İMPARATOR’UN
EKONOMİ POLİTİĞİ ÜZERİNE…
Metin Turan
I.
Anlatılanların küçük de olsa bir bölümü bilgimiz dahilinde veya tanıklık ettiğimiz olaylardan oluşuyorsa, yazılan ya da söylenenlere dair peşin yargılara da sahibizdir. Erol Toy’un, özellikle yayımlandığı tarihlerde çokça konuşulan, dönemin en çok okunan kitaplarından İmparator, belli ki bildiğimizi pekiştirme, bilmek istediklerimizi kesiştirme merakıyla sarıldığımız kitaplardan olmuştu. Çünkü romanın kahramanı, Türkiye’nin en zenginiydi ve bizim mahalleye düşen hikayesine bakılırsa, bütün bu zenginliğine rağmen, şöyle çatalını-kaşığını daldırıp da bir tas kebabı yiyemiyor, hastalığından dolayı ancak patates ekmeği yiyebiliyordu. Başka bir sofistike yanı daha vardı İmparator’un, veresiye defterleriyle ekonomi dünyasının girdi çıktısını hesaplayan her bakkalın mesai yapmak istediği meslektaş kategorisindendi. Yani yukarıdaydı ama bizden biriydi. Güçlüydü ama acınası halleri de vardı.
Bunları, afili bir başlığın altında niçin paylaştığımı Türkiye’nin şu son yüzyıllık iktisadi ve de içtimai tarihi göz önüne alındığında yaşadıklarımızın büyük fotoğrafını görmeye çalıştığımızda daha iyi anlarız.
Türkiye’nin, bir tanıklık olarak yakın tarihini, derinlikli bir bakışla da toplumsal tarihini roman üzerinden okumak hiç de yadırganmaz. Hatta siyasal tartışmaların önemlice bir bölümünü roman üzerinden yaptığımızı da anımsamak gerekir. Bu romana olduğundan daha fazla bir tarihsel ve elbette siyasal yük aktardığımızın da göstergesi.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban, Halide Edip Adıvar’ın Ateşten Gömlek, Kemal Tahir’in Osmanlı Devletinin kuruluşunu anlattığı Devlet Ana, kurtuluş savaşını anlattığı Yorgun Savaşçı, Serbest Fırka’nın kuruluş sürecine eğildiği Yol Ayrımı; Tarık Buğra’nın Osmancık ve Küçük Ağa, Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan ve Kutsal Barış serileri, Talip Apaydın’ın Vatan Dediler. Ayşe Kulin’in Veda adlı romanları tarihsel arkaplanı zengin eserlerden ilk akla geliverenler. Ayrıca romancılarımızın, örneğin Namık Kemal’in Cezmi adlı yapıtıyla başlarsak, roman türünün henüz ilk örneklerinde de tarihsel bir zemin arandığı anımsanırsa, bunun sonraki yıllarda etkisinin azalmak yerine arttığını göstermektedir. Bunu, tarihi, roman gibi okuma hevesimiz olarak da yorumlayabiliriz.
Türk toplumsal hayatında 1950’lerden itibaren belirginleşmeye başlayan değişim, 1960’larda siyasal perspektifi derin tarihi romanların yayımlanmasıyla edebiyat dünyasında da hareketliliği doğurdu. 1960’ların başı, toplumsal hareketliliğin doruğa çıktığı ve kitlelerin siyaset sahnesinde devlet tahakkümünün etkisinden sıyrılarak, daha bağımsız rol oynamaya başladığı bir dönem olarak düşünülebilir. Göreceli de olsa öyledir. Belli kesimlerin tekelinde de olsa sermaye birikimi yanısıra toplumsal kesimlerdeki hak talepleri, savaştan çıkmış bir dünyanın hür türlü ızdırabından kurtulma istekleriyle tüketime de yönelmeye başlamıştı. Bu değişim, başka türlü kapitalistleşmeye, dönemin politik jargonuyla ‘ithal ikameci’ ekonomi politik eksenindeki Türkiye’de belli sarsıntıları da doğurmaya başlamıştı. Bu toplumsal dalgalanmaların güncelliği yitirip belleğe dönüşmeye başladığının da işareti sayılabilir. 1960’ların ilk yıllarında, Küçük Ağa (1963) ardından Yorgun Savaşçı (1965), Kutsal İsyan (ilk cilt 1966)’nın yayımlanmasıyla bir tarihsel perspektif oluşmaya başlamıştı. Bu, eski-yeni, Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti tartışmaları ekseninde biraz da tarihi okuma dolayısıyla da yorumlama 1970’lerde siyasal içerikli romanların daha bir ilgi görmesini doğurdu.
