Ölümsüzlüğün Ortasındaki Ölümlü: İnsan
Mucize Özünal
Herman Broch bin sekiz yüz seksen altı yılında, kasım ayının ilk günü, Viyana’da Yahudi bir fabrikatörün oğlu olarak doğuyor. Tekstil mühendisliği eğitimi alıyor. Yazınsal eğilimini besleyenler Robert Musil, Franz Werfel, Karl Kraus gibi yazarlar oluyor. Birinci savaş yıllarında yazdığı Joyce’un Ulysses’inden izler taşıyan üçlemesinde geleneksel değerlerin yıkılışı ile buna bağlı olarak gelişen bütünselliği ana izlek olarak işliyor. Virgil romanının ilk taslakları ikinci savaşta tutsak edildiği Altus tutukevinde ortaya çıkıyor. Bin dokuz yüz otuz sekizde Viyana’da kalmamak koşulu ile salıverilince, önce İngiltere’ye, oradan da ABD’ye kaçıyor. Virgil, bin dokuz yüz otuz beş yılında yayımlanıyor. Bunu izleyen dönemde dikkati çeken yapıtı yasalarla etik değerler arasındaki çelişkileri konu edindiği “Dağların Romanı (Büyü)” oluyor.
“Vergilius’un Ölümü” genel olarak sanatın işlevselliği üzerine bir sorgulama olarak tanımlana gelmiş ise de roman bunu aşan bir temel izlekle derinleşiyor. Bu temel izlek “Ölümsüzlüğün ortasında yıldızların müziği altında, kaderin çıplak şekli içerisinde ölüme mahkûm olan” şairdeki insanın, bir direniş biçimi olarak yaşamla hesaplaşmasını, bu hesaplaşma sürecinde yaşamı yeniden inşasını ele alıyor. Bunu yaparken “insan” hem doğa varlığı hem tinsel varlık olarak ele alınıyor. Yazarın fizik ve metafizik alanlarını “bütünsellik” içinde ele alması bu yapıtında da görülüyor. İnsanın tarihsel varoluşunda tüm yapıp ettikleriyle, düşünüp tasarladıklarıyla, bunları eyleme, edime, düşüne dönüştürme, biçem ve biçimleriyle yapıt boyunca yeniden yeniden anlamlandırıp yorumlayarak yapıyor bunu. Bilimin sanatın felsefenin ve de şiirin karmaşık labirentleri içerisinde gezinirken söylemde yitip gitmemeyi başarıyor. Bunu da bizce şiirsel söylemini bir roman nesnesi haline getirerek başarıyor. Dört yüz yetmiş beş sayfalık bu destan üzerine destanı böyle bir tanıtım yazısında ele almak yetersizliğe yargılı olsa da, işaret etmiş olmak için Virgil’in romanına biraz daha yaklaşalım.
Konu bilinir: Şairin ünlü yapıtı Aeneis Destanı’dır. Aeneis Anadolulu bir prens, Truvalı Dardanya prensidir. Kentin düşmesi yakılıp yıkılmasından sonra Truvalılar onun öncülüğünde önce Antandros’a (Altınoluk) kaçarlar, buradan da yeniden denize açılırlar. Ancak rüzgar gemilerini Kartaca’ya sürükleyecek, Kartaca kraliçesi Didon’un yardımlarıyla yeniden yola çıkarak orta İtalya’da karaya çıkacaklar, yerli halk Sabinlerle karışarak kentlerini kuracaklar; ilk adı Aeneis’in karısı Lavinya’nın adını taşıyan Lavinium kenti daha sonra Roma adını alacaktır. İşte Virgil Roma’yı kuranların önderi bu prensi anlattığı ve zamanının sezarı imparator Agustus’a ithaf ettiği bu eserini yakmak yok etmek istemektedir. Hastadır. Atina’dan “Gökyüzünün sedefli bir isdiridye kabuğu gibi limanın üzerine kapandığı” Brundisium’a gelmiş Sezar’ın doğum günü şenliklerini yaşandığı kentte bir odada “Ölmenin yalınlığı içinde” yatmaktadır. Roman şairin son on sekiz saatini kapsar.
