Bahattin Gemici
MÜLTECİ ÇOCUKLAR
Vakit öğle üzeri. Dışarıda serin bir hava var; yağmur yağdı yağacak. Rüzgârın savurduğu yapraklar caddede sürükleniyor. Üşüyorum. Bir süre dolaştıktan sonra kent merkezindeki birahanenin önüne kurulmuş olan çadıra girdim. Selam verip boş bir masaya oturdum. İçeride beş altı müşteri var; kimi sohbet ediyor, kimi kendi halinde kahvesini, birasını yudumluyor. Tiryakiler sigaralarını burada rahatça içebiliyorlar. Kahvem gelince sigaramı yaktım, gazetemi okumaya başladım.
Birden yan taraftan gelen bir patlama sesiyle irkildik. Az sonra çadırın plastik pencerelerinden on üç, on dört yaşlarında üç Alman gencinin geçtiğini gördük. Herkes onlara laf söylemeye hazırlanıyordu ki çadırın girişinde ayakta dikilen ve dışarıyı bizden daha iyi gören uzun boylu, kır saçlı, yaşlı bir Alman müşteri:
-Hayır, onlar değil. Şu arkadan gelen siyah saçlı çocuklar, diyerek bizi uyardı.
Sekiz, on yaşlarında üç çocuk gülerek geçtiler önümüzden. Yaptıklarından büyük bir keyif aldıkları belliydi. İçlerinden birini tanıdım; bunlar Suriye’den yeni gelen sığınmacıların çocuklarıydı.
-Hep bu yabancılar, diye söylendi elinde bira bardağı olan, orta yaşlı göbekli adam. Hep aynı tiyatro! İnsanı sinir ediyorlar. Yetti artık!…
İçeride oturan müşteriler onun bu sözünü başlarıyla onayladılar.
Üç çocuk, az ilerideki ayakkabıcı dükkânın önünde durarak ellerindeki çatapatları patlatmaya devam ettiler.
Kahvesini yudumlayan kısa, sarı saçlı, gözlüklü bir kadın çocuklara dönerek:
-Hör auf!… (Yeter!) diye bağırdı. Sinirinden yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Başka bir müşteri:
-İnsanda huzur bırakmıyor bu çocuklar! diye kükredi.
-Polis!… Polis geliyor! diye bağırdı yan masadaki şişman adam. Çocuklar tınmadılar bile. Ellerindeki büyükçe bir çatapatı daha patlattılar. Bu patlama caddenin sessizliğini iyice bozdu. Bembeyaz bir duman ortalığı kapladı. Suriyeli çocuklar sevinç çığlıkları attılar. Yoldan geçenler onlara ters ters bakıyorlar ama kimse bir şey söyleme cesaretini kendinde bulamıyordu. Bu çocukların ne yapacağı, insana nasıl karşılık verecekleri belli mi olurdu.
Yoğun duman kütlesi karşı tarafta bulunan kitabevinin kapısından içeri girdi. İçerdekiler öksürerek dışarı fırladılar. Kitaplık çalışanlarından biri çocuklara doğru giderek;
-Mahvettiniz ortalığı! diye bağırdı.
Çadırın içinde oturan orta yaşlı bir adam birasını yudumladıktan sonra gülerek,
-Kızmayın o kadar! Bu çocuklar çok masum sayılır. Biz çocukken çatapatları dükkânların içine fırlatırdık, dedi ve gülmeye başladı. Yan masada oturan kısa boylu, kamburu çıkık şişman adama döndü:
-Ya sen? Sen olsaydın içeriye el bombası atardın değil mi Herbert! diye takıldı.
Herbert’in askerlik anıları gözünde canlanıverdi:
-Ne günlerdi be!… Führer’in ordusuna katıldığımda henüz on sekiz yaşındaydım. Dünya bizim olacak, herkes önümüzde diz çökecekti. Önce Polonya’ya girdik. Ardından ta Rusya içlerine kadar… Rusya’nın kışı tam bir felaket… Karda, tipide ölen askerlerin haddi hesabı yok. Açlık bir yandan… Asker, sivil herkes bize düşmandı. Çatışmaların biri bitmeden biri başlıyordu. Her an bir kurşun yiyebilirdik. Kent merkezindeki binalara çok dikkatli yaklaşıyorduk. Kadınlar ve çocuklar çoğu kez bodruma saklanıyorlardı. Binaların içinde silahlı milisler de oluyordu. Ben bodrum camını dipçikle kırıyor, el bombasının pimini çektikten sonra içeriye fırlatıyordum. Ardından, “Güüümmmm!…” İçeridekilerin çığlıkları ortalığı inletiyordu. Dışarı kaçanların hiç şansı yoktu…
Herbert, savaş anılarını büyük heyecan içinde, yüreğinde hiç bir pişmanlığa yer vermeden anlatıyor, müşteriler onun bu anlattıklarına gülerek karşılık veriyorlardı. Bu sırada kitapçı dükkânından çıkan bir Türk kadın çalışanı da çocukların yanına giderek onlarla konuşan arkadaşına destek oldu. Çocuklar kendileri gibi siyah saçlı birinin söylediklerini hiçbir karşılık vermeden dinlediler. Aralarında Arapça bir şeyler konuştuktan sonra boyunlarını bükerek yollarına devam ettiler.