Erol Toy’un İmparator’u bu tarihsel ve siyasal birikimin şekillendirdiği 1970’lerin başında, 1973 yılında yayımlandı. İmparator’u farklı kılan iki belirgin özellik vardı, bunlardan ilki Türkiye’nin yakını dönem ve de güncel ekonomik tarihine ilişkin bir irdeleme, ikincisi de kaba bir akrostişle aktif iş insanı imparator Fehmi Çok- Vehbi Koç’a odaklanmasıydı.
Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Recep Peker, Yunus Nadi, Adnan Adıvar, Celalettin Arif, Mazhar Müfit, Şükrü Saraçoğlu, Celal Bayar, Süleyman Demirel, gibi Türk siyasi hayatının önemli isimlerinin eylemleriyle anılarak romana taşınması, kitaba belgesel nitelikte kazandırmış oluyordu.
İmparator’un bu aleni, yani Vehbi Koç’a ilişkin içeriği, bizzat Koç tarafından da kanıksanmış ki, romanın yayımlandığı yıl içerisinde, neredeyse bir-iki ay sonrasında bu kez Vehbi Koç’un kaleminden geliri, İmparator’da da kuruluş hikayesi anlatılan Türk Eğitim Derneği’ne bırakılan “Hayat Hikayem” adlı kitap yayımlanır.
II.
ESNAFLIKTAN TÜCCARLIĞA, TÜCCARLIKTAN İŞ ADAMLIĞINA
Kitabın yayımlandığı tarihten bu yana uzunca bir zaman geçmiş olması ve Türkiye’nin 80’leri, 90’ları, 2000’leri ardında bırakarak ekonomik ve siyasal anlamda türlü tepetaklakları yaşamış olması gerçekliğinde, ana eksene tüccar, iş adamı, sermaye ve girişimcilik kavramlarını alarak baktığımızda memleketin gelişim seyrini de bilme imkanımız olmaktadır.
Türkiye’nin bugün de sancılarını çektiği üretim yerine paranın bir başka demeyle sermayenin kazanıyor olması rant ekonomisine yaslanmışlığını yansıtmaktadır. Memleketin bir rant cenneti olduğu gerçeği, cumhuriyetin henüz temellerinin atıldığı tarihlerde işaretlerini verir: “Kamu kurumlarının konumu bataklıkta olsa arsayı kıymetlendirir.” Bu düşünce üretmek, kıymetli emtiyalar yaratmak yerine parayla kâr edilebilir sektör ve araçları cazip kılmış, en çarpık örneğini inşaat alanında gördüğümüz betonlaşmayla memleketi bir yapı mezarlığına dönüştürmüştür.
İmparator’u bir roman olarak okumayı denediğinizde, 1970’lerin başında ilk baskısı yapılan Oğuz Atay’ın Tutunamayan’lar ve Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak dışta tutulursa, o döneme özgü roman ve öykülerdeki dil, kurgu ortaklığının dışında bir eser olmadığı ama Türkiye’nin 50 yıllık erken cumhuriyet dönemi ekonomi politiğine ilişkin ‘temel bilgiler’ bağlamında bir esere gereksinme duyulduğunda başvurulacak ilk on kitap arasında yer alacağından kuşku duymayacağımı söyleyebilirim.
Klasik burjuva sistemin temel bütün belirleyenlerinden uzak, özgüllüğü belki de ’devlet eliyle’ bir iş adamı, bir kapitalist yaratma biçiminde tariflenecek Türkiye ekonomi politiği, hükümet edenlerle yandaşları ekseninde mekân bulmuş bir üretim süreci fotoğrafı sergiler. Yüz yıllık tarihinde de, yazık ki, türlü nicel ve politik değişmelere rağmen, düşünsel ve kültürel anlamda düzeniçi bu travmadan kurtulmayı denememiş, biçimsel değişikliklerle statükonun parçası olmaktan hoşlanmıştır. Bunları söylerken, Türk sermayedarının, kapitalistinin küresel entegrasyondan bağımsız hareket ettiğini savlamıyorum, tam tersine daha İmparator’un ilk bölümlerinde de altı çizildiği üzere, kendinde olmayan lisans, marka, patent ve araç çeşitliliğinin doğurduğu darboğazla küresel kapitalizmin ‘acentalığı’nı sürdürmüş; üretim bantlarını ise ‘montaj’ sanayii ile tamamlayabilmiştir.
