KORKUNUN GAZ HALİ
TAHSİN ŞİMŞEK
Adabelenliler’den (Ortaklar İlköğretmen Okullular Derneği) bir ileti:
[Değerli Adabelenliler,
17 Mart 2018 tarihinde yapmayı planladığımız kuru fasulye pilav günü etkinliğimiz için 21 Şubat 2018 tarihinde yaptığımız izin başvurusu Aydın İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün 14 Mart 2018 tarihli yazısıyla reddedilmiştir. Bu nedenle okulumuzdaki etkinliğimiz yapılamayacaktır. Bütün çabalarımıza rağmen sonuç alamamanın üzüntüsü içindeyiz. (15 Mart 2018)]
Odatv’den bir haber:
[Aydın’ın Germencik İlçesi Ortaklar Mahallesi’nde 1944 yılında Köy Enstitüsü olarak kurulan ve daha sonraki yıllarda öğretmen okulu olarak binlerce öğrenciyi mezun eden okuldan mezun olanlar, her yıl olduğu gibi bu yıl da bir araya geldi. Geleneksel olarak düzenlenen kuru fasulye pilav günü ise bu yıl yapılamadı. Geleneksel buluşmanın iptal kararı Aydın Valiliği’nce, Aydın İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün görüşlerine uyularak alındı. Okulun mezunlarından eğitimci Ahmet Nuri Doğan, bu karara tepki göstererek, “70’ine 80’ine merdiven dayamış emekli eğitimcilerin kuru fasulye pilav yemesinden bile korkuyorlar” diye çıkıştı. (17 Mart 2018)]
Aynı haber, Ekşi Sözlük, pinterest dahil, birçok sosyal yayınağında paylaşıldı.
Neden yasaklandı deyip durmayalım lütfen. Gerekçe çok:
Köy enstitülü çıkışlıyız ya da köy enstitüsü kültürüne sahip çıkanlardanız, bir.
Her birimizin yakasında Atatürk rozeti var, iki.
Dindar ve kindar değiliz, üç. Kadın olanlarımız hadlerini, inancımızın gereklerini bilmiyorlar, dört.
Dahası İstiklal Marşı’nı çok farklı söylüyoruz, bestesine söz söyleyeceklere laf bırakmıyoruz beş.
Yetmemiş gibi, bir de alnımızda o “bilgilerden bir çelenk”!
Hal böyleyken, kendini fasulye gibi nimetten sayanlar, bu etkinliği yasaklanmayıp da daha ne yapacaklardı Sevgili Ahmet Nuri Doğan?
Evet, gerekçeleri sayarken “Kadın olanlarımız hadlerini bilmiyorlar.” dedim, alınmış olabilir, densizlik yaptığımı düşünebilirsiniz. Lütfen, bir de başkalarının aynasıyla bakın kendinize. Yetmiş seksenine gelmiş kadınlarsınız, yüzlerinizi öbür dünyaya döndürüp de namazınızda niyazınızda olmanız gerekirken, hâlâ etek uçurmakta, zeybeğe diz vurmaya kalkmaktasınız.
Evet dostlar, sözün kapısını ironini tokmağını biraz fazla gümleterek açtık galiba. O halde önce ironi üzerine konuşalım biraz, sonra sözümüzü kaldığımız yerden sürdürürüz. İşte “Mizahla Yaşayacağız” başlıklı yazımdan küçücük bir özet:
[Çağımız, itiş kakış taşıtlara, yürüyen merdivenlere, asansörlere ve tıklım tıklım AVM’lere karşın korku ve yalnızlık çağı. En belalısı da şu paçal post-modern yalnızlık. Korku, insana özgüdür. Ama en çok korkan, hiç kuşkusuz korkuttuğunu sanandır. Yoksa mizah bu denli uzun ömürlü olamazdı.
Çelişkilerin keskinleştiği, baskının arttığı, otosansürün kendini dayattığı zamanlarda, yaşama tutunmamızı sağlayacak en sağlam dal, mizahtır. Mizah, terapidir, antidepresandır. Ne kuramı sever ne varsayımı. Doğrudan sözün isyanıdır. Bu korku ve yalnızlık çağında, kendimizle ve özellikle o gücünden korkanlarla dalga geçmeden yaşamanın bir yolu kaldı mı ki?
