onun aracılığıyla, Hıristiyan Avrupa’nın sınırlarının ötesine taşıyacaktı. UNESCO nezdinde Türk Milli Komisyonu Başkanlığı görevinde de bulunmuş olan Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi adıyla ülkemizde yeni bir hümanist yaklaşım geliştirdi. Türkiye Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu’nu kurduğu, Klasik Filoloji eğitiminin gelişmesine katkıda bulunduğu ve hümanizm kavramının ve kültürünün tanıtılmasında ve yaygınlaştırılmasında önemli görevler yaptığı gerekçesiyle 2001 yılında Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Hizmet Ödülü’ne lâyık bulundu.
[13] Kabaca bir, benim açımdan yetersiz ve ‘önyargılı’ bir özetleme ile, diyebilirim ki Doğu Roma’nın yazgısı, -daha sonra Devlet-i Âliye’ye de yansıttığı- doğululuk, yobazlık, tutuculuk, tek adamlık, eşitsizlik, bunun sonucu olarak da eriyip yıkılmak olmuştur; Batı Roma ise başlangıcında parçalanarak bölgesel farklı egemenliklerin (krallıklar, prenslikler, derebeylikleri) sürekli çatışması sonucu bağımsız ve haklarını savunan bir bireyci gelişme sonucunda, 1000 yıllık bir ortaçağ karanlığı yaşayarak, ama bu karanlık yüzyıllara karşın, bir anlamda romantik ve hümanistik diyebileceğimiz bir özgürlük-bağımsızlık ülküsünü ve bireyselliğini savunup saklayarak sonunda rönesansla klasik kültüre dönmüş, dünyayı değiştiren keşifleri gerçekleştirip özgür düşüncenin savaşını vererek özenilen ve imrenilen ‘Çağdaş Batı Uygarlığı Dünyasını’ kurmuştur.
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.