İmparator’dan neler öğreniyoruz, sorusuna verilebilecek yanıtlardan ilki, utangaçlığımızı, para kazanmak utangaçlığımızı öğreniyoruz.
1980’ların başında, Türkiye’de yeni yeni palazlanmış reklam sektörünün önemli aktörlerinden birinin çarpıcı bir anektodu geliyor aklıma. Sözkonusu iş insanı, TRT’nin tek yayın kuruluşu olduğu dönemde, tiyatro ve sinema alanının radyo, gazete ve televizyondaki hemen hemen tek reklam ajansı. Dolayısıyla da sektörün tekeli gibiler. Tahsilat işlerini sekreterleri yürütüyor. İki ortaklar. Bir süre sonra ortaklık bozuluyor ve her bir ortak yeni bir şirket/ajans oluşturuyor. Tahsilat işlerini de üstlenen sekreterin olmadığı ortak, işlerin daha büyük kısmını sahipleniyor ve bir yandan sinema işletmeciliği yaparken, matbaa da kuruyor tiyatro, sinema sektörü dışında turizm, gazino-cafe restaurant gibi eğlence alanlarını da içeren reklamcılığa devam ediyor. İşler yoğun. Fakat tahsilata gelince para istemekten çekiniyor. “Bu utangaçlığı yenebilmek için çok mücadele ettim ve nihayetinde o sekretere üç katı maaş teklif ederek transferini sağladım da rahatladım” derdi.
İmparator’un başkahramanı Fehmi Çok da otomobil işine giriştiğine, en yakınlarının, eş ve kayınvalidesinin yakarması şöyledir: ”Nasıl bakarsın dayının, öteki büyüklerinin yüzüne. Bırak şu otomobilci parçasını demezler mi?” (s.85).
Bir önemli saptama da Türk sermayedarlarının devletçilikten öteye gidemeyen faşitimsi bir kapitalist olarak kalmasıdır. İmparator’un siyaset dünyasıyla ekonomi dünyası arasındaki ilişkileri çarpıcı kılan özellikleri bunun somut örneğidir. 1960 askeri darbesi, 12 Mart, 12 Eylül darbelerinin yaslandığı zemini iyi analiz etmek, başka iç ve dış dinamiklerle birlikte, Türkiye kapitalistlerinin henüz katma değerin ne olduğunu anlayamamış olmalarında aramak gerekir. Kendisine kazandıran emekçiyi korumak yerine, daha güçlü olan devleti tabulaştırması, kendisinin de bu hegemonik sistemin bir parçası olduğu gerçeğini yansıtmaktadır. Gelişim yerine statükonun sürmesine taraf olmuştur.
Yukarıda, 1960’lardan itibaren Türkiye’nin siyasi tarihine ilişkin bir birikim oluştuğunu ve bunun artık edebiyata yansımaya başladığını vurgularken, romanların da biribirleri üzerine eklemlendiğini de belirtmek istiyordum. Kemal Tahir’in 1969 yılında yayımlanan Kurt Kanunu’nun kahramanlarından ittihatçı Kara Kemal, İmparator’da, bu kez Celal Bayar’ın başkanlığında İş Bankası kurulurken, karşımıza çıkar. Kaygı ve korku yeni ekonomik düzeni kurgulamaya çalışanların potansiyeli sınırlı insan kadrosu içerisinde en çok karşılaştıkları ruh hali olmaktadır:
“Ne var ki, ben ondan daha bir ilerde başlıyorum. Birkez, bağımsızlığını yeni kazanmış bir ülkenin bağrındayız, biz. Çökmek üzere olan bir imparatorluğun değilim. O, esnafı ulusçulukta örgütleyip, birşeyler yapmak istiyordu. Biz, tüccar yaratacağız. Hem de Kara Kemal’den çok üstün olanaklarla. Çünkü onun döneminde alabildiğine bir lavanten ve yabancı rekabeti söz konusu idi. Biz ise, sahipsiz toprakları ekip biçeceğiz… Bu nedenle, yaşamımızın benzer yanları olmayacak. Onun direnci ve üstten alması yaşamını tehlikeye atı. Benim uysal ve yerimi bilen davranışım, geleceği ellerime bıraktı. Kaçabilseydi belki paçasını kurtarırdı. Ama, sanmıyorum. Yenilginin yalnızlığını bilmiyor o. Bilmediğinden sığınacak çok yer bulurum sanıyor. Yanıldığını anladığında, iş işten geçmiş olur. Demirci beni kovaladığında durumum aynıydı. Bir ayrımla ki benim Demirci’ye söz geçirecek dostlarım vardı. Kara Kemal ise, bundan yoksun…” (s.97).