Mizahın gücünü fark edemeyenlere, ondan yararlanamayanlara bir bakın; onlar, kendi karikatürlerinden bile korkarlar. Evet, mizahı baskı besler. Her iktidar, zamanla kirlenir ve gübre yığınları her yerden görülür olur. Güç sahipleri, kirlendikçe, çıkışta zorlandıkça sürekli söverler. Öyleleri, salt faize değil, zekânın faizi mizaha da düşmandırlar.
Mizah, özgüvendir. O halde zaman zaman kendimizle de dalga geçeceğiz. (Bu yazıda da öyle) Savunan mizah yoktur, mizah eleştiridir. Çuvaldızın gerekli olduğu yer de vardır, iğnenin de…
Mizah alaycı değil, dalgacıdır. Sözü değil hırsı törpüler. Mizahın dostu söze sarılır, düşmanı silaha. Mizah insandır. Mizah, toplumun balatasıdır, emniyet supabıdır. Mizahın özürlüye, yoksula sözü yoktur. Cinsiyet ayrımcılığı ve kadın bedeni üzerinden mizah yapılmaz
Mizah, korkuya çalınan ıslıktır, zifir geceye, kör karanlığa gür bir kahkaha.]
Dönelim şu kuru fasulye pilav yasağına. Bundan sonra diyeceklerimin, ironi kapısında nanikleyeceklerimin hiçbiri, arı-duru inanan dostlarıma değil; sadece Selefi-Vahabi kültürünün mücahitlerine, fedailerine, tekbircilerine… olacaktır. Bu anlayışın birçok simgesi vardır, biri de bir yerlerden anımsadığınız o Emeviye Camii’dir.
Artık hepimizin görmesi / bilmesi gerekiyor “Sosyal Doku”muzun tepeden tırnağa değiştiğini.
Hangi ülkedeyiz sevgili kardeşim Ahmet Nuri? Hadi birlikte anımsayalım:
Bu ülke, “Kadınlar dayak yediklerine şükretsinler.” denen, “6 yaşındaki kızla evlenilebilir.” fetvası verilen bir ülke.
Bu ülkede: “Bize kep değil, sarık uygun.” diyen rektörler var. “Başı açık kız öğrencileri görünce sinir oluyorum.” diye arz-ı endam eden il Milli Eğitim müdürleri… Ve merdivenden çıkan kız öğrencisi nedeniyle aptesi bozulan okul müdürleri… Gözün edebi dediğimiz de bu olmalı(!)?
Bu dünyada artık asansörde ıtırlı bahçe hayalleri kuruluyor. Yastık yorganla “Kamasutra” deneyleri yaşanıyor. Tek koşul, çıplak sevişmenin hayvanlara layık bir amel olduğunun unutulmaması.
Dahası “öbür dünya” da onların. Huri de onların, gılman da… Ne var ki bu dünyada olduğu gibi, öbür dünyada da kadınlara yine bir şey yok. Amorti bile. Ne Nuri’ler var, ne de etine dolgun lezbiş ablalar. Kıskanıp da cenneti de “Şengül Hamamı”na çevirmişler demeyin sakın. İnanmayana laf anlatmak gerçekten zor.
Bize kala kala Courbert ya da Rubens’lerin o tombul çıplaklarıyla gönül eylemek kalıyor. Yaşama iyi yanından bakalım, sevişmenin o gül kokulu öpüşmeyle başladığını bilmek bize yeter deyip geçelim.
Merak ediyorsanız söyleyeyim, işte hâlâ yabancısı olduğumuz bu yeni dünyanın şifresi: Beş koşul – beş farz, beş vakit namaz, dördü yetmezse beşi bir yerde.
Bu gerçeği, şu kadarcık kızlar, oğlanlar gördü, anladı da, biz koca koca adamlar, yaşlı başlı kadınlar anlamadık / anlayamadık hâlâ. Yoksa bu ülkeyi, hâlâ kırk elli yıl öncesinin mini etekli, taytlı, bikinili ülkesi mi sanıyoruz? Hem bu sözlerimden alınıp da teselliyi sakın, hâlâ hayattalarsa, iki gözümüz iki çeşme annelerimizin dizinde aramaya kalkmayalım. “Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.” uyarısını unutmuş olamayız. Lütfen, biraz da ulemaya, özellikle baş ulemaya kulak verelim.