Yapıt dört bölümden oluşmakta, bölümler antik düşünürlerin belirledikleri dört ana elementin eylemlerle eşleştirilmiş başlıklarını taşımaktadır. Su-Varış, Ateş-Çöküş, Toprak-Bekleyiş, Hava-Eve Dönüş.
Birinci bölüm Su-Varış: Denizin “Onca ölüm sessizliğiyle dolu yalızlığında”, “Kendi hayatına sadece konuk olabilmiş biri”, var oluşunu bilme çabasında olduğunu düşen şair kendisiyle konuşmaktadır. Bu iç konuşmanın konularından kimileri şöyle belirlenebilir: Ölümün sezgisi ve yalnızlık, şair ve forsa, bilgi ve duygu, insanın var oluşu: Bilme çabası, retorik hamaset ve gerçeklik, şairin, sanatçının sorumluluğu, kitle ve lider, kitlelerin kötülüğü ve ahlak, sefalet ve öfke, sanatçının yaratıcılığı, iktidar ve halk, çıkarla körleştirilmiş halk, şimdiyi yaşayan halkın yangını, Bilgelik olmaktan çıkmış bilgi, destan kişisi ve şair, Şiir ve şair.
Bütün bölümlerde içinden geçtiğimiz zamanlara ilişkin işaret fişeklerini sezmek okurun alımlamasına bağlı olsa da kimileri birebir çağrışımlar yaratıyor. “Yurdundan ne kopabilmiş ne orada kalabilmiş biri” hemen Nâzım’ı, çıkarla körleştirilmış halk, seçime indirgenmiş demokrasimizi, yaşayan halkın yangını, hiç bitmeyen çağ yangınları savaşları, bilgelik olmaktan çıkmış bilgi, piyasalaştırılmış bilimi çağrıştırıveriyor. Bu bölümde sefalet sokağındaki halk ile destandaki halk arasındaki uyumsuzluktaki uyum, sıradanlığın uçurumuna yuvarlanan çaresizlerin “ Para kapmaya yönelik büyük özlemin şiddeti “, “ Anın bağlantısızlığının körlüğü “ siyaset iktidar, yönetilen yöneten bağlamında siyaset felsefesi izleğinde okuru sürüklüyor.
İkinci Bölüm Ateş-Çöküş. Vergilius ateşler içinde ard arda nöbetler geçirmekte, solunum yolları kanamakta ağzı kanla dolmaktadır. Bunları “İnsanın kendi kendisinin varlığını veya yokluğunu sorgulamasına yönelik bir çağrı “ olarak algılamaktadır. Bedensel varlığın sorgulanmasıyla açılan bu kapı, organların imgeselleştirilmesiyle imgenin gerçekliğine uzanmaktadır. Bunu Ölümle dirim arasındaki kapı, yeryüzü yer altı, ölümün iktidarı, dilin söz ülkesini terk ederek evrene kulak kabartışı, anımsama ve dil, yaratmak özgürleşmek yeniden tutsaklık, sanatta ölümsüzlüğün olanaksızlığı, kitle hayvanı, sonsuz bilme görevi, hep oluşmakta olan doğa, imgelerin gerekliliği, şiirin tanrısallığı, sözün dillendirdiği hakikat ve gerçeklik, melekler serap İsa’nın kanı, dilin dünyası nesnelerin dünyası, toprağa yerleşme ve etik, yaşam ve rüya, Tanrı olan insan, suçluluk bilinciyle susanlar, unutmanın hoşluğu, kendi kendisini keşfedebilme, insanın zorunlu özü, insan bilgiye bilgi insana yargılıdır, ölümlülük bilinci, etrafı dünyevi hayatla sarılı ölümlü insan, Sezar’ın verdiği un ve şarabın esrikliğinde kaybolanlar, sadakatin güveni, güzelliğin şimdiki zamanı, estetik ve bilgi, gülmenin kaynağı: Tanrıların tanrısal olmadığını bilmek, mucizeye kolay, hakikate zor inananlar. Yetenek yeteneksizlik, sanatsal üretimin işlevi, biçim ve özde sanatın sanat için olamayacağı, gerçekten ve insandan kopan sanatçı, insanın ırası, doğuşun rastlantısallığı ölümün mutlaklığı, insandaki hayvan, çoktanrılı dinlerin yok oluşu, Troy yanarken uyuyanlar, şiddet ve Tanrı, öte dünya sanısı gibi izlekler ve bunların yan izlekleriyle süren yüz atmış sayfa devam eden bölümle tamamlanmaktadır. Bu bölümde insan zihnine ait bir tasarım bir imge olarak Tanrı düşüncesi ile ozanın hesaplaşmasında teolojik söylemin kutsal kitaplardan kimilerinin söylemine yakınlığı dikkati çekiyor. Katolikliği seçmiş birinin ön yargıdan uzak olarak Tanrıyı bilgi nesnesi yapıp ele alışında, bilgiyi inançları ve inanışı kendisine özgü şiirsel bir söylemle dillendirdiğini görüyoruz.