Sermayenin egemenliği, sadece ekonomi piyasası ile sınırlı olamaz. İktidar, egemenliği sağlayacak her alana nüfuz etmekle olanaklıdır. İkinci Dünya Savaşı arafesidir ve sermaye sahipleri kazançlarını katlayacakları havayı koklamaktadırlar. Rakibi, sonra iş ortağı İlya’nın gazetelerle ilgili tavrı, şu içerisinde yaşadığımız ama hiç de yabancısı olmadığımız gerçeklerden biridir:
“Dün akşam yemeğinde Basın Yayın Genel Müdürünü gördüm. Gazetelerde tarafsızlık şarkıları söyleteceklermiş. Benim edindiğim fikre göre de Paşa savaşa girmez .O zaman halk bir sürü şeyi sezinleyemez. Benim askerlerim var, bir buyruğuma bakar falan diyordun!..
İmparator’u edebi metin olmak dışında, yukarıda da belirttiğim gibi dönemin ekonomi-politiğini anlamanın el kitabı olarak okurken, Cumhuriyeti kuran kadronun, toplumsal sistemin organlarını, bu roman özelinde, ekonomi ayağını oluşturmadaki imkanlarını da görmüş oluyoruz. Kurgusal ama biyografik özellikleri baskın bir metin üzerinden görülmeye çalışılsa da, Türk kapitalistinin bürokrasiyle birlikte iktidar gücünü oluşturduğu tezini desteklemekte ve uluslararası bağlantılar konusunda bir alıp satan, bir pazarlayan işlevini yerine getirdiğini görüyoruz. İmparator, o yalın yapısı ile, katı devlet kapitalizmi ile sermaye çağaltımını devlet olanaklarına dayandırmış burjuvazinin insanın değeri ile bireyin ekonomik değeri arasındaki ayrımı yapamayan öngörüsüzlüğünü de analiz etmeye imkan tanımaktadır. Ya da az biraz yeteneğin farkında olan Fehmi Çok’un yönetme anlayışının Rober üzerinden okunduğunda kasabalı yararcılığına nasıl yaslandığı belirgin olarak sezilir:
“Vermesini bileceksin Fehmi” dedi. “Hem de istetmeden. İşle bağlantı kuracaksın. Geliştiğin, yanında çalışan senden önce bilir. Çünkü her zemenkinden çok yorulmuştur. Sen ondan erken davrandın mı, bağlanır. Belki aklından geçiriyordu Rober. Benim en yetkili adamım olmayı istemesin olmaz. Ben, ondan önce davrandım. Hem müdür yaptım, hem genel vekil. Onun uzun zaman için düşündüğünü ayağının altına seriverdim. Zam istemeden, zam yaptım. İşte tüm sorun bu… Onu, ondan iyi düşündüğün havasını verdin mi, gerisi kendiliğinden geliyor” (s.104-105).
Gerçekleştirdiği atılımların, bir öğrenme isteğinden doğuyor olması, Türk burjuvazisi için örnek alınacak özellikler olmaktadır. Erol Toy, başka romanlarında da irdelediği üzere, birikimi öğrenme çabasına dayandırmaktadır. İmparator, özellikle hayatı sınırlı bir pencereden görmeye alışık, işle işletme mantığını maaş bordrosu ile ölçmeye çalışanların pek yoğun olduğu 1970’lerde “uyanıklıkla para kazanmış”, “hızla yükselmiş“, “devlet eliyle kapitalistleştirilmiş” bir okuma biçimiyle değerlendirilmiş olsa da, Türkiye iktisadi tarihi bakımından girişimcilik, keşfetme, personel temini, ikramiye, sendikacılık, işveren örgütlenmesi, eğitimli kadrolara yatırım, gibi bütünü ancak sistematiği içerisinde görebilme çabasıyla anlaşılacak olduğunda önemi kavranacak bir kitaptır.