Ne diyor bir başka ulema: “Ne diyor İslam, (… ) Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder.” diyor. Söz tahrikten açılınca anımsayıverdim. Hepimiz biliyoruz, biz tek örtüsü battaniye olan yatılı okul öğrencileriydik. O ulemaya göre battaniyeden tahrik olmaya hiç de yabancı sayılmayız. Ancak ketçap ve asansör kuşağının çocukları olma saadetine ermekte sanırım geciktik. Her şeyi öğrendik, öğrettik de ketçaplı şehvetin tadına eremeden, asansörde halvet olmanın zevkine varamadan bu dünyadan çekip gideceğiz.
Size bir müjdem var, “Yaşımız çok geçti!” diye durup durup hayıflanmalım artık. Cüppeli Ahmet’in şifa ayetleri, derdimize çare olabilir. Nereye okuyacağımızı geciktirmeden söylemeyeyim. O battaniyeli günlerimizin anısıyla “Ah gençlik!” deyip elimizi attığımızda, eminim hepimiz yerini hemen bulacağız Artık ebediyen iktidarsızlık yüzü görmeyeceğiz. İktidar sorunu, yalnızca bazı siyasi partilerimizin derdi olarak kalacak. Cüppeli ulema, bakın neler neler öneriyor:
“1) Bakara suresinin 260’ıncı ayeti kerimesinin bir kısmı suya okunur. Sudan alınıp tenasül uzvuna serpilir. Suyun kalanı içilir.2) ‘Tenasül uzvunun zayıflığının giderilmesi için El-Adiyat suresi okunup üflenir.’3) Allah’ın Kayyum ismi zikredilerek uzva üflenir. (…)”
Sözü uzattım galiba. Ama bu dünyayı tanımadan / tanıtmadan kuru fasulye – pilav yasağının gerekçesini pek de anlayacağımız yoktu. Evet, ulema karar vermiş bir kere: Kadın erkek birlikte kuru fasulye – pilav yenmesi haram ve günahtır!.. Hem de bir eğitim kurumunda…
Başka bir gerekçe daha var. Biz bu kuru fasulye ile pilavı ne gün yiyecektik, 17 Nisan’da değil mi? Tam da Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıldönümünde. Şehitleri Anma Günü arifesinde.
Bizim bildiğimiz Çanakkale ile ulemanın Çanakkalesi aynı değil. Artık tarihe değil, menkıbeye, hem de iman gözüyle bakmamız gereken günlerdeyiz. Bizim hâlâ öğrenemediğimiz bir gerçek de bu.
Allah’ın hikmetinden sual olunmaz. Çanakkale Savaşı’nı bize kazandıranlar içinde, askerlere su taşıyan aksakallı dedeler, olmayan ormandan çıkıveren aslanlar vardır da 57. Alay’ın komutanı, Anafartalar’ın, Conkbayırı’nın kahramanı Mustafa Kemal yoktur. Böyle diyenler, sadece Çanakkale’deki o nurani rehberler değil elbet. 2018 kutlamaları için hazırlanan Diyanet’in vaizinde de yok Mustafa Kemal, Kültür Bakanlığı’nın kamu spotu videosunda da… O videoda Mustafa Kemal’den nasıl söz edildiğini görmemiş / duymamış olamayız. O videoda Mustafa Kemal, sadece “Birileri”ydi artık.
Ben de Çanakkale’yi, bize böyle anlatan o “birileri”ne, sormadan edemiyorum. O hikmet sahibi, nur yüzlü, aksakallı dedeler:
Sarıkamış’taki askerlerimize battaniye-yorgan götürmeyi niçin unuttular acaba?
Ellerindeki o asayı, bir kerecik suya vurup da askerimize bir zafer de Kanal’da kazandırmayı niye akıl edemediler acaba?
O azgın Baltacı’ya, niye “Ey evlat, eline, beline, diline hâkim ol!” diyemediler acaba?