Çadırın içindeki tartışma devam ediyordu. Müşteriler konuşacak bir konu bulmuşlardı. Herkes ağzına geleni söylüyordu.
-Şimdiki çocuklarda saygı diye bir şey kalmadı, dedi genç bir adam. Biz olsaydık bunu yaptıktan sonra hemen tüyerdik.
Sonunda dayanamadım;
-Çocuklar çocuktur, çocuk gibi davranırlar, dedim.
Müşteriler yüzlerini bana dönünce anlatmaya başladım:
-Onlar, televizyonda gördüklerini bize böyle yansıtıyorlar. Belki de bizim dikkatimizi Suriye’de, Irak’da, Filistin’de yapılan savaşlara çekmek istiyorlar. Biz ise bu kadarcık gürültüye katlanamıyoruz. Ya savaş bölgelerinde yaşayan insanlar ne yapsın?… Her gün silah ve bomba sesleriyle uyanıyorlar sabaha. Ölenler, yaralananlar, enkaz altında kalanlar… Sonra açlık, hastalık…
İçeride bir sessizlik oldu.
-Haklısınız, dedi mavi ceketli genç garson kadın. Orada yaşamak, onların yerinde olmak istemezdim doğrusu.
-Bu ülkeleri kimler karıştırıyor? Kimler silah ticaretinden vurgun vuruyor? diye sözüme devam ettim.
Soruma yanıt beklerken çadır kapısının girişinde duran yuvarlak masanın yanında dikilen uzun boylu, kır saçlı adam elinde bira bardağıyla topallayarak içeri girdi. İkinci Dünya Savaşı’nda bir bacağını yitirmişti, takma bacakla dolaşıyordu.
-Bakın, size birşey anlatayım, dedi gülerek:
-Türkün biri silah satan bir dükkâna girmiş. Dükkân sahibine: “Bir tabanca satın almak istiyorum” demiş
Dükkân sahibi Alman:
“Biz de tabanca yok” demiş.
Türk müşteri itiraz etmiş:
-Nasıl olur, burası bir silah dükkânı! Vitrinde bir sürü tabanca ve tüfek var. Neden bana satmak istemiyorsunuz? Parasıyla değil mi?… Yoksa sizin Türklere karşı bir şeyiniz mi var?
-Evet, demiş dükkân sahibi. Bizim Türklere karşı tabancalarımız ve tüfeklerimiz var.
Müşteriler bu fıkraya katıla katıla gülmeye başladılar. Mavi ceketli garson kızın yüzü ciddileşti. Benim ise tepem atmıştı; elim ayağım titremeye başladı.
-Bunda gülecek ne var? dedim.
Yaşlı adam neye uğradığını şaşırdı. Kekeleyerek;
-Yoksa, yoksa siz Türk müsünüz? dedi.
-Evet, Türküm.
-Kızmayın… Bu sadece bir fıkra…
-Böyle fıkra olmaz, dedim. Siz, resmen bir ulusu küçük düşürmeye, aşağılamaya çalışıyor, ırkçılık yapıyorsunuz. Tarihten hiç mi ders almadınız?
Ben bu sözleri yüksek bir ses tonuyla söyleyince içerdekiler sus pus oldular.
-Bu işler böyle başlar, diye sözüme devam ettim. Geçtiğimiz yıllarda naziler tarafından katledilen sekizi Türk on kişinin davası Münih’deki mahkemede hâlâ sürüyor. Naziler önce toplumda düşmanlık tohumları ekiyorlar; ardından şiddete başvuruyorlar. Biz göçmenler elli yıldan fazla bir zamandır bu ülkede yaşıyoruz; sizinle ortak bir gelecek kurmak, barış içinde bir arada yaşamak istiyoruz. Bırakın artık fitne fesatı…
Kır saçlı, yaşlı adam anlattıklarımı kuzu gibi dinledi. Kızardı, bozardı; sonra kuyruğunu kıstırıp çadırdan çıktı, birahaneye girdi.
İçeride bir süre sessizlik oldu. Garson boşları topladı, siparişleri aldı. Müşteriler havadan sudan konuşmaya başladılar.
Bütün neşem kaçmıştı. Kahvemi yarıda bırakıp dışarı çıktım. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Çocukların gittiği yöne doğru yürümeye başladım; onları bulursam patlangaç hediye edecektim.
Ekim 2014
Herten
telgrafhanesanat
Yorum Kapalı.