Hürriyet Yaşar
O KOŞMAZDI
Hiç unutamadığım bir anı… Belki yirmi yıl öncesinden… Çocuk Kulübü gibi bir toplaşmanın bir spor etkinliği. Orman yolunda çocuklararası hızlı yürüyüş yarışması. Anımsadığım kadarıyla çocuklar 7-9 arasında bir yaştalar. Bitiş noktasında onları bekliyoruz. Önden, kararlı, hızlı yürüyüşleriyle iki erkek çocuk geliyor. Arkalarından da, ağlaya ağlaya bir kız çocuğu. Kız bir yandan gözyaşlarını silerken bir yandan da onları göstererek, “Bunlar koştulaaar,” diyor. Ama sonuçta hiçbir şey değişmiyor. “Efendim, kimse kırılmasın.” Ödüller, çocukların bitiş noktasına geliş sırasına göre veriliyor.
Peki, o kız çocuğu kırılmayacak mı? O çocuğun yaşama olan inancı, bu olaydan ve büyüklerin bu olaydaki tutumundan nasıl etkilenecek? Ve koşanıyla koşmayanıyla öteki çocukların da?..
O sahne hiç gitmemiştir gözümün önünden.
Biz büyükler o çocuğun incinen adalet duygusunu önemseyen bir toplum yaratamadıkça… Büyürken bozulup, bozulmanın, umursamazlığın adını ‘büyüme’ koymakta sakınca görmedikçe… O gün olduğu gibi, hiçbir şey değişmeyecek.
Mustafa Öneş yoktu orada. Fakat oradaki seçicilikle bir ilgisi olsa, o kız çocuğunun elinden tutup hakkını arayabilecek biri olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu yüzden de, onun seçici kurul üyeliklerine hep güvenmişimdir.
*
Birlikte bulunduğumuz içki masalarında, bir şairin kendi şiirini okuması bitince ‘yaşa, bravo’lar eşliğinde gelen alkışlar dinerken, boyunun kısacık, cüssesinin küçücük, sesinin güç duyulur oluşuna karşın, çekingenliğiyle çelişen dirençli bir kararlılıkla kollarını kaldırır, “Ben alkışlamadım, ben alkışlamadım” diyerek şairin ya da şiiri okuyan kimse onun elindeki kâğıda uzanır, “Ben şiiri dinlemekle anlayamam, okumam gerek” der, alır, dikkatlice okur, sonra da düşüncelerini hiç pohpohlamaya düşmeden sıralardı. Şiir yazanların arasında, onun bu sonuna değin gerçek kişiliği yüzünden, şiirlerini uygun bir zamanda ona okutmaya can atanlar çoktu. Ben de öykülerimi okutmak için can atanlardandım ama yalnızca kısa bir süre. Çünkü bir metni okuyup eleştirmek onun o kadar çok zamanını alıyordu ki, sık sık görüşsek de, artık ondan böyle bir şey isteyemez oldum. Bir de üstelik, kullandığım arkası yazılı kâğıtların arka yüzündeki ilgisiz yazılara da takılıp zamanını çarçur ediyordu.
Kimilerinin zorla çalıştırılmasının hiç de yanlış olmayacağını düşündüren ender insanlardan biriydi. Onun harcadığı zamana ve sahip olduğu ekinsel birikime bakınca, zorla çalıştırılası bir Oblomov gibi görünürdü bana. Utangaçlığın, çekingenliğin, ürkünün, ustalara saygının, iyiliğin, sürekli kendiyle uğraşmanın, altedilemeyen, denetlenemeyen kuşkunun, kılı kırk yaran dürüstlüğün, bin bir gerekçeli tembelliğin yarattığı Oblomov…
İyi insanları ikiye ayırıyorum bu açıdan: Sanat adına ne yaparlarsa yapsınlar, hangi işi üretirlerse üretsinler güzel bir şey yaratamayan, neye yetenekli olduklarını bir türlü bulamamış olanlar. Bir de Öneş gibi, ne yaparlarsa yapsınlar güzel yapanlar, güzel yapamayacaksa hiçbir şey yapmayanlar. Ama takıntılı oluyor böyle insanlar. Dünyanın en direngen tembelleri oluyorlar aynı zamanda. Benim böyle tanıdıklarımın hepsi, yalansız denebilecek ölçüde dürüsttü.
Hep kızmışımdır ona, hep… Yazmıyor, çalışmıyor, iki aylık, üç aylık dergilere bile yazı yetiştiremiyor diye. İyileşmez tembel.