Burada bölüm izleklerinin tanıtımına ara verip üçüncü bölümle olay akışına yönelmek istiyorum. Üçüncü bölüm olan Toprak-Bekleyiş bölümü ateşten sonra Vergilius’un uyanışıyla başlıyor. Varius ve Tuca geliyorlar. Vergilius, destanını yakacağını söylüyor. Onlarsa “Alçakgönüllülükle övgü toplamanın şairlere özgü eski bir zaaf olduğunu” söylerler. Burada Lucius ile Plotia arasındaki konuşmalarda “kitap yakma” imgelerle ucu açık söyleyişlerle, kitaba düşünceye karşı suçların simgelerine, düşlemlere yöneliyor. Sıradanlığın yükselişe geçişi Horatius, Aizkilos, Salliustinus’un eserleri üzerinden bağlantılı olarak şairin konumu,şiirin işlevi, üretim, güzellik hakikat bağlamında “Gerçeklik içinde bestelenen şarkının hakikat ve güzelliğe dönüşümü” müzik, “Apollon’un ölümcül yaralayan ama ölümden esirgeyen oku, “ancak çarptığı kadar ses veren yürek, platonun Tanrısal bilgeliği bağlamlarında konuşurlar. Ama asıl “Konuşma” Vergilius’un içinde sürmekte, aşık olmadan yaşamı tükettiği gerçeği ile, aşk sandığı şeyin özlemden ibaret olduğunu düşünmekte, aşkın gerçekliği ile ölümün gerçekliğini iç içe yaşamaktadır ozan. Birden Aeneais’i hakikatten yoksun ama sadece güzel olduğu için yakmak istediğini söyler. Ömrünün son saatlerine kadar ertelediği hesaplaşmaya döner. Ona hizmet eden Lyasinasa “Adını seçen insan kadere baş kaldırmış olur,” der. Köleden yansıyan gerçeği haykırır Vergilius: “Tek bir insan esirse insanlık esirdir.”
Doktorun içeriye girişiyle Herophilos ve Hippokrates’in hekimlikleri, hastalık sağlık, insanın fizyolojik yapısı,tinsel yapısı konuşulurken ozan destanını kurban ederek ölüme giderken tinsel sağlığına ulaşacağını düşünmektedir. Doktor ona ölümsüzlük için ölüme gereksinimi olmadığını söyler. Onu yıkar temizlerler aynada ölüme giden “son yüzünü” gösterir. Şimdi pencerenin önünde hayatın küçük zevklerini anımsamakta, kokular, afrodizyaklarla yaşama isteğinin kamçılanışında bakımı yapılan gövdenin parçalanışını izlemektedir. Şimdi Baküs asma, Apollan defne, Venüs mersin, Hera kavakla imgeleminde canlanmakta, böylece roman söylemi sanrı ile iç içe geçen fantastik yöne kaymaktadır. Şiirsel söylemin roman söylemi içine düşünsel derinlikle gömüldüğünü bir kez daha görüyoruz. Sayısız imgeye dönüşen nesneler sonsuz bağlantılarla düşüncelere, düşünceler düşlere, düşler düşlemlere ve yeniden düşünceye evrilmektedir.