…
Soru çok. Ancak bu konuda biz de çok bilgili ve bilinçli sayılmayız. Yanıma yöreme şöyle bir kulak veriyorum, Çanakkale Savaşı’nın 18 Mart 1915’te bittiğini sanan ne çok insanımız, öğretmenimiz var. Conkbayırı ile I. ve II. Anafartalar Savaşlarının, bu deniz zaferinden tam dört ay sonra, Ağustos 1915’te kazanıldığını bilmiyorsak, ortalık elbet aksakallı dedelere kalacak.
Köy enstitüleri, Milli Eğitim’in Çanakkalesiydi. Çanakkale Cumhuriyet’in önsözüydü, Köy Enstitüleri ise Tevhid-i Tedrisat’ın. Ancak biraz gecikmeli yazılan önsözü. Pratikle teoriğin buluşması. Bu dünyada, köy enstitülerinin o eğitim anlayışıyla yola devam eden ülkeler var. Örneğin Japonlar. Onlar nerede, biz neredeyiz; her şey ortada. Bizim çok “yerli ve milli” dostlarımızın, ne böyle bir pratikten haberleri var, ne böyle bir teoriden. Köy enstitüleri düşmanlığıyla, hurafe ve metafizik onlara yetip de artıyor. Varsa yoksa öbür düya. Bu kuru fasulye – pilav yasağının bir nedeni de bu.
Cihat deyip başka bir şey demiyorlar. Müfredata bile alındı. Fatih düşleri kuruyorlar da, Fatih’in niye İlyada okuduğu, niye beş yabancı dile (Latince, Sırpça, Yunanca, Arapça, Farsça) sahip olduğunu bir türlü sorgulamıyorlar / sorgulayamıyorlar. Çünkü bu nurani kültürde sorgulama yasak. Şu dümdüz dünyamız, bir gün yuvarlaklaşır da yuvarlanıp giderse halleri nice olur? Sırpça, Fatih’in anasının diliydi. İstanbul’u çağının en modern silahları ve savaş tekniğiyle fethetmişti. Olsun, dün dündür, bugün bugündür. Fatih’in gerçeği başkaydı, bugünün gerçeği başka. Sorgulayacağına, otur oturduğun yerde, “Onların tankları, topları, uzaylara giden şusu busu olabilir. Olsun be! Bizim Allah’ımız var.” diyene kulak ver yeter.
Evet, bugünün gerçeğini bu!… Bugüne değin öğrenmedikse öğreneceğiz. Neyi mi? Büyüklerin yanında küçüğe, yani hiçbirimize söz düşmediğini / düşmeyeceğini(!).
Bilmediğimiz bir şey daha var. 16 Mart, salt öğretmen okullarının kuruluş yıldönümü değildir. 16 Mart, aynı zamanda İstanbul’un işgal edildiği gündür. Evet, bugün de, 1919’dan 99 yıl sonra, başka bir işgali yaşıyoruz, Milli Eğitim’in işgalini. 99’luk tespihlerini ellerinden düşürmeyenlerin işgalini. Tebdil, taygir, ilgaya salt Anayasa uğramaz. Bugün, Tevhid-i Tedrisat da tebdil, taygir, ilgaya uğramış durumda.
Oysa korkuyu yendiğimiz ne güzel günlerimiz vardı bizim. Şimdilik iki örnekle yetineyim:
Sakarya Savaşı’ndan beş hafta önce, 15-21 Temmuz 1921’de. Hem de o koşullarda, Ankara Maarif Kongresi düzenlemiştik.
Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı günlerde, 17 Şubat-4 Mart 1923’de, o kapitülasyon dayatmalarına karşın, İzmir İktisat Kongresi’ni toplamıştık.
Sonra ne mi oldu? Az gittik uz gittik, o dimdik iradeden kalkık, bugünlere geldik. Yani hakkında verilmiş o idam fermanlarıyla zafer kazanan Mustafa Kemal iradesinden kalktık, bugünün “yerli ve milli” iradesine(!) geldik; Mustafa Kemalli bir tarihi idama yeminli iradeye…
Bu iradenin, kuru fasulyeye dair tek bildiği tek şey, onun gaz hali. Bu kültürde, beşinci tat “umami”yi bilen bir Alah’ın kulu yoktur. Eğer yanılıp yenilip de bir gün o beşinci tattan söz etmeye kalkarsanız, hiç kuşkunuz olmasın onu da sadece “imamî” olarak anlayacaklar ve hiç geciktirmeden sözü cennetmekân bir “baş imam”a bağlayacaklardır.