İmparator, yüzyılın başında yeni kurulan devletle birlikte, oluşturulan ekonomi politik sistemi en çarpıcı yanından, bir iş insanı aktivitesi üzerinden irdelemesi bakımından ilgi çekicidir. Bunu irdelerken, net bir biçimde ortaya koyduğu gerçekliklerden biri iş dünyasına ilişkin, sadece ve ancak kendi görmek istediklerimizin varlığını çürütüyor olmasıdır. Bir yanda Doğu Bloku-Sovyetler Birliği ve o hinterlanttaki ülkeler, diğer tarafta Batı Bloğu arasında, yeni kurulan ülkenin siyasal rejimini ifade edecek en bariz dayanaklarından birini ekonomik tercihleri oluşturacaktı. Başka bütün yenilikler, örneğin hilafetin kaldırılması, kılık kıyafet alanındaki yenilikler, takvim ve alfabe gibi önemli reformlar bir yana, sözkonusu bu dünya ile entegrasyonu sağlayacak ve en önemlisi de yeni devletin sistemini oturtacak temel dinamo ekonomi olacaktır. İmparator, bu dinamikler ekseninde okunduğunda anlamı daha iyi kavranır kitaplardan biridir. Erol Toy’un bir önemli farklılığı da, politik olarak kendi safından sayılabilecek iş adamıyla kavgalı geniş bir kesimin varlığına rağmen, erken dönemde bu tartışmayı yapmış olmasıdır.
İş adamına dair önyargıların, çoğu da haklı önyargıların temel nedenlerinden biri de yapılan reformların hukuk ayağının eksik bırakılmış olmasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu kadar, özellikle 1950’lerden sonra şekillenmeye başlayan Türkiye ekonomi politiğinin iyi anlaşılmasına yarayacak enstrümanlar askıya alınarak, memleketin iktisadi ve içtimai hayatına dair gelişmeleri de doğru değerlendirmek sınırlanmış olmaktadır. Bu bakımdan, bir roman ekseninde de olsa, ülkenin ekonomi politiğinden kaynaklanan tahribatların ana nedenini adaleti zayıf bir yapılaşma oluşturmaktadır. Memleketin sosyolojisinde iş insanı ile emekçiler arasında, sınıfsal menfaatler yerine, ahlak açısından çatışmayı derinleştiren, sosyal kesimleri adalet duygusunda hemfikir kılacak, hukuk ayağının zayıf olmasıdır. Hukuk ayağı zayıf bırakılan her reform, önünde sonunda adaleti zayıf bir ülkenin fotoğrafını yansıtır. Türk siyasetinin öncü aktörlerinin özlemini çektiği yerli sermayenin büyümesi isteği, farklı toplumsal kesimlerin, örneğin üretim ayağında işçilerin, örneğin köylülerin ve bir hakim irade olarak asker ve bürokrasinin isteğiyle de örtüşür. Ne var ki bu örtüşme, geleneği olan örgütlü bir toplumsallık taşımadığı için anlamlı sonuca ancak 1960 sonrası şekillenen parlamento içerisinde, TİP’le birlikte görülür. TİP’in parlamentodaki varlığı, kendi tabanıyla sınırlı olmayan, daha geniş kesimleri de etkileme gücüne dönüşecek korkusu, demokrasi kültürü olmayan dolayısıyla da gerçek anlamda burjuva geleneği yerleştirememiş ve baskı aygıtları sermayeyle birlikte aynı ellerde toplanmış Türk toplumunda, ekonomi de siyaset gibi otoriterleşmiş, politik yönsemeleri de temsil ettiği sosyal tabanın istek ve memnuniyetiyle sınırlı kalmıştır. İmprator, ekonomi ve iş dünyasının içerisinden bir gözlemle bu fotoğrafın karelerini oluşturur. Medyayı denetim altında tutmak, güdülemek, siyaseti şekillendirmek, sendikaları kontrol etmek, iş dünyasının aktörlerini örgütlemek… Bütün bunlar seçtiği sözcükler kavramsal olmayan ama yalınlığıyla tarihsel gerçekliği yansıtan bir ‘roman’ın işlevini anlamada önemli veriler gibi geliyor bana.
_________________
Erol Toy, İmparator, May Yayınları, 6. Baskı 1973.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.