Sezar, Agustus’un odaya girişi ile kamusal gücü elinde bulunduranla bu güce hizmet eden olarak iki dostun, hem rakip hem hasım hem de sevgi ile bir birlerine olan bağlılıklarını görüyoruz. Şimdi roman, kahramanlarının, Sezar ile Şairin, karşılıklı konuşmalarıyla devlet felsefesi çerçevesinde ilerlemektedir. “Devletin kendisi onu inşa etmekle yükümlü olanın elinde bir sanat eseridir” der Sezar. Şair, devletin şiir gibi bir eğretileme olduğunu, Roma devletinin Roma ruhunun eğretilemesi olduğunu ama eğretilemenin bilgi olmadığını, ünün, şiirin hedefi değil kötü şairlerin hedefi olduğunu söyleyerek yanıtlar onu. Şimdi Agustus ile Virgilius el eledirler. Ama bu egonun egoya yaklaşımıdır. “Bilmek bireye değil topluma ait bir meseledir Sezar”, “Sanatına devlete hizmet eden bir rol vermek gücün için yeterli olmuyor Virgilius”, “Böyle yapmak sanatı sahte kılar Agustus.” Konuşmaları doğu ve Yunan uygarlıklarının çöküşüne, zorbalığın kökü kazınıncaya kadar iktidar kavgalarının süreceği sonucuna uzanıyor. Burada roman kahramanı olarak Agustus’un sözleri Kant’ın “Barış Üzerine Söylemi” ile örtüşerek sürüyor. Sezar, Perikles döneminde Atina nasıl Akropol ile taçlandıysa, kendi döneminin de Aeneas Destanı ile taçlanacağını söyleyerek vazgeçirmeye çalışıyor Şairi. Akropolis’ten yola çıkarak mimariye, mimarinin şiirselliğine, bilgi ve sanatın bütünlüğüne ve dil ile şiire, dil ile bilgiye ulaşıyor. “Simgeler yaratarak yeni bilgilere ulaşamayız” diyor Şair. Agustus, “Felsefe bilgi temelini yitirdiyse onu yeniden inşa etmek gerekir” diye yanıtlıyor. Buradan varlık ve bilim bağlamında “Zaman aslında bilginin değişmesinden başka bir şey değildir”e varıyor Şair. 346. sayfadaki bu kısımda devletin idesi ve realitesi üzerinde yoğunlaşan düşüncelerin ortaya konuluşunda şiirsel dilin nasıl eylemsel imgelerle bağlantılandığını görüyoruz. Şiiri roman nesnesi haline getirmek dediğimiz budur. 349. sayfada roman kahramanları yüzyılları atlayarak Heidiger’in “Varlık bizi çağırır” deyişini iletiyor gibidir. Hegelci devlet, yurttaş istencinin yasa olmasının, Roma barışının sözleşmeler ardındaki kılıcı, “Bilgiden yoksun olanların boşluğu”nu sarhoşlukla uyuşturmakta festivallerin şenliklerin işlevini, kölelerin adalet isteyen sesi, kitlelerin ikili karakteri ve devletin asıl karakterine gelecekte ulaşacağı belirtimi ile konuşmalar sürüyor. 376.sayfada İncil’in İsa’sına göndermeler var. Broch’un Katolikliği seçişinin ipuçlarını sezdiriyor. Destanın Agustus’a ithafına ikna olan ozan, yapıtını yakmaktan vazgeçer gibidir. Şimdi vasiyetnamesini yeniden düzenlemesi gerekmektedir. Burada ilginç olan mülkiyet ve miras bağlamında kişilerin iradesinin ölümle yok oluştan sonra da var oluşa ait bir edim olarak devamında ozanın sıradan insanlar gibi gündelik işlere yönelişindeki istektir. Ozan, istencinin canlanmasıyla adete yeniden özgürleşir. İstencin yokluğunu kölelikle eş gören filozofa selam gibidir. Miras, mülkiyet, dostluk, sevgi üzerine katmanlı derin düşüncelerle ozan yeniden içine, o şiirsel iç söyleme dönüyor. Sanrılar gerçeklere gerçekler sanrılara ulaşıyor. Bu bölümün son sayfaları bir sonraki bölümün habercisi gibidir.
Hava –Eve Dönüş bölümü artık iyice ölüme yaklaşan insanın “Hedefi bilinmeyen, çıkış limanı bilinmeyen, geride bırakılmış hiçbir rıhtım olmayan yolculuğu, sonsuzluklardan gelinerek ve sonsuzluğa dümen kırılarak” devam etmektedir. Sessizlik içinde sessizlik, anımsama içinde anımsamanın, alemlerin şarkısının uçsuz bucaksız dilsizliğiyle, hayat çemberi hiçbir şeyi kuşatmayarak, hiçbir şeyi korumak, saklamak gerektirmeksizin, bulutsuzluğun içinde mat bir pırıltıyla, sayısız yıldızların yakamozları altında, zaman ve hız kaybedilerek, gün batımının alaca karanlığında süren bu yolculukta artık ad yoktur, rastlantı yoktur. Vergilius, bu son demlerinde küçük bir köylü çocuğudur yeniden. Geleceği geçmişte arayan bu veda, “Üzerinde bütün güneşlerin, bütün ayların, bütün yıldızların ışığa boğduğu bir yurdun bekleme odasıdır.”
Son sayfa gelip söze dayanır gene. Anne ile oğlan çocuğu sözle buluşmuşlardır. “…İnsanoğlunun kaderinin ılımlı ve korkunç ihtişamı; sözden doğmaydı bu kader. Ve daha üreme döneminde sözün anlamıydı, sözün tesellisiydi, sözün inayetiydi, sözün desteğiydi, sözün kurtarıcı gücüydü,sözün yasa gücüydü, söz sevecen bir bilme eylemiyle yüreğin ve düşüncenin hasretini içine alıyordu…” Sonunda zamanın halkası kapanmıştır. Son şimdi başlangıçtır.
Bu büyük roman tam bir senfoni gibi bitiyor. Sanki dokuzuncu senfoninin ruhu yücelten, sezginin bilginin, duyuşun, duygulanışın ve de sanatın var edici kanatlarıyla siz de Broch’la birlikte bir yeni varoluşa ulaşıyorsunuz. Sanatın değiştiren dönüştüren geliştiren işlevine ortaklıktan doğan bu okuma kitap bitse de içinizde yankılanarak sürüyor.
Bu romanın yayımlanışının bir önemli sonucu da Çevirmenimiz Ahmet Cemal’in anadilimize yaptığı büyük hizmetin, çevirideki yaratıcı dil inşası yetkinliğinin bir kez daha belgelenmesidir. Yıllar süren emekle, dirençle ortaya konan bu çeviri, Türkçe beni sınırlıyor bana yetmiyor bunun için batı dillerinde yazıyorum diyenlerin züppeliklerini, Türkçenin yetkinliğini derinliğini, söz söylem, düşün düşlem, edim eylem olanaklarını gösteriyor. Ayrıca “felsefi roman”ın, içinden filozof geçen roman olmadığını, olamayacağını da öğrenmek isteyene öğretiyor. Bu çeviriyle Türkçemiz varsıllaşırken, dil atılımlarının yerindeliğini, güzelliğini de bir kez daha gösteriyor.
Bu yazı büyük eser için küçük bir tanıtma yazısıydı. Dilerim dilbilimciler, kuramcılar, düşünürler kendi alanlarında daha derinlikli çalışmalarla bu romanı bilgi nesnesi durumunda bize sunarak bizleri daha da zenginleştirirler.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.