Onun bu tembelliğinde kendimi, kendi tembelliğimi, kendimi toparlayıp bir türlü sürekli çalışmaya yöneltemeyişimi görür, kimselere bir şey söyleyemem. Ama ona kızmanın, sevgiyle, saygıyla, yazdıklarına beğeniyle, yazabileceklerine özlemle kızmanın tadını çıkarırım. Ne yaparsam yapayım, onu kesintisiz çalışmaya, sürekli yazmaya yöneltmeyi başaramam. Kendimi yöneltmeyi başaramadığım gibi.
*
İyileşmez bir ‘çekinik’ti de.
Şair/Şiir Yazıları adlı ilk kitabı altmış bir yaşında çıktığında, imzalayıp yayınevinde Memet Fuat’a bıraktığını söylemişti. Çok sevinmiştim, otuz, otuz beş yıl sonra da olsa bir kitabını ustasına sunabildiğini gördüğü için. Ayrıntısını dinlediğimde ise donup kalmıştım. Adam Yayınları o zaman Maslak’taydı. Anlattığına göre, önceden imzaladığı kitabını sessizce başka bir odadaki sekretere bırakmış, odasındaki Memet Fuat’ı açık kapıdan gördüğü halde onunla görüşmeden, geldiği gibi sessizce çıkıp gitmişti. Bunun ne ölçüde şaşırtıcı bir davranış olduğunu anlamak için, Mustafa Öneş’in 1960’ların ikinci yarısıyla 1970’lerin ilk yarısında çıkan Yeni Dergi’de, imzalı ya da imzasız yazı yayımlamaktan derginin yeni sayılarını kolileyip dağıtıma vermeye değin uzanan ve yıllar süren karşılıksız emeğini, özverisini bilmek gerekir. Öneş’in Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergi’de şair adaylarına yönelik ve kendisini şiir yazmaktan yavaş yavaş koparan eleştiri uğraşının ürünleri gözlerimin önünden geçti. Bir şey diyemedim. Karşımda altmışını aşmış, kemikleşmiş, direngen bir kişilik vardı. Memet Fuat’ın hazırladığı eleştiri seçkisine Öneş’ten hiç yazı almayışına, bizlere çok da göstermeden üzülüşünü anımsadım.
*
Mustafa Öneş’in eleştirisine bilimsel-nesnel-özdekçi/maddeci denemez. Ama başka bir açıdan söylersek, bunlara karşıt olmadığı gibi, bunlarla çelişmez de. Sezgiyi elden bırakmaz. Tersine, gücünü öncelikle sezgiden, sonra da yapıtın yazıldığı dönemin siyasal-toplumsal özelliklerini ve toplumun o dönemdeki yazınsal birikimini biliyor olmanın kazandırdığı kavrayış becerisinden alır.
Yapıttan, sanatçının kendini de görüp okur, yapıtı çözümleme gücünü artırmada bu sezgi ve kavrayıştan da yararlanır ama, kesinlikle özel yaşam röntgenciliği ya da dedikodu merakı ilkelliğine düşmez yapıttan sanatçıya/yapana bakarken.
Bir sanattan, derinlemesine kavrayarak anlama becerisinin bütün türlerdeki sanat yapıtlarına yönelik bir sezme yetisi kazandırdığını gördüğüm kişilerden biridir Mustafa Öneş. İyiyle kötüyü, hele de gerçekle sahteyi ayırmada çok şey öğrenmişimdir ondan.
*
Şiiri sevip şiirden anlayanların çoğunlukta olacağını önceden bildiğim içkili buluşmalarda, onları da katarak oynadığım bir oyun vardır: Ünlü şairlerimizin bir zamanlar dergilerde rastladığım az bilinen şiirlerinden birini okurum. Şairin adının ve şiirin nereden alındığının yazılı olduğu köşesi kıvrılıp kapatılmış kâğıttaki şiiri, bir de gözle okumak isteyenler olursa onlar da okurlar. Herkes dinleyip okuduktan sonra, şiirin kimin olduğu bilinmeye çalışılır. Masadakiler hele de şiir uğraşının eylemli olarak (şair, eleştirmen, yayıncı v.b.) içinde bulunan ya da Türk şiirini iyi bilen kişilerse, oyunun tadı daha çok çıkar. Ben şiirle uğraşmıyor ve şiiri onlar kadar bilmiyor olmanın rahatlığıyla oyunu yönetirim. Yanıtlar gelmeye başlar.
Bu oyunda şiirle uğraşmayanlar bile patır patır doğru yanıtlar verirken, şiirimizi bilmesi bir yana, şiirlerinden şairlerinin ruhunu okuyan Mustafa Öneş’in, yanıtı bulamadığını söylediği olurdu. İnanılmaz bir düşünüşle!.. Herkesi böyle şaşırttığı bilemeyişlerinin sonunda derdi ki: “Şiirin onun olduğu yanıtına sürükleyecek o kadar çok ipucu var ki, tuzak seçimdir, bu kadar kolay bir soru olmasa gerek diye düşündüm.”
Kendi bahtsızlığını kendi ören, kuşkuya dolanmış çocuk. Her şeyin hesabının bir gün sorulacağı duygusu yayan, dünya yüzünde dürüst hiç kimse kalmasa, “demek o da öldü” diye düşündürecek ölçüde katıksız, hilesiz “ben büyümedim, ben kirletmedim” diyen yaşamıyla seksenikinci yaşına ulaşmış bir çocuk.
*
On yıl önce bir geç kalmışlık, çok az şey yapmışlık, bir ‘zaman kalmadı, yaşam süresi bitti’ telaşı içine düştü. Memet Fuat Ödülü’ne katılabilecek kitapların, bir önceki yılın 31 Aralık’ına dek yayımlanmış olması koşulu vardı. Şair/Şiir Yazıları kitabının dışında kalan şiir yazılarını o telaşla ve 70 yaşına dek tanıdığımız Mustafa Öneş’e hiç uymayan bir ivecenlik ve koşturmayla birkaç gün içinde toparladı, Şiir Kuşatması adıyla kitaplaştırdı, yarışmaya gönderdi. Ustası adına konan “İnceleme-Eleştiri Ödülü” o yıl ona verildi. Sonra o ödülün seçici kurul üyesi oldu. Öykü ve romana yönelik yazılarını 2011’de Şiirsiz adıyla topladı. En sonunda şiirlerini, Tülay Ferah’ın şiirleriyle birlikte aynı kitapta yayımladı. Adı, Tekne Kazıntısı.
Sanki ölüme hazırlandı.
27 Ocak 2017 Cuma günü Feriköy’de toprağa verilirken onu yalnız bırakmayan Türkiye Yazarlar Sendikası, evinde ondan geriye kalan kitap-kâğıt birikimi arasındaki yazılarının, desenlerinin yitip gitmesini önleyip okurla buluşması için, o birikim dağılıp gitmeden önce bir şeyler yapabilse, ne iyi olur.
*
Felsefedeki yüksek öğrenimini aksatmış, kalan dersleri sonradan verip üniversiteyi bitirmişti Öneş. Şükran Kurdakul’un Şairler ve Yazarlar Sözlüğü’nde Mustafa Öneş maddesindeki “… felsefe bölümünde okudu” bilgisinin “… felsefe bölümünü bitirdi” olarak değişmesini beklerdi.
Bir gün benim, Türkiye’nin toplumsal yapısının uğradığı “göçmüş köylü felaketi” savım üzerine tartışıyorduk. Hiç unutulmayacak bir söz ettiğini kendisinin ayrımsamadığı bir sıradanlık vurgusuyla “Yer değiştiren canlı tehlikelidir” demişti. Bu söz, ‘göçmüş köylü’ üzerine düşünüşlerimde, başka bir ad bulamadığım o azman insan türünü yazma çabalarımda hep geldi, baş köşeye oturdu. Yıllar sonra bunu kendisine söylediğimde, unutmuştu o doğallık içinde söyleyiverdiği kendi sözünü, sevindi, gönendi, “beni de anarsın artık o yazında” dedi. “O söz yazının girişinde olacak, altında senin adınla” demiştim ben de. Demiştim de, yıllar geçti işte, hâlâ yazamadım o yazıyı. Tembelleri çalıştırmak, tembelliklerini kırmak kolay mı?
*
Biz büyüdük ve kirlendi dünya” der ya Yeni Türkü, Murathan Mungan’ın dizeleriyle. Mustafa Öneş hiç kirletmedi.
O yürüyüş yarışmasında, çocukların yarışmasını gözlemlemeyi savsaklayan düzenleyici büyüklerdi o kız çocuğunun ağlamasından asıl sorumlu olanlar, çocuklar değil. Ama Mustafa Öneş’i tanımış olanların içlerinden bir ses der ki: ‘O koşmazdı.’ <>
Sözcükler dergisi, Mart-Nisan 2017, sayı 66
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.