Anımsayın, 2015’in Ağustos’unda “Keşke Yunan galip gelseydi!” diyen Kadir Mısıroğlu, 2016’nın Ocak’ında da Cüppeli Ahmet saraydaydı. O Cüppeli ki, cihat kültürünü başımıza musallat eden Gazali’yi referans alırken “İbni Sina ve Farabi kâfirdir.” diyen adamdır. Bugün için o kâfir biziz, cihat, hepimizedir. Peki, Mısıroğlu ile Cüppeli sarayda ağırlanırken kaçımız o sarayın önünden geçebildik.
Evet, bu kültür kendiliğinden oluşmadı. Şimdi gelelim özeleştiriye. Bizim “Kuru Fasulye – Pilav Günü”nüzü yasaklayan dünya görüşü, saltanatını ilan edeli çok ama çok oldu. Hâlâ farkında değilsek, “gaflet, dalalet içinde” olanlar kim sorusunu, lütfen bir kez de kendimize soralım.
Açtırmayın ağzımı, Allah aşkına! “Baban eşeği becerdikten sonra ananı ne etsin?” diyenlere / diyeceklere söyleyecek hangi sözümüz kaldı ki? “4+4+4” yasalaşırken dişe dokunur bir toplumsal eylem gerçekleşti mi / gerçekleştirebildik mi? Kuru fasulye kadar düşünebildik mi?
On yıl kadar önce bir “Kuru Fasulye – Pilav Günü”nde, okulumuzn yemekhanesindeki bir etkinlikte Ortaklar’ın Son Ortakları şiirimi okumuştum. Okurken gözüm salondaydı. Hiç unutmuyorum, vakitsiz limon sıktığımı düşünen ne çok arkadaşımız vardı. İşte o şiirimin son dizeleri:
Ne İzmir’in dağlarında
Ne düzünde Adabelen’nin
Kır çiçekleri açmıyor artık
Tersine akmış Naipli çayı
Kızılçullu’dan Ortaklar’a değil
Ortaklar’dan “karaçullu”ya
Bilirim dünümü göz göz oymakta
Bir gözünü de “Yârin yanağı”na dikmiş
Emeğin tarlasında
Her taraf
Her taraf karga sesi artık
Evet, o günden sonra, hiçbir “Kuru Fasulye – Pilav Günü”nde, bana bir daha söz verilmedi. “Karga” neyin eğretilemesiydi (metafor) acaba? Bana göre netti, birilerine göre ise bendim. O şiirimi, Adabelen’e gönderdim, yayımlanmadı. Ne yapalım, yazmak, biraz da zamanın dinozoru olmayı göze almaktır, salt günü – zevahiri kurtarmayı değil.
O Kızılçullu, Kurtuluş Savaşı öncesinde Amerikan Koleji’ydi, Menderes’in de mezun olduğu misyoner okulu. Lozan’da bu okulları kapatmanın mücadelesi verildi. Günü geldi o Kızılçullu, köy enstitüsü oldu, Sonra da Bedreddin savaşımcılarının anılarını taşıyan Ortaklar’a taşındı. Biz bu anılarla büyüdük. Ve o günün Kızılçullu, döndü dolaştı bugünün Nato savaş üssü oldu.
Savaşlar, savaşımlar bizim ömürlerimizle sınırlı değil. Her gün yeni bir başlangıçtır. Gün şikâyet etme, “Şikâyetname”ler düzme günü değil. Mustafa Kemal’in askerleri, rahat koltukların alkışçıları, okey masalarının joker çekmeyi bekleyenleri değildi. Onlar hep cephedeydi.
Gün gelir, o kuru fasulye – pilav yeniden pişer.
Nazilli, 23 Mart 2018
telgrafhanesanat.org
.
Yorum Kapalı.