KÜPE
IŞIK KANSU
“Kulağına küpe olsun” dedi. Sanki küpe başka bir yere takılırmış gibi…
Gözdağı veriyordu.
Kaşlarını kaldırıp başdanışmanlar gibi ötümsüz, üç beş sözcük geveleyip geriye yaslanıyordu. Titreşimsiz bir “poflama” bezginliği içindeydi.
Bilir bilmez laf edenlerden sanmasınlar diye tutumlu davranıyor, az konuşuyordu ama alt tarafı kapı oğlanıydı işte. Ayak işlerine onu koşarlardı. Efendiye yağmurda şemsiye tutar, güneşte yelpaze yellerdi.
Saygıda kusur etmiş, kapılanmamış, eteklenmemiş, paçayı kaptırmamıştık ya…
Ballı börek geçinmek; üç fırıldak çevirmek, beş takla atmak varken, nasıl olurdu da “şahsiyet” yapardık yani…
Yok yok, mutlaka düzeltilmeliydi bu mantara basmışlık. Kavurmalık olarak ayrılmalı, sonra da gayya kuyusuna atılmalıydık. Balta kütükten çıkmalı, felek kamburdan kurtulmalıydı.
Kapı oğlanı telefona uzandı, üç ayrı tuşa ayrı ayrı bastı, duyulan bir sesle “Gönderin” dedi.
Dakikasında paldır kültür açıldı kapı, özel kask ve üniformalarıyla içeriye şahsiyet önleme özel kuvvetleri girdi .
Ekip başı kulağımıza yapıştı. Çekti çekti, uzattı. Bir bıraktı: Şaaaak!. Çekti çekti, uzattı. Bir bıraktı: Şaaaak!
Kıpkırmızı bir yelkendi kulağımız. Rotamız belliydi artık. Demir alabilir, açılabilirdik engin kepazeliğe…
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.