ÖLÜMCÜL TAŞLAMA
A.CELAL BİNZET
Yaşanmış bir öyküden yola çıkarak sinemaya aktarılmış “Soraya’yı Taşlamak” filmini bir televizyon kanalında yeniden izlemek bir dizi çağrışımları beraberinde getirdi.
2009 yılı yapımı film, Soraya (bizde Süreyya) adlı bir kadın üzerinden İslam toplumunda kadın olmanın sorunlarını yansıtması açısından ilginç. İran asıllı gazeteci Freidoune Sahebjam’ın yazdıklarından kurgulanarak Cyrus Nowrasteh’in görüntüleriyle canlanan film değinilen yönüyle gerçek bir öyküye dayanıyor. Konusu yönünden bizler için hiç yabancı değil. Artık görmeye ve daha da kötüsü, yaşamaya alıştığımız sıradan(!) olaylar. Oradakinin aynısı olmasa bile, kadına karşı kabaran şiddetin değişik görüntüleriyle yüzleşmediğimiz zamanlar hemen hemen yok gibi. Örneğin, güneydoğudaki bir ilçede birinci derecede yakınlarınca evinin bahçesine diri olarak gömülen genç kızı unutmak olası mı? Daha başka öldürme haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Günlük haberlere bakarak bunları sıralamak bile sayfalar tutar. Yaşadığımız coğrafyada kadına bakışın dışavurumu bu galiba. Erkekle asla eşit tutulmayan bu anlayışın gerisinde yatan düşüncedeki dinsel ideolojinin payı küçümsenemez. O dinsel ideoloji ki, çok gerilerde kalmış Arap toplumsal yaşamının köleci anlayışı üzerine yapılandırılmıştır.
Erkek, her şeyin odak noktasına kendini yerleştirmesiyle kurguladığı bir dünya görüşünün zorla uygulayıcısı rolünü üstlenmekte. Karşı cinse üstünlüğünü pekiştirme anlamında, tanrısal bir neden eşliğinde yorumlayıp sunması söz konusu yapıyı tartışılmaz kılıyor. Erkek sözünün, tanrı buyruğu gibi bir algıyla sunulduğunu anlamak zor değil. Bir tür özdeşleştirme sanki. Böyle bir söylem elbette doğrudan birinci tekil ağızdan dillendirilmiyor. Çünkü o zaman, dayatılmak istenen görüşün inandırıcılığını sağlamak güçleşecektir. Onun yerine, tanrısal kaynağa dayalı izlenimi veren bir anlatım diliyle -üçüncü kişi diliyle- sorun çözümleniyor.
Konu bildik özelliklerle dolu. İran’ın küçük bir taşra kasabasında geçen öykünün kahramanı Soraya yalnız yaşayan bir kadın ve geçimini çalışarak sağlamak zorunda. Böyle bir kadının erkek toplumu için nasıl bir tehlike(!) olduğu açık. Çevresinde ondan yararlanmak isteyen erkeklerle dolu bir kalabalık var. Bunlar içinde İbrahim atağa geçer ama gereken ilgiyi göremeyince iki yalancı tanık bularak kadının zina yaptığını kanıtlamaya çalışır. Bu yönüyle tipik ve alışılmış bir öykü. İbrahim’in düzenlediği oyun tutmakta gecikmez.
Bu aşamada toplumun korunması gibi bir bahanenin gerisine saklanarak kadının cezalandırılması zorunlu olmuştur artık. Daha doğru bir anlatımla ceza, İslamda ikinci sınıfta görülen kadının, erkek beklentilerine yanıt vermemesi nedeniyle gündeme gelir. Olayın bundan sonraki adımı, kadının taşlanarak öldürülmesine doğru uzanacaktır. İki yalancı tanığın yanından ayrıldığında İbrahim’in kendi kendisiyle konuşması, kanımca öykünün en ilginç yanı.
İki tanık yeterli.
Çünkü dinci kurala göre iki kişiyle alınan bir karar kitaba uygun düşüyor. Karanlık sokaktan geçerken tanrısına şöyle seslenecektir: “-Allah’ım eğer yanlış yapıyorsam bana bir işaret gönder. Yok, doğruysam yapacaklarım için kuvvet ver.”
Arap ideolojisinin ve bu dünya görüşünün dayandığı temel düşünce sistemi tam da bu noktada can buluyor. Nedeni oldukça basit. Yaptığı yanlışlığı tanrıdan gelecek uyarıya bağlayan kişinin kurnaz bir mantık oyunu oynadığını söylemeye gerek var mı? Belli ki bu konuda uyarıda bulunacak hiçbir işaretin geleceği yer yoktur. Bekler göründüğü işareti al(a)mayınca haklı olduğunu kendince kanıtlamış olacaktır. Zaten bunun rahatlığı ve bilincinde olduğu için İbrahim, yalanla kandırdığı tanıkları kullanarak ölüme uzanan yolu hazırlar. Bir kadının yok edilmesini, önceden kurguladığı tanrısal bir işarete yamamanın kurnazlığına sahiptir bu adam. Eğer açıkgöz olmasaydı, tanrısından, yaptığının doğruluğunu onaylayacak bir işaret beklerdi. Öyle ya da böyle, aklın yerini dogmalar aldığında bu ve benzer sorulara doğru karşılıklar arama çabası boşlukta kalıyor. “İşaret” yoktur ama kafasına koyduğu öldürme eylemini gerçekleştirecek gücü ve yalancı tanıkları çoktan vardır. Klasik Arap düşüncesi anılan yönüyle birçok kişi için yararlanılması gereken kolaylıklar sağlıyor. Doğrusu istenirse bir filmde geçtiği için sanal olarak nitelendirilecek böylesi bir mantığa gerçek yaşamda rastlamak, olayın hiç de hafife alınır yanı olmadığının göstergesi sayılabilir. Suç sayılabilecek aynı eylemde işbirliği yapmış kişilerden çoğunluğun toplumda var olan yargı kurumlarına gönderilmesine karşın elinde güç bulunduranların yargılanmalarını sanal bir dünyaya erteleyerek affedilmelerini istemek, filmdeki İbrahim’in tanrısından işaret beklemesiyle eşdeğerde bir anlayıştır. İnanç sisteminde bulunduğu savlanan şaşmaz adalet ve doğruluk gerçek olsaydı, suçlanan herkesin sanal bir dünyadaki yargılamada tanrısal günü beklemeleri gerekmez miydi? Demek ki dinsel düşünme sistemi, o silahı elinde tutanların amaçlarına en uygun şekilde kullanmaya elverişli bir oyuncak. Görüldüğü gibi dogmatik düşünceler, isteyenin istediği şekle büründürebildiği bir esnekliğe sahip. Ama bu esneklik, daha çok iktidar gücünü elinde bulunduran egemenlerin istediği yönde kullanılmaya uygun bir silah. Bir anlamda egemenliğin pekiştirilmesi için iyi bir araç. Tanrısal maske, egemene karşı çıkışların önünü keserek her tür eleştiriyi baştan yok etmeyi hedefliyor. Filmdeki İbrahim bu durumları çok iyi bildiğinden kişisel isteklerinin karşısındaki kadını yok edebilmek için tanrısının arkasına saklanmakta hiçbir sakınca görmüyor. Perde, Soraya için gerçekten de acı bir bitişle iniyor sonunda. Bitiş sahnesinde, toprağa yarı gömülü bir kadının aralık kalmış ölü gözünden ona bakan erkek egemen dünya görüşünün ilkelliğini izlemek ürkütücü. Sanal dünya ile gerçekliğin ince ayrımında buluşan dramların fazla uzağımızda olmadığını bilmek de ayrı bir durum.
Yorum Kapalı.