Öykü
Celal İlhan
MANDOĞLAN
“Evinizde niye durmuyorsunuz, Babam Oğlan?
Bugün iki kere geldim ayağınıza” deyip destursuz daldı içeri.
Neredeyse otuz yıldan buyana, belirsiz zamanlarda, çokçası yaz aylarında, gelirdi ziyaretimize. İki yıldan fazla ara vermemişti hiç. Eşimin de akrabadan olması işini kolaylaştırıyor, aramızda kendini iyi hissetmesini sağlıyordu.
Babama, “Halaoğlu, seni gömüp, başında duanı etmeden ölmeyeceğim. Ölürsem gözüm arkada kalır”, diyen Hidayet Dayımızdı o.
Hiç birimiz, sözlerinden babamı sevmediği, ölümünü beklediği anlamını çıkarmazdık.
Halaoğluna tutkusu, çocuklarından bile önde gelirdi dayımızın. Dayı diyorduk ama gerçek dayımız değildi, babamın halaoğlu olmalıydı. Ondan söz edecekse, “Bizim Mandoğlan” diye anar, adını söylemezdi babam. Ailedeki yeri, gerçek dayılarımızdan önde gelirdi. Babamla aralarında sürüp giden önce kimin öleceği alaysı söylemi ta altmışlı yaşlarında başlamıştı. Dayımız, kendisi önce ölürse, arkadaşının yalnız kalacağını, mutsuz olacağını düşünürdü sanırım. Babamın, böylesine yakın başka arkadaşı var mıydı bilmiyorum. Onların muhabbetine tutkunluğumu, dostluk denen güzelliğin bende erken boy vermesinin başlıca nedeni olarak görürüm.
Dayımız kentli, biz köylüydük sözde. O yaşlarda, sekiz-on yaşlarımızda, bizden daha yoksul olduğunu görür, kentliliğiyle bu özelliğini bağdaştıramazdık. Cebinde bir avuç kırık leblebiden başka bir şey getiremezdi bize. Babam olsun olmasın, evimize destursuz girebilen sayılı akrabalardandı. Sedire bağdaş kurup oturduktan sonra, ara vermeden gümüş tabakasını çıkarıp cigarasını sarar, anneme, “Haydi bakıyım akraba, bir kahve yap ki üstünde nallı horoz yürüsün” diye takılırdı. Köpüğü bol bir kahveydi murat ettiği. O günlerden kalan, ayrıntılarını unutmadığım masalımsı görüntülerdir dayımızın ziyaretleri. Araya giren uzun yıllar, Hidayet Dayının gönlümüzdeki özel alanını ne daraltmış ne de silebilmişti.
Son ziyaretin de o da aynı duygular içinde olmalıydı ki cebinde yine kırık leblebi getirmeyi unutmamıştı. Eşime ve bana birer avuç leblebi ikram ederek o güzellikleri yeniden yaşattı bize. Özenle hazırlanmış kahvesini yudumlarken, iki yıl önce yitirdiğimiz babamdan söz ettik uzun uzun. Varsayımı doğru çıkmıştı. Halaoğlunu toprağa kendi elleriyle vermiş, başında duasını da okumuştu.
“Yolcu edeceğim kimse kalmadı Babam Oğlan, sıra bende, ‘gel desin’ ikiletirsem yuh olsun bana” diyordu.
Gönül tellerimize dokunan uzun sohbetimizde, bizim tarafı ve kendi çocuklarını, birer birer dilden geçirmiştik. Onun torun sayısının babamınkilerden üç fazla olduğu ortaya çıkınca, ”Kötü kabak döllü olur,” diye alçakgönüllülük göstermeyi ihmal etmemişti.
Gençliğinde yapmadığı iş yoktu Hidayet Dayının.
Anlattığı hikâyelerden, ekmeğini daha çok odundan çıkardığı sonucuna varılabilirdi. Asıl işi, kış boyunca kentin varsıllarına yakacak odun yetiştirmekti. Onun dışında, sıradan amelelerin bile burun kıvırdığı lağım temizleme, mezar kazma ve benzeri ağır işleri; yorgunum, hastayım, işim var demeden yüklenir, alacağı ücret için didişmez, ne verirlerse “Hö bereket” diyerek alır, helalleşip evine dönerdi. Şubat ayında odunsuz kalmış bir varsılın, “Hidayet Ağa, yakacağımız bitti bitecek, ne yap et bir hafta içinde bizi ayazın elinden kurtar” demesiyle, boz eşeğine semerini giydirip bilmem hangi meşe ormanının yolunu tuttuğu çok olmuştu. Üşüyüp hasta olmaktan, ormancılara ya da köylülere yakalanıp hatırı sayılır sopa yemeye dek türlü tehlikelerle dolu yola çıkışını, oyuna giden oğlan havasında anlatırdı.
“Evden öyle bir keyifle çıkardım ki yakası karpuz kabuğundan kalın paltomun savruluşuyla ortalık toz duman içinde kalırdı” diye başlar, art arta sıraladığı beklenmedik olayları, ağzı açık dinletirdi bize. Anlattığı hikâyelerin kimileri içimizi burkar, gözlerimizi yaşartırdı. Çektiği acılar, sıkıntılar onun için sırdan ve doğaldı, neşe içinde şakıyarak bitirirdi sözünü. Yıllarca sonra konuğumuz olduğunda, tadı damağımızda kalmış o eski serüvenleri baştan anlatmasını istersek, nazlanmadan, bir çeşit gururla başlardı anlatmaya.
Boylu poslu olmamasına karşın yürüyüşünde ağırdanalan, erkekçe ve yiğitçe bir hava vardı sanki. Acele etmeden, sağdan savurmalı bir yürüyüştü onunki. Köylünün fazla ciddiye almadığı bu kent yoksuluna kasabalı, “Hidayet Ağa” diyerek taşağına su serper, karşılığını da en olmayacak isteklerini emir saymasıyla alırlardı. Köylü milleti, taşı gediğine oturtmaktaki ustalığını ad takmada da göstermiş ona Mandoğlan adını takmıştı. Öteki büyük başlarla kıyaslanırsa, adını aldığı mandalar da öyle ağır ve vakur hayvanlardı. Hidayet Dayının, durup geriye bakışında da vardı o hava, manda havası.
Dayımız, alçakgönüllüydü ama ikide bir, zevk sahibi ve muhabbet adamı olduğunu söylemekten de çekinmezdi. Bazen coşar, daha da ileri gider, karşısındakileri görgüsüzlükle, zevksizlikle hatta cahillikle bile suçlayabilirdi.
Küfürbaz biri değildi. Yerine oturmayan söz çıkmazdı ağzından. Baş edemeyeceği bir durumla karşılaşınca “dişi kıl kesmez” olur, çok kızdıklarına “itin alası,” elinden iş gelmeyen ama yüksekten atanlara, “dasgidik,” yaşam boyu iki yakasını bir araya getiremeyen beceriksizle, “uçkurluğu kendinden,” çevresindekilere sataşmadan duramayan tiplere, “boynuzu kurtlu” gibi adlar takmıştı.
Cigara içmenin, eşek sürmenin, yellenmenin, çarşıda yürümenin, hele kahve höpürdetmenin bir görgü, incelik işi olduğunu anlatırken söz ustalığının en üst noktaya ulaştığı, ağzına bakanların, kulak kesilenlerin halinden belli olurdu.
Bir keresinde, beş para etmez bir varsılın, “Aman Hidayet Ağa, ocağına düştük, ne yap et, iki gün içinde bize bir yük odun bul. Hem de boş duracağına bir işe yaramış olursun” demesiyle en yakın, o nedenle de en tehlikeli ormanın yolunu tutmuştu. Meşrebinde ‘aman’ diyeni geri çevirme yoktu onun. Bu yakın ormanın, koruculara yakalanma olasılığı en yüksek orman olduğunu en iyi o biliyordu. Gitmemesi, başından savması gerekirdi o görgüsüzü.
Adamın arkasından, “Neden kış uykusuna yatmaz bu ayı” diye söylenmişti.
Odun ısmarlayan adamın konağına beş dakikalık bir yolu kalmıştı ki ihbar üzerine suçüstü yakaladılar onu. Oysa “Bu kez de yakalayamadılar işte” diye kendisiyle gurur duyuyordu o sıralarda.
İlk kez, iki ay hapis cezasıyla cezalandırıldı.
Allah var, o ayının dışında kasabanın ileri gelenleri ceza almaması için ellerinden geleni yapmıştı. Hapishanenin görüş günü sekizi onu birden geliyordu görüşmecilerinin. Hiçbir şey esirgemiyorlardı, sıcak evlerinde rahat etsinler diye kendini kışın dondurucu kucağına duraksamadan atan oduncularından. Elleri boldu ağalarının, efendilerinin. Kasabanın ileri gelenleri kapıda yığılmamak, getirdikleri yiyeceklerin çar – çur olmasını önlemek için, görüşme işini sıraya koymuşlardı.
Bu anısını dillendirmeden sohbeti sonlandırmazdı Hidayet Dayı.
Yaşı seksen sekizi görmüştü, yaşama pamuk ipliğiyle bağlıydı.
Ölümü bir trafik kazasından oldu. Oğlunun evinde konukken, “Şöyle bir turalayım” diye dışarı çıkmış bir daha geri dönememişti.
Kafayı çekip direksiyona geçen acemi bir oğlan, bir vuruşta o bağı, pamuk ipliğini koparıvermişti